Giriş
Mehmed Âkif Ersoy, 22 Kasım 1873 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğmuştur. Annesi Tokatlı Hace Emine Şerife Hanım, babası Fatih Medresesi müderrislerinden Tahir Efendi’dir. Mehmed Âkif, eğitim hayatına Fatih semti “Emir Buhari Mahalle Mektebi”nde başlayarak ilk tahsilini “İptidai Mektebi”n- de (ilkokul) tamamlamıştır. İlkokul eğitiminden sonra Fatih Merkez Rüştiye- si’ne (ortaokul) başlamıştır. Bu arada babasından Arapça dersleri, Fatih Camisi hocalarından Es’ad Efendi’den Farsça dersleri almıştır. Ortaokulu bitiren Meh- med Âkif’, “Mülkiye Mektebi”ni tercih etmiştir. Mülkiyenin üç yıllık hazırlık/ lise kısmını bitirdikten sonra evlerinde çıkan bir yangında evini ve sonraki süreçte ise babasını kaybetmiştir. Ailenin tüm sorumluluğunu üzerine alan Mehmed Âkif, mezun olunduğunda iş garantisi ve yüksek maaş vadedilen yeni açılan dört yıllık “Mülkiye Baytar Mektebi Alisine” girmeye karar vermiştir (Çantay, 1966; Erişirgil, 1986; Kuntay, 1986; Sinmez & Yaşar, 2011; Kop, 2017).
Bu çalışmada, Mehmed Âkif Ersoy’un veteriner hekimliği eğitim-öğre- niminin, mesleki bilgi, tecrübe ve hizmetlerinin, onun şair ve aydın kişiliğine olan etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Mehmed Âkif Ersoy’un eğitim-öğrenim dönemi ve mesleki hayatı ile Safahat isimli eseri içerisinde bilim ve bilimsel değerler ile ilgili tespit edilen metinler nitel bir bakış açısıyla ve çeşitli bilimsel görüşlerle desteklenerek değerlendirilmektedir. Çalışmada, sosyal bilimlerde nitel araştırma yöntemleri kapsamında dokümanlar yoluyla elde edilen veriler, içerik analizi yöntemi kullanılarak düzenlenmiştir.
Veteriner Hekimliği Eğitim-Öğrenim Dönemi
XIX. yüzyılın sonlarına kadar salgın hayvan hastalıklarını önleme, tedavi ve korunma amacıyla ihtiyaç duyulan veteriner hekimler Askerî Veteriner Okulundan (Askerî Baytar Mektebi) karşılanmaktaydı. Fakat askerî veteriner hekimler ordunun ihtiyaç duyması hâlinde aslî olarak görevli bulundukları birimlere dönmek zorundaydılar. Vilayetlerde görevlendirilecek sivil veteriner hekimleri yetiştirecek müstakil bir okul ise yoktu (Keskin, 2005). Hayvancılığın ve hayvansal ürünlerin korunması, ekonomik hayatı zorlamaya başlayınca, Osmanlı idarecileri daha önce askerî veteriner sınıfı mezunlarıyla karşılamayı planladıkları sivil veteriner hekim ihtiyacı konusunda yeni tedbirler almaya başlamış ve sivil veteriner teşkilatının kısa sürede geliştirilmesine çalışılmıştır (Soydan, 2011). Bu dönemde, Veteriner İşleri Genel Müfettişliği görevini yürüten Baytar Miralayı Mehmet Ali Bey[1] öncülüğünde kurulan bir bilim kurulu Ankara, İzmit, Konya ve Sivas illerine memleket hayvancılığı ve salgın hastalıklar ile ilgili durum tespitinde bulunmak üzere görevlendirilmişlerdir. Bu denetim ve gözlemler sonucunda Mehmet Ali Bey, Anadolu’da sığır vebası salgınlarının verdiği zarar ve kayıpları içeren raporlarında sivil bir veteriner okuluna acilen ihtiyaç duyulduğunu bildirmiştir. Mehmet Ali Bey, sivil veteriner okulu ihtiyacını ziraat ve hayvan sağlığı alanında Osmanlı Devleti’nin ilk süreli yayını olan “Vasıta-i Servet” adlı dergide yayımladığı makalelerinde de gündeme getirmiştir. Bu gelişmeler üzerine, Mehmet Ali Bey’in de içinde yer aldığı tıp ve veteriner okulları öğretim üyelerinden oluşan bir komisyon sivil veteriner okulunun kuruluşu ile ilgili hazırlıklara başlamıştır (Melikoğlu Gölcü & Özgür, 2015). Fakat bütçe ve yer imkânsızlıkları dar bir zamanda böyle önemli bir okulun kurulmasına imkân vermediğinden ilk iki sınıf eğitimi anatomi, fizik, kimya, botanik ve zooloji bilimlerine ait derslerin okutulacağı “Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye”de verilmek üzere, kalan iki sınıf meslek öğrenimi de o sırada inşaat hâlinde bulunan “Halkalı Ziraat Mektebi”nde yatılı olarak tamamlanmak üzere, 1888/1889’da dört yıllık bir “Mülkiye Baytar Mektebi” kurulmuştur. Aynı yıl öğrenci kabulüne başlayan bu mektebe kaydolan 25 öğrencinin 19’u iki yıl sonra inşaatı tamamlanan (1891) Yeşilköy Küçük Halkalı Köyü’ndeki Halkalı Ziraat Mektebine yatılı olarak nakledilmişlerdir. Bundan bir sene sonra Ziraat Mektebi öğrencileri de okula kabul edilmeye başlanmıştır. Okulun adı da “Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi” (Fotoğraf 1) olarak değiştirilmiştir (Kuntay, 1986; Soydan, 2011). Mehmed Âkif, bu okula ilk kayıt yaptıran öğrencilerdendir (Fotoğraf 2).
Emin Erişirgil (1986), Mehmed Âkif’in veteriner okuluna kaydoluşunu onun ağzından şöyle nakletmektedir:
“..Fatih Merkez Rüştiyesini bitirince babam beni tahsil yolumu tayinde serbest bıraktı. Ben de Mülkiyeye girmeyi tercih etmiştim. O yıl Mülkiye Mektebinin teşkilatı değişti. Üç yıl idadi kısmı, iki yıl yüksek kısım oldu. Yüksek kısmın birinci sınıfına geçtiğim zaman babam ölmüş ve evimiz de yanmıştı. Dişimi sıkıp Mülkiyeyi bitirebilirdim, ama o yıl Sivil Baytar Mektebi kurulmuştu. Bu mektebe girmeyi gençleri teşvik için olacak, mezunlarına 800 kuruş maaş verileceği vaat ediliyordu. Mülki- yeden çıkanlara bundan daha az maaş verilirdi. Birkaç arkadaşla beraber bu mektebi tercih ettik ve oraya kaydolduk.”
Kuntay (1986)’a göre, Mehmed Âkif, sivil veteriner okulunda, birçoğu doktor olan hocalarından etkilenerek okulun ders ve laboratuvarlarına büyük istek ve coşkuyla devam etmiştir. Mehmed Âkif’in öğrenciliğinin son yılında, Paris’ten yurda dönen Dr. Rıfat Hüsamettin Paşa[2] Halkalı Ziraat ve Veteriner Okulunda ilk kez mikrop bilimi (bakteriyoloji) dersini vermeye başlamıştır (Dinçer, 2011). Mehmed Âkif, bu yeni bilimsel gelişmeyi Dr. Rıfat Hüsamettin’in bizzat kendisinden öğrenmiştir. Mehmed Âkif, hocasından Louis Pas- teur’ün mikrop bilimini ve bazı insani değerlerini de öğrenme fırsatı bulmuştur. Bilim tarihinin en başarılı isimlerinden biri olan Pasteur, fermantasyon (mayalanma) tekniğini, kuduz, şarbon ve tavuk kolerası aşılarını keşfeden, spontan generasyon teorisini çürüten, tıp ve veteriner bilimlerinde çığır açan bir bilim insanıdır (Gerald, 2014). Kuntay (1986), Pasteur’ün Hristiyan olduğunu, ancak Mehmed Âkif’in onun adını söylerken gözlerinin büyüdüğünü ve sesinin değiştiğini aktarmaktadır:
“Bana, Pasteur’ün resmini gösterir:
“Bu ne ilahi yüzdür” der, öperdi. Sonra acı acı gülümser, ilave ederdi:
“Mu’tekid de” (İnançlı da)
Erişirgil (1986: 20), baytar dairesi işleri kâtibi iken bir sohbette, Mehmed Âkif’in ona “Okur yazar bir Müslüman genci eğer Pasteur’ü bilmezse ayıptır” dediğini ve Mehmed Âkif’in:
“Bizim hocalarımızdan biri Doktor Rıfat Hüsameddin Beydi, şimdi paşadır. Bu mübarek hoca Fransa’da okumuştur. Baytar Mektebinde hocalığa başladığı zaman bize Pasteur’ü anlatmıştı. Pasteur ne büyük adammış Yarabbi! Onun nasıl bütün insanları seven kalbi, kiliseye giderek İsa önünde eğilirken ne büyük imanı vardı! Zaten onda bu iman olmasaydı, insan sevgisi de olmazdı ya...” dediğini nakletmiştir.
Manevi bir evden yetişen Mehmed Âkif bu müspet (pozitif) bilimli okulun artık bütün maneviyatıyla içinde olup, kimya laboratuvarından çıkıp botanik laboratuvarlarına girmekte, toprağın altını ve üstünü okumakta, yerden bıkınca meteorolojik gözlemlerin yapıldığı rasathaneye (Çeşme, 2014) tırmanmaktadır. Mehmed Âkif’i Halkalı’nın tahta mihrablı camisine gitmek için ne imam Mehmet Efendi ne de laboratuvarına koşmak için Dr. Rıfat Hüsamettin hiç zorlamadılar. Bu okul, Mehmed Âkif’in sağlam bir dini bilgi ve imanla, pozitif bilimin muhteşem bir uyumunu sağlayan fikir ve karakter yapısını oluşturmuştur (Kuntay, 1986).
Halkalı Veteriner Okulunun dersleri ve eğitimi çok disiplinli bir şekilde sürdürülmekteydi. Öğrencilerin çoğu Mehmed Âkif gibi babasız ve fakir ailelerin çocuklarıydı. Bu çocukların okulda başlayan dostlukları ömürlerinin sonuna kadar sürmüştür. Fazlı[3], Ali Rıza[4] ve Hasan[5] bu dostlarından sadece birkaçıydı. Mehmed Âkif’in “Doru” adında, Halkalı Veteriner Okulunun harasında bulunan bir dostu daha vardı. Bu hırçın ata Mehmed Âkif’ten başkası binemiyor, Mehmed Âkif “Onu sadece ben ram ediyorum” diyordu (Kuntay, 1986).
Mehmed Âkif’in, Halkalı Baytar Okulunun son iki yılında şiire olan ilgisi daha da artmıştır. Okul müdürü Mehmet Ali Bey, edebiyata meraklıdır ve Mehmed Âkif’in içindeki bu yeni yangını körüklemiştir. Mehmet Ali Bey, Mehmed Âkif’in gazellerine her gün şaşmakta, Mehmed Âkif’in şairliği de her gün artmaktaydı. Mehmed Âkif’in 28 Aralık 1893’te “Hazine-i Fünûn” adlı dergide yedi beyitlik bir gazeli yayınlanmıştır. Bu gazel, Mehmed Âkif’in bilinen ilk basılı eseridir (Kop, 2017).
Mehmed Âkif, Halkalı Baytar Mektebinde öğrenci iken, bir konuşma yapmıştır. Birinci senenin sonunda, “İlm-i Emraz-ı Umumiye” (Genel Hastalıklar İlmi) sınavlarının başlayacağı zaman okul müdürü Mehmet Ali Bey ve Meh- med Âkif sırayla konuşma yapmışlar ve bu konuşmalar o dönemki Sabah gazetesinde yayınlanmıştır. Mehmed Âkif’e bu konuşma birinci dönem sonunda yapılan sınavlarda en yüksek notları alması dolayısıyla yaptırılmıştır. Mehmed Âkif’in okulun daha ilk döneminde birinci olması ve bundan dolayı konuşmasının bir gazetede yayımlanmış olması önem taşımaktadır (Gözeller, 2012).
Okul müdürü Mehmet Ali Bey konuşmasında, okulun kuruluş sebebini, zaman zaman devletin zarara uğramasına yol açan ve insan hayatını tehdit eden hayvan hastalıklarını ortaya çıktığı yerde yok ederek salgına dönüşmesini önleyecek “erbab-ı fennin teksiri” olarak açıklamıştır. Mektebin yönetim ve eğitim kadrosunun kısa sürede veteriner hekimlik ilmiyle ilgili üç bin sayfadan fazla tercüme yaptığını söyleyen Mehmet Ali Bey’e göre, bu büyük başarı ve birazdan imtihana girecek öğrencilerin kazandığı bilgiler, belirlenen hedefe ulaşacağını göstermektedir (Gözeller, 2012).
Sabah’ın 15 Haziran 1892 tarihli nüshasında yayımlanan haber şöyledir:
“Dünkü sayımızda yazıldığı gibi Padişahımızın seçkin devrinin güzel eserlerinden olan Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebinin Baytarlık Bölümü birinci sene öğrencilerinin Genel Hastalıklar Dersleri sınavları, Padişahın iradesiyle bulunması gereken gözetmen öğretmenler tarafından evvelki cumartesi günü yapılmış ve sınava başlandığı sırada bu okulun müdürü Mehmet Ali Bey tarafından aşağıya alınan bir konuşma yapıldıktan sonra da öğrencilerden Âkif Efendi de arkadaşlarına hitaben aşağıdaki yazıyı okumuştur. Gözetmenler, sınavın mükemmel bir surette yapılmasıyla öğrencilerin bir senelik bilimsel çalışmalarının cidden takdire layık görüldüğünü teşekkür makamında söyledikten sonra ilmin koruyucusu Padişah hazretlerinin ömür ve başarılarının artması için yapılan dua, tek dil ve tek yürek olarak Allah’ın huzuruna yükselmiştir.”
Öğrencilerden Mehmed Âkif’in konuşması (Fotoğraf 3):
“Muhterem arkadaşlarım!
Girmekle mutlu olduğumuz şu Baytarlık mesleğinin nicelik ve değerinin yüceliği hakkında uzun uzadıya konuşma yapmaya gerek görmüyorum. Çünkü her birimiz o bilimin tahsilinden zevk aldığımız için bu konudaki sözlerim gereksizlik derecesine iner. Bilimin yüce kapılarının herkese açık, öğretimin her bakımdan mükemmel olduğu şu ilerleme devrinde yükselmek isteyenler her zaman başarılarıyla övünebilmekte- dirler. Çünkü çağımızda hiçbir kimse yoktur ki gayret gösterdiği hâlde kavuşmaya heves eylediği bilim ve erdeme ulaşamasın. İşte hükümdarca yüksek görüşüne göre Baytarlık mesleğine büyük önem verdiği bilinen Padişah efendimizin vatan evladına bir lütfu bulunan şu Üniversi- te’yi, yukarıda söylediğim sözlere yeteri derecede delil olarak gösteririm. Bugünde de, baytarlığın esası ve hastalıkların teşhisinin aracı bulunan “Ehil Hayvanların Genel Hastalıkları İlmi” dersine bir seneden beri yaptığımız mesai ve çalışmanın meyvelerini devşirmekle ayrıca mutlu oluyoruz. İmtihanımıza teşrif ile bizleri onurlandıran mümeyyizlerimize (gözetmen), müdür ve öğretmen efendilerimize tekrar tekrar teşekkürleri takdim eder ve Cenabıhak ilmin koruyucusu Padişah efendimiz hazretlerinin ömürlerini uzatsın duasıyla konuşmamı sonlandırırım.” (Sabah gazetesi, 1892: 2).
Tercüman-ı Hakikat gazetesinin (1892) bir haberinde (Fotoğraf 4), Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebinin ziraat kısmının resmî açılış töreninde, bir yıl önce (1891) baytar talebesi olarak gelip üçüncü sınıfı okumuş olan 19 öğrenciden çok iyi derecede not alan Mehmed Âkif ve arkadaşları Yusuf ve Agop efendilere ödül verildiği bildirilmiştir.
Veteriner Hekimlik Dönemi
Mehmed Âkif, Halkalı Ziraat ve Baytar ve Mektebinden 22 Aralık 1893’te mezun olmuştur. Mehmed Âkif, 26 Aralık 1893 tarihinde Orman, Ma’âdin ve Ziraat Nezareti Islahat-ı Hayvaniye ve Umûr-ı Baytariye (Orman, Maden ve Ziraat Bakanlığı Veteriner İşleri ve Hayvan Islahı) adındaki beşinci şube memurluğuna tayin edilmiştir. Birkaç ay sonra aynı bölümün Baytar Müfettiş yardımcılığına sınıf arkadaşı Simon ile beraber getirilmiştir (Fotoğraf 5). İlerleyen dönemlerde Mehmed Âkif, Veteriner İşleri Müdür Yardımcılığına 7 Eylül 1909 tarihinde terfi ettirilmiştir (Sinmez & Yaşar, 2011).
Mehmed Âkif, 20 yıl hizmet verdiği Orman, Maden ve Ziraat Bakanlığındaki görevleri sırasında birçok seyahat yapmıştır. Başta Rumeli, Arnavutluk, Anadolu ve Arabistan’da hayvan alımı ve bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla mücadele çalışmaları altında veteriner hizmetlerinde bulunmuş ve mesleği gereği köylülerle sıkı temaslar kurmuştur (Düzdağ, 1997).
Bilgegil (1971)’in yayınladığı Sicil-i Ahval kayıtlarına göre, bu görevlerin bir kısmını 1893-1896 yılları arasında baytar müfettişi olarak Edirne’de yürütmüştür. Mehmed Âkif’in Edirne’de çalıştığı zamanları Edirne Milletvekili Şeref Aykut şöyle aktarmaktadır: “Benim bir hurde beygirim vardı. Âkif bunun üzerine meşhur kıl heybesini atarak biner, köy köy gezerdi. Türk köylerinden topladığı bin bir destanı içli ve duygulu gönlünden taşarak anlatırdı” (Kuntay, 1986: 170).
Mehmed Âkif, Edirne’deki görevinden sonra orduya alınacak atları seçmek için oluşturulan bir heyetle birlikte Adana, Halep ve Şam vilayetlerine gitmiştir. Bu görevleri sırasında halkı yakından tanıma fırsatı bulmuş, halkın sosyal ve ekonomik durumunu, sıkıntı ve dertlerini yerinde görme imkânına sahip olmuştur (Kuntay, 1986). Mehmed Âkif, mezuniyetinden bir yıl sonra adı değişen Halkalı Yüksek Ziraat Okulunda Resmî Yazışma Kuralları dersi hocalığına 17 Ekim 1906 tarihinde atanmıştır. 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebinde Türkçe öğretmenliğine, 11 Kasım 1908’de Dârü’l Fünûn Edebiyat Fakültesine Türk Dili ve Edebiyatı hocası olarak tayin edilmiştir. Aynı dönemde Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi’nin Zabıta-i Sıhhiye (Sağlık Zabıtası), Kitabet-i Resmiye (Resmî Yazışma Kuralları), Kitabet-i Baytariye (Veteriner Hekimlik Yazışma Kuralları), Hukuk-u Ticariye (Ticaret Hukuku) ve Kanun-u Tıp (Tıp Mevzuatı) derslerinin hocalığını da yürütmesi istenmiş ancak Meh- med Âkif, vazifelerinin yoğunluğu nedeniyle bu görevleri kabul etmemiştir (Çantay, 1966). Mehmed Âkif, Anadolu’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersini (Toprakçı & Baysülen, 2017), Kahire’de 1925-1936 yılları arasında Câmiu’l-Mısriyye Üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı dersini vermiştir. Böylece yurt içinde halkın ikinci bir dil öğrenmesine, yurt dışında ise Türk dilinin öğretilmesine hizmet etmiştir (Okay & Düzdağ, 2003; Özgen, 2013).
Mehmed Âkif, yirmi yıl hizmet ettiği Orman, Maden ve Ziraat Bakanlığında dönemin Veteriner İşleri Müdürü Abdullah Bey[6] tarafından 1913 yılı başında Mısır’a iki aylık süreyle görevlendirilmiştir. İstanbul’da hiç eksik olmayan sığır vebasına, Sultanahmet’teki Bakteriyolojihane-i Baytari kurumunda yürütülen üretim faaliyetlerinin yol açtığı iddia edilmiş ve şehir içi bulaşmaların önlenmesi amacıyla kurumun Pendik’e taşınmasına karar verilmiştir. Binanın temeli Pendik’te 1910 yılında atılmış fakat Balkan Harbi sırasında yapımı durdurulmuştur. Bu süreçte kurumun başka yerde inşasından kazanç elde etmek için Orman, Maden ve Ziraat Bakanına baskılar yapılmış ve sonucunda kurumun Pendik’ten başka bir yerde inşaatına karar verilmiştir. Veteriner İşleri Genel Müdürü Abdullah Bey bu karara itiraz etmiş, ancak bu duruşu, memuriyetinden azledilmesine sebep olmuştur. Mehmed Âkif, görev dönüşü Abdullah Bey’in bakan tarafından haksız yere görevden alınmasıyla karşılaşınca 11 Mayıs 1913 tarihinde bakanlığa verdiği bir dilekçeyle istifa ederek bakanlıkla ilişiğini kesmiştir (Erişirgil 1986: 170).
İstifa dilekçesi şöyledir:
“Orman, Ma’âdin ve Ziraat Nezaret-i Celilesi’ne”
Umur-ı Baytariye Müdiri Abdullah Efendi’nin yerden göğe kadar haklı olduğu Bakteriyolojihane meselesinden dolayı azli üzerine acizleri de memuriyetimden suret-i kat’iyede istifa ediyorum...
Umur-ı Baytar Müdür Muavini Mehmed Âkif
Bakan, Mehmed Âkif’in dostları ile istifasını geri alması ricasında bulunmuş ancak Mehmed Âkif “Müessesenin yeri uygundur, adam kayırmak, başkasının yerini alıp onu zengin etmek için iltimas yapılmak istenmektedir. Göz göre göre milletin parasının heba olmasına iştirak edemem. Bu benim mesleğime ve ahlakıma uymaz” diyerek reddetmiştir. Mehmed Âkif’in meslektaşları onun genel müdürlüğe talip olmasını istemişler fakat Mehmed Âkif, “Arkama küfe koyun, meslek için götürürüm, fakat beni Nazır karşısına çıkaracak vazife teklif etmeyin” diyerek bu teklifi reddetmiştir (Erişirgil, 1986: 169).
Mehmed Âkif’in, mesleği ve meslektaşlarına son derece bağlıyken mesleğinden ve memuriyetten ayrılış nedeni, mesleğine ya da meslektaşlarına küskünlüğü değil; haksızlığa tahammül edemeyen kişiliğidir (Dinçer, 2011). Erişirgil (1986)’e göre, Mehmed Âkif Edebiyat Fakültesine atanmasından dört yıl sonra arkadaşı Felsefe Profesörü Ferit Bey[7]’in fakülteden kadro dışı bırakılması nedeniyle görevinden istifa etmiştir. Mehmed Âkif, Ziraat Bakanlığındaki memuriyetinden ve Darülfünun hocalığından hep aynı haksızlığa tepki olarak istifa etmiştir (Çantay, 1966). Bu istifalardan sonra artık resmî iş olarak üzerinde sadece Halkalı Ziraat Mektebindeki Kitabet-i Resmiye dersi hocalığı kalmıştır (Erişirgil, 1986).
Mehmed Âkif istifa ettikten sonra 18 Aralık 1913 tarihinde “Zabıta-i Sıh- hıye-i Hayvaniye Kanunu Muvakkati” (Geçici Hayvan Sağlık Zabıtası Kanunu) yürürlüğe girmiştir. Mehmed Âkif, kanuna hazırlık safhasında oluşturulan komisyona Genel Müdür Yardımcısı olarak katılmış, yirmi yıllık meslek tecrübesiyle taslağın kanunlaşma sürecinde bizzat rol almıştır. Bu yasada, kanun hükümlerinde yer alan salgın hastalıklar belirlenmiş, itlaf, tazminat, ihbar ve saklama konuları detaylı olarak anlatılmış, ayrıca hayvan pazarı, panayırı ve mezbahalarda alınması gereken sağlık önlemlerine ve uygulanacak cezalara yer verilmiştir (Melikoğlu Gölcü & Osmanağaoğlu, 2011). Bu Kanun Cumhuriyetin hayvancılık konusundaki en temel kanunlarından biri olan 1234 sayılı “Hayvan Sağlık Zabıtası Kanunu” 1928’de yürürlüğe girinceye kadar, 15 yıl süreyle yürürlükte kalmıştır (Dinçer, 2011).
Erişirgil (1986, 34)’e göre, Mehmed Âkif veteriner hekimlik mesleğinin “Hayvanların sıhhatini koruma, tedavi eyleme ve iyileştirme imkânlarını köylüye öğretmenin memlekete yapılacak değerli hizmetlerden” olduğunu bildirmektedir. Veteriner hekimliği tarihçisi Bekman (1940)’a göre, Mehmed Âkif, yüksek tahsilinin kendisine tanıdığı unvan olan baytarlığa çok önem vermektedir. Mehmed Âkif’in meslek aşkını ve özlemini en veciz şekilde ifade ettiği dizeleri Köse İmam ile konuşmasında görülmektedir:
“Kimi bid’atçi diyor. Duyduğum ancak bunlar.
-Daha var mıydı, İmam?
-Var ya, unuttum. Baytar
-Keşke baytarlık edeydim...
-Yine et mümkünse.
-Yapamam.
-Belki yapardın be.
-Unuttum be Köse.
“Keşke zihninde kalaymış, ne kadar lazımmış.
Beni dinler misin evlat? Gene kabilse çalış:
Çünkü bir tecrübe etsen senin aklın da yatar,
Bize insan hekiminden daha lazım baytar” (Ersoy, 2008: 380).
Türk veteriner hekimliğinin önemini çok iyi anlatan bu dizeler Türkiye’de hayvancılığa verilmesi gereken değeri hatırlatması dolayısıyla önemlidir. Türk veteriner hekimliği laboratuvarlarda ve enstitülerde mikrobiyoloji alanında yüksek ve mütevazı hizmetleriyle, insan ve hayvanların ortak hastalıklarına karşı verdikleri araştırmalarla, mezbahalardaki çalışmaları ile yalnız ekonomik hayatımızda değil, aynı zamanda insanların sağlıklarını korumak yolunda ciddi müspet değerlere yükselmektedir. Ayrıca Türk köylüsünün yanında olan, onun her türlü derdini yakından takip eden Türk veteriner hekimlerinin yeri çok büyüktür. Bu itibarla yüksek tahsil gören, pozitif bilimleri genel olarak takip eden Türk veteriner hekimleri arasında Mehmed Âkif gibi millî duyguları şiirlerinde hisseden ve yaşatan eşsiz bir şahsiyetin çıkması pek doğal ve her daim mümkündür. Eğer Mehmed Âkif veteriner hekimliğin gerektirdiği vazifeleri yerine getirmek için “Türk köylerinde dolaşmasaydı, Türkün yüksek cevherini, asil özünü yerinde ve içinde tetkik etmeseydi ne bir İstiklâl Marşı yazabilir ne de Çanakkale şiirini doğurabilirdi”. Bu bağlamda veteriner hekim Mehmed Âkif, şair Mehmed Âkif’e “yükseklik vasfını” kazandıran bir değer olmuştur (Uygur, 1937).
Mehmed Âkif’in dostlarına özellikle meslektaşlarına karşı vefası ve sevgisi çok yoğundur. Kuntay (1986), bu konudaki bir hatırasında, Mehmed Âkif’in, Halkalı Veteriner Okulunda birlikte okuduğu dostu Hasan ile ilerleyen yıllarda kim önce ölürse, hayatta kalanın daha önce ölenin ailesine bakacağına dair karşılıklı sözleştiklerini, İslimyeli Hasan Tahsin Bey’in Edirne Baytar Müfettişi olarak görev yaptığı sırada vefat etmesi nedeniyle (1910), Mehmed Âkif’in sözünde durarak Hasan’ın yetim üç çocuğunun (Cevdet, Süheyla, Bedia) bakımını üzerine aldığını ve bu çocuklardan Cevdet’in baytar mektebinde okurken 1914 yılında vefat etmesi üzerine Mehmed Âkif’in çok üzülerek “Meslek-i ilmisindeki kudretinden, mesaisinden dolayı henüz on yedi yaşlarında iken heyeti tahririyemiz arasına giren, ilmi, fenni makaleler yazmak suretiyle risalemize pek kıymetli hizmetlerde, muavenetlerde bulunan zavallı Cevdeti, vaasefaki, pek çabuk elimizden kaçırdık, O, bize çok yazılar yazacaktı, O çocuk âlemi İslama çok hizmetlerde bulunacaktı” (Düzdağ, 1997: 52, 53) dediğini bildirmiştir.
İstanbul’un işgali ile beraber Şefik Kolaylı idaresinde bugünkü adıyla İstanbul Pendik Veteriner Kontrol Enstitüsü (Bakteriyolojihane-i Baytari)’nün bir bölümü serum öküzler ve aletleri de dâhil olmak üzere Eskişehir Sıcaksu- lar’daki Hacı Ali Ağa’nın hanına taşınmıştır. Burada savaş boyunca ordunun sığır vebası serumu ihtiyacını karşılamak amacıyla “Serum Darülistihzarı” kurularak serum üretimi gerçekleştirilmiştir (Soydan, 2011; Karagül, 2017). Enstitünün o zamanki müdür vekili olan Şefik Kolaylı, Yunanlılara karşı savaşan Kuvayımilliye’ci birliklerin hayvanlarına yaptığı ameliyatlarla Mehmed Âkif’in çok ilgili olduğunu ve “Keşke memleketin şu buhranlı zamanında baytarlığımı unutmamış olsaydım da atıl bir insan kalbini taşımasaydım” diye üzüldüğünü ve enstitü hademeleriyle birlikte hayvanları yatırmak için uğraştığını bildirerek, Mehmed Âkif’in mesleğine ne kadar düşkün olduğunu ifade etmiştir (Dinçer, 2011: 175).
Mehmed Âkif’in mesleğine karşı olan sevgi ve bağlılığı ömrünün sonuna kadar sürmüştür. Mısır’da kaldığı zaman zarfında Pendik Bakteriyolojihane-i Baytari Müdürü Şefik Kolaylı[8]’ya yazdığı mektuplarda, bakteriyolojihane hakkında bilgi ve fotoğraflar istemiş, genç veteriner hekimlerin mezuniyet sonrası bu laboratuvarlarda mutlaka eğitim almalarının gerekliliğinden bahsetmiştir. Bunlardan 29 Nisan 1935 tarihli mektubunda, Mehmed Âkif, Kolaylı’dan Umur-ı Baytariye Müdürü Ali Rıza Bey’in vefatına ilişkin üzüntüsünü dile getirmiş, meslek, meslektaşlar ve bakteriyolojihane hakkında haberler vermesini istemiştir. Mesleki konulardaki gelişmelerden duyduğu memnuniyeti belirtmiş, memleketimizin hayvan varlığı ve bilgili veteriner hekimler ile yükselmeye layık olduğuna işaret etmiştir. Bu mektuplardan birinde kendisindeki insan ve tabiat sevgisinin baytar mektebi sıralarında mayalanmaya başladığını da yazmıştır (Dinçer, 2011).
Dinçer (2011), Mehmed Âkif’in, Şefik Kolaylı’ya yazdığı mektubunda, okuldan mezun olan öğrencilerin bu laboratuvarlarda eğitim almalarının faydalı olacağını önermesinin, Mehmed Âkif’in meslekten ayrı kaldığı dönemlerde bile mesleki eğitimle ilgilendiğini, günümüzde uygulanan staj ve mezuniyet sonrası hizmet içi eğitimler düşünüldüğünde Mehmed Âkif’in bu öngörüsünün doğruluğunun ve haklılığının daha iyi anlaşılacağını bildirmektedir. Buna binaen, Mehmed Âkif’in her bir bireyin eğitim sürecine katılımını sağlayan, ezbercilik yerine uygulamalı eğitim verilmesini tavsiye eden “İlerlemeci” eğitim akımında yer aldığı da söylenebilir (Toprakçı & Baysülen, 2017).
Mehmed Âkif, 26 Ağustos 1908’de “Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariye- si” (Osmanlı Veteriner Bilimi Derneği) adıyla kurulan ilk veteriner derneğinin kurucuları arasında yer alarak bu derneğin yönetim kurulunda başkan yardımcısı olarak görev almıştır. Bu dernek, hayvan hastalıklarının söndürülmesi, hayvan ıslahı ve üretimi amacıyla kurulmuştur (Soydan, 2011). Derneğin kuruluşundan bir ay sonra on beş günde bir defa yayınlanan “Mecmua-i Fünun-u Baytariye” (1908-1910) adlı bir dergi çıkmaya başlamıştır. Bu derginin yayın kurulu üyeleri arasında Mehmed Âkif de vardır. Dergi, veteriner hekimlikle ilgili ulusal ve uluslararası çalışmalara, bilimsel araştırmalara, hayvancılık ve halk sağlığı konularına yer veren ilk bilimsel nitelikli meslek dergisidir (Meli- koğlu Gölcü & Osmanağaoğlu, 2012).
28 Şubat 1911’de İstanbul’da Mülkiye Baytar Mekteb-i Âlisi Mezunin Cemiyeti (Yüksek Veteriner Okulu Mezunları Derneği), 1908’de kurulan Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesi adlı derneğin devamı olarak kuruluşunu gerçekleştirmiş, dernek faaliyetlerine 17 Haziran 1914’e kadar devam etmiştir (Bekman, 1940). Bu derneğin yönetim kurulu başkanlığı görevi Mehmed Âkif’e verilmiştir. Bu derneğin yayın organı olan “Risale-i Fenn-i Baytari” (Veteriner Bilimi Dergisi) Mehmed Âkif, Cafer Fahri ve Civani Bey tarafından çıkarılmıştır (Dinçer, 2011).
Mehmed Âkif, “Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlisi Mecmuası” adında yayın hayatına giren bilimsel derginin ilk sayısında (Mart/Nisan 1917) okulun yeri, yapıları ve tarihçesini anlatan bir yazı kaleme almıştır (Ersoy, 1917). Mehmed Âkif, Halkalı Ziraat Mektebinde okutulmak üzere Mikail Çilingiryan ile birlikte Zeytin Ağacı (L’Olivier) isimli Fransızca, İtalyanca ve Türkçe kitap ve makalelerden tercüme yoluyla hazırladıkları derleme niteliğinde bir ders kitabı da yazmıştır. Kitapta, Anadolu kültüründe bin yıllardır farklı tüketim ve kullanım alanları bulunan zeytinin tarihçesi, türleri, üretimi, aşılanması, budanması, gübrelenmesi, sulanması, toplanması, yetiştiriciliği, zeytin ağacı hastalıkları, haşeratları ve zarar veren etkenler hakkında bilgiler verilmiştir (Ersoy & Çi- lingiryan, 2020).
Çantay (1966, 38, 39) veteriner hekimliği eğitiminin Mehmed Âkif üzerindeki katkısını “Baytar Mektebinden çok dolgun ve olgun fen bilgileriyle çıkan üstad, resmî ve hususi meşgaleleri, zamanında da boş durmadı. Şarkın ve garbın içtimai, edebi, fenni ilimlerini, cereyanlarını tetkik ve tetebbu etti. Mesela, Fatih Camii, Süleymaniye Kürsüsü, Fatih Kürsüsü ne kadar, Âlimanedir. O, bu ve diğer bütün eserlerinde ilmin, fennin en mu’dil ve en ince bahislerini şiir ve san’atla çok mahirane işlemiştir” sözüyle ifade etmiştir. Bu satırlarda Mehmed Âkif’in almış olduğu veteriner hekimlik biliminin şiirlerine olan etkisi apaçık bir dille ifade edilmiştir.
Mehmed Âkif, hem laik hem de dinî bir eğitim almıştır; laik eğitimi Mülkiye Baytar Mektebi eğitimine, dinî eğitimi ise babasına borçludur. Mehmed Âkif, bu iki eğitim sayesinde Doğu ve Batı kültür ve medeniyetini yakından tanıma imkânı bulmuştur. O, laik-modern veteriner hekimliği eğitimi sayesinde, iyi bir gözlemci olmuş ve gezdiği yerleri bir bilim insanı mantığıyla incelemiştir. Onun karşılaştırma temelli yaklaşımını veteriner hekimliği eğitimine bağlamakta olasıdır (Aydın, 2012).
Mehmed Âkif’in, iki meslek büyüğüne karşı da sevgi ve hürmeti olmuştur. Bunlar Baytar Miralayı Mehmet Ali Bey ve Baytar Miralayı İbrahim Bey’dir. Mehmet Ali Bey “Vasıta-i Servet” ve “Mecmua-i Fünun-u Baytariye” adlı dergileri çıkaran, ilk sivil veteriner okulunu ve sivil veteriner teşkilatını kurarak müdürlük görevini üstlenen, ilk veteriner hekimlik derneğini kuran ve bütün bu faaliyetlerde Mehmed Âkif’e hocalık ve müdürlük yapan kişidir. İbrahim Bey ise Türk veteriner tarihinde “İcmâl-i Baytarî” (1890) adlı eseri ile tanınan Adana, Halep ve Şam’daki görevlerinde Mehmed Âkif ile birlikteki heyetin başkanı olan kişidir (Kuntay, 1986). Mehmed Âkif, İbrahim Bey’den Adana’da Fransızca ve Rus dillerini öğrenmiştir. Mehmed Âkif, İbrahim Bey’deki aydın özelliklerini şöyle sıralamaktadır: “Şark’ın ve Garb’ın ilmi ve fenni güzelliklerini kendinde toplamak, irfan, fazilet ve hayat tecrübesine sahip olmak, birkaç yabancı dil bilmek, alçakgönüllü ve bilgili olmak” (Şenler, 2011). Mehmed Âkif, “Avrupa’ya takılıp memleketinin toprağına iğreti basanı ve kaşlarına kadar Şark’a batarak, gözü Avrupa’yı görmeyen” iki tip kişiliği sevmemektedir. Kuntay (1986: 240), Mehmed Âkif’in Doğu-Batı adamı olan İbrahim Bey’e olan sevgisini “Bu ihtiyar miralayın seciye kuvvetine ve kafa kıymetine âşıktı” sözleriyle ifade etmiştir.
Mehmed Âkif, İbrahim Bey’e Şam’dan gönderdiği taahhütlü mektupta:
“O simayı safın, o parlak nigâhın,
O tavrın, o güftar-ı irfan penâhın,
Hüda şahit olsun gözümden çekilmez,
Bu avare dil “yar”der başka bilmez.”
Demek, görünmeyeceksin ilel-ebed bana sen,
Demek, uzaktasın ey yâr-ı mihriban benden!
Hayâta sen beni rabteylemiş iken, şimdi
Aceb nasıl yaşarım, söyle, âh sensiz ben?” diyecektir. (Ersoy, 2008: 90)
İbrahim Bey öldüğü zaman, Mehmed Âkif onu bir türlü unutamamıştır. Her defasında İbrahim Bey için “tek adamlardan biri” demiştir. Kuntay (1986: 241), Mehmed Âkif’e İbrahim Bey’e neden bu kadar hayranlık duyuyorsunuz diye sorduğunda: “Biliyor musun sen? dedi; İbrahim Bey’in oğlu Lütfü’yü ben tam yedi sene öz oğlu sandım. Üvey çocuğuna bu kadar şefkatli olan adam gördün mü sen?” cevabını vermiştir.
Mehmed Âkif, arkadaşı Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine 1926-1936 yılları arasında Mısır’a gitmiş ve ömrünün son on yılını burada geçirmiştir. Bu dönemde kızı Suat Hanım ve damadı Veteriner Binbaşı Ahmet Bey’e (Fotoğraf 6) 1 Mart 1928 ve sonuncusu 23 Mart 1936 tarihini taşıyan mektuplar yazmıştır. Mehmed Âkif, 22 Eylül 1930 tarihli mektubunda, damadı Ahmet Bey’e sıtmadan korunmak için önlemler almalarını tavsiye etmekte, üzüm şırasının bu hususta iyi geleceğini önermektedir. Bu mektupta, Ahmet Bey’e tavuk ve inek yetiştiriciliğine devam edip etmediğini de sormaktadır (Özalp, 2011). Haziran 1932 tarihli mektubunda Ahmet Bey’e, yurdun kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına bir olduğunu ve her tarafında hizmet edilmesi gerektiğini ve bu bilinçle uzak yakın, soğuk sıcak demeden çalışılması gerektiğini yazmıştır (Özalp, 2011).
Mehmed Âkif, 1933 tarihli mektubunda Ahmet Bey’in aldığı atı tebrik etmekte ve resmini yollamasını rica etmektedir (Özalp, 2011). Şubat 1934 tarihli mektubunda Ahmet Bey’e; yakında terfi etmesini tebrik edeceğini, tam bir ciddiyet ve hedef dairesinde görevinize devam ettikçe terfi ve ilerlemelerin birbirini takip edeceğini söylemiştir. Mektupta Mehmed Âkif, Ahmet Bey’in kısrağını görmeden âşık olduğunu bildirmiş, damadının kurduğu çiftlikte bu kısrağı iyi bir şekilde yetiştirmesini ve bir inek ya da sütlü iki keçi almasının da faydalı olacağını belirtmiştir (Özalp, 2011).
Mehmed Âkif, Ahmet Bey’e yazdığı diğer bir mektupta (1933-1936?), kısrağın adını değiştirmemelerini, doğacak taya kendisinin bulduğu üç isimden birinin verilmesini istemektedir. Bol süt bulup yoğurt yapıyor musunuz diye sormaktadır. Mektupta, Baytar Mektebinin[9] Ankara’ya nakledildiğini, eğitim kadrosundan Hayvanat Muallimi Giritli İsmail Hakkı Bey’in İstanbul’da bırakıldığından bahsetmektedir. Bakteriyolojihane-i Baytari’nin kaldığından ya da gittiğinden haberinin olmadığını bildirmektedir. Mehmed Âkif, Ahmet Bey’e, Baytarî Mecmua[10] [11] adındaki mesleki derginin yayın hayatına devam edip etmediğini sormakta, veteriner hekimlikle ilgili yeni kitapların basılıp basılma- dığını, Avrupa’da çıkan dergilerden istifade edilip edilmediğini ve bu konularda kendisine bilgi verilmesi hâlinde çok memnun olacağını ifade etmiştir (Özalp, 2011).
Mehmed Âkif, kızı Suat Hanım’a yazdığı bir mektubunda, Milas’ta sıtma (malarya) hastalığının durumunu sormuş, hastalıktan korunmak için torunu Ferda Kadın’a ve kızı ile damadına kinin11 yutmasını tavsiye etmiştir (Özalp, 2011). Bir diğer mektubunda hanımının göğsünün tuttuğunu, parmaklarında dolama (panaris) gibi şişkinlikler oluştuğunu, doktora gittiklerini ve ilaç tedavileriyle (kuvvet şırıngası) iyileştiğinden bahsetmektedir. Mektupta tavuk ve inek yetiştiriyor musunuz diye sormakta, kurt yavrusunun (köpek) gelişimi hakkında bilgiler istemektedir (Özalp, 2011). Diğer bir mektupta, kızına ineğin pek güzel bir hayvan olduğunu, ilerde yavrusunu da seveceklerini, sütsüz ineklerinin yerine sütlü bir inek almalarını tavsiye etmektedir (Özalp, 2011).
Nisan 1934 tarihli diğer bir mektupta Suat Hanım’a süt içmesini, hazımsızlık durumunda yoğurt yemesini ve ayran içmesini tavsiye etmektedir (Özalp, 2011). Kasım 1935 tarihli mektubunda kızına Ahmet Bey’in terfisinden dolayı çok sevinçli olduklarını bildirmiştir. Mektupta kısrağın ne âlemde olduğunu ve koşturup koşturmadıklarını sormaktadır (Özalp, 2011). Mart 1936 tarihli mektubunda, Ahmet Bey’in gönderdiği at resmine (Fotoğraf 7) binaen kısrağın çok güzel olduğunu, bakımının yerinde olduğunu, Arap kısrağı için bir metre elli üç santimetrenin yüksek bir boy olduğunu bildirmektedir (Özalp, 2011). Bir diğer mektubunda, kızına oralarda bülbül sesleri geliyor mu diye sormuş, Mısır’da mübarek bülbül sesine hasret kaldıklarını ve bülbülsüz bahardan zevk almadıklarını yazmıştır. Mektupta, kızına kısraklarının yaramaz olup olmadığını, çocuklara alışıp alışmadığını sorarak, kısrağı görmeden de âşık olduğunu belirtmektedir. Aynı mektupta, doğacak tayın adının donuna/ rengine göre verilmesini; al veya doru ise “şafak”, kır ise “fecir”, yağızsa “fellah” isimlerinin verilmesini tavsiye etmektedir. Kızına yoğurt yiyor musunuz diye soran Mehmed Âkif, bol bol ayran içmenin çok faydasının görüleceğini ve ihmal edilmemesini yazmıştır (Özalp, 2011). Kızına yazdığı başka bir mektupta, tavuk beslemelerinin çok iyi olduğunu ve torunu Ferda’ya taze yumurta yedirmesini tavsiye etmiştir (Özalp, 2011).
Mehmed Âkif’in veteriner hekim olarak uluslararası düzeyde tanıtılmasının ölümünün 20. yıl dönümüne rastladığı; PTT Genel Müdürlüğünün 1956’da Mehmed Âkif’in fotoğrafı üzerinde İstiklâl Marşı’ndan birer mısra bulunan üç seri pul çıkardığı (Fotoğraf 8); bu pulların Alman Hoechst İlaç Firmasının “The Blue Book: for the veterinary profession” adlı bilimsel dergisinin (19601982) 1971 yılı sayısında yer aldığı ve Mehmed Âkif Ersoy’un biyografisine yer verildiği, bu sayıda ismi geçen Pasteur, Koch, E.V. Behring, Erlich, Roux, Ma- rex, Cruz, Calmette, Henle, Ramon gibi dünyaca ünlü bilim insanları arasında Mehmed Âkif’in de yer aldığı bildirilmektedir (Dinçer, 2011). Bu gelişmelerin Mehmed Âkif’in uluslararası otoritelerce bilim insanı olarak tanınması açısından değerli olduğu ileri sürülebilir.
Safahat’ta Veteriner Hekimliğin Bilimsel İzdüşümü
Mehmed Âkif, döneminin sosyal, kültürel, ekonomik ve dini konularını içeren şiirlerini kitaplaştırdığı Safahat’ta halkın sorunlarını, sıkıntılarını ve karanlıktan aydınlığa çıkabilmenin yollarını güçlü ve güzel şiirleri ile dile getirmiştir. Çağdaşları olan fikir ve sanat adamları içinde bilime en fazla önem veren, geri kalmışlığın acısını en çok dile getiren ve bu konularda çözümler üreten bir şair ve düşünürdür. Bu duyarlılığın ve bilincin arkasında, şüphesiz Mehmed Âkif’in aydın kişiliği yer almaktadır (Yıldırım & Yıldırım, 2015).
Safahat’ın altıncı kitabı olan “Asım”, insan ve toplumla ilgili sorunların ve çözüm önerilerinin ele alındığı bölümlerden oluşmaktadır. Eserde, Asım’ın, “maddenin kudret-i zerriyesi” ilmini tüm Müslümanlar adına öğrenmek ve eğitimini tamamlamak üzere arkadaşlarıyla beraber Almanya’ya gitmeye karar vermesinden bahsedilmiştir (Ayata, 2014). Mehmed Âkif, bir yazısında “Batı karşısında maddeten ve mânen sefalete düşmemek için onların seviyesine yükselmek, elde etmeye çalıştıkları, geleceğin ilmi sayılan atomu da öğrenmek gerekir” demiştir (Gür, 2007, 417). Mehmed Âkif, geleceğin bilimini müthiş olarak tanımlayarak, maddenin en küçük yapı taşı olan atomu öğrenmenin gerekliliği ve değeri hakkında şu ifadelere yer vermiştir:
“Yarının ilmi nedir, hâlbuki gayet müthiş:
Maddenin kudret-i zerriyyesi uğraştı iş.
O yaman kudrete hâkim olabilsem diyerek
Sarf edip durmada birçok kafa binlerce emek.
Ona yükseldi mi, artık değişir ruy-i zemin;
Çünkü bir damla kömürden edecekler te’min,
Öyle milyonlarla değil, na-mütenahi kudret!” (Ersoy, 2008: 463)
Batı’nın bunu gerçekleştirmesiyle birlikte dünyanın da değişeceğini söyleyen Mehmed Âkif’in bu dizelerinin bir kehanet olmadığı bugün artık daha iyi anlaşılabilmektedir (Özbalcı, 1987). Atom teorikte 1939 yılında parçalanmış, insanlık atom bombasından 1945 yılında haberdar olmuştur. 1939 yılında Otto Hahn ve Fritz Strassmann nükleer fisyonun temel matematiği ve atomlarla bombalandığında uranyum çekirdeklerinin ayrılması gerçeğini keşfetmişlerdir (Walker, 2006). Oysaki Mehmed Âkif, Asım’ın sonunda yer alan yukarıdaki mısraları, 1919’lu yıllarda yazmıştır. Mehmed Âkif’in, atom enerjisinin büyüklüğünü ve önemini çok önceden işaret etmesi onu geleceği öngören bir aydın olduğunun kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Safahat’ta Köse İmam, ilerlemenin ilk şartı olarak ilim öğrenmeyi ve onu elde tutmayı görmektedir. Ona göre “Çin-i Mâçin”deki bir ilmi gidip öğrenmek için “dağ taş” demeden gerekirse “altı aylık yol” açılmalıdır. Şiirlerde, Köse İmam’ın öne çıkardığı iki eğitim kurumundan biri kendi eğitim anlayışımızı temsil eden medreseler, diğeri batılı eğitim sistemini taklit eden mekteplerdir. O, bu iki eğitim kurumunu da beğenmeyerek yargılamaktadır (Gökçek, 2005). Medreseler, İbnü’r-Rüşd, İbn-i Sînâ, İmam Gazâlî, Seyyid Şerif Cürcanî ve Fahrettin er-Razî gibi dünya çapında bilim insanlarını yetiştirmekten artık uzaktır:
“Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü.
Hani göster bakayım şimdi de İbnü’r- Rüşd’ü?
İbn-i Sînâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?” (Ersoy, 2008: 433, 434).
Atalarımızın ilme verdiği değeri birçok kez vurgulayan Mehmed Âkif, ilim dünyasından uzaklaşılmasıyla toplum olarak Batı dünyasının emrine girildiğini belirtmektedir (Moğul, 2012).
“Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak
O fazîlet son üç asrın yürüyen ilmiyle,
Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,
Bünyevî kudreti günden güne meflûc olarak, Bir düşüş düştü ki: Davransa da, sarsak sarsak.
Garb'ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm;
Çünkü hâkim yaşatan şevket-i fenden mahrûm.
Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından” (Ersoy, 2008: 461)
Mehmed Âkif, Batı’nın bilim ve teknolojisine hayranlıkla bakmaktadır (Çetin, 2007). Hocazade, Asım ve arkadaşlarının Almanya’ya, yani Batı’ya gidip ilim öğrenmelerini istemektedir. Mehmed Âkif’e göre, çalışkanlık aynı zamanda kendinden üstün medeniyetlerin ilmini, tekniğini vatana getirmek ve halkın istifadesine sunarak diğer toplumlarla boy ölçüşecek konuma gelme anlamına da gelmektedir (Moğul, 2012). Karamsar olmadan, kötülüklere kanmadan, azimle, gece gündüz didinerek, yılmadan gözler sadece Batı’nın “yalnız ilmine” dönerek çalışılmalıdır. Avrupa’daki ilmi seviyenin yüksek olmasını her fırsatta Türk milletinin kaybı olarak gören Mehmed Âkif’in ülkenin ilerlemesi için önerdiği yöntem ise bizden üç yüz yıl daha ileride olan Batı ilim ve tekniğinin elde edilmesi için gece gündüz çalışılması ve ülkemize getirilmesinin gerektiğidir (Özbalcı, 1987; Öz, 2013). Mehmed Âkif, ülkenin geleceği ve medeni milletler seviyesine yükselebilmesi için bilimin yolundan ayrılmamak gerektiğini söylemektedir. Bu yolda millî kültür temelli eğitimin önemine vurgu yapmaktadır (Toprakçı & Baysülen, 2017).
Osmanlı modernleşmesinin bir yapı taşı olarak kabul edilen yurt dışına öğrenci gönderme uygulamasının, II. Mahmud Dönemi’nde (1808-1839) topçuluk, mimarlık, mühendislik gibi alanlarda başladığı bildirilmektedir. Sivil veteriner okulunun kurulması kararının, XIX. yüzyıl Avrupa’sında gelişen modern bilimin ışığında eğitim gören çağdaş veteriner hekimlerden oluşan bir öğretim kadrosuna duyulan ihtiyacı ortaya çıkardığı ifade edilmektedir. Bu ihtiyacı karşılamak üzere 1889 ve 1890 yıllarında Fransa’ya gönderilen ve Türkiye’ye döndükten sonra sivil ve askerî veteriner okullarının kadrosuna alınan veteriner hekimler ile veteriner hekimliği eğitim-öğretiminde yapılan iyileştirme çalışmalarının genel olarak başarılı sonuçlar verdiği ileri sürülebilir. Gerek veteriner hekimliği öğrenimi gerekse veteriner hekimliğin çeşitli alanlarında uzmanlık eğitimi için Avrupa’ya gönderilen bu kişilerin, Türkiye’de veteriner hekimliğin kurumsallaşması ve öğretiminde büyük rol oynadığı ve Türk veteriner hekimliğin gelişimine yön verdiği söylenebilir (Melikoğlu Gölcü, 2019). Dinçer’e (2011) göre, Mehmed Âkif, 1890’lı yıllarda bilim ve teknolojiyi Ba- tı’dan getirip uygulamış olan meslektaşlarının yaptıklarını Asım neslinin de yapmasını istemektedir. Mehmed Âkif’e göre, Asım’ın nesline düşen en önemli vazife, bir an evvel Batı’ya giderek bilim ve tekniği öğrenmektir. Mehmed Âkif dizelerinde hayranlık duyduğu Batı biliminin yurda getirilmesine yönelik beklentilerini açıkça belirtmektedir.
“Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi suları.
Aynı menba’ları ihyâ için artık burada;
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada.” (Ersoy, 2008: 462-463)
Mehmed Âkif, pozitivizmin Avrupa’ya yansımasından “Süleymaniye Kürsüsünde” şiirinde dolaylı olarak bahsetmiş ve Avrupa halklarının büyük bir gayretle çalışmasından söz etmiştir. Toplumu kalkındırmanın yolunun bilim ve teknikten geçtiğini savunan bu akım birçok açıdan önemlidir. Bilimin toplumsal etkisi üzerinde duran Mehmed Âkif, bilimsel faaliyetlerin Batı’da olduğu gibi ülkemizde de kurtarıcılık misyonu üstleneceğini belirtmektedir (Moğul, 2012).
Mehmed Âkif, Doğu medeniyeti ile ilgili analizlerinin gözleme dayandığını kanıtlamak istercesine Doğu’ya yaptığı seyahatleri hatırlatmaktadır. Bu yaklaşımı bir bilim insanı tutumunu sergilemektedir (Aydın, 2012). Süleymaniye Kürsüsünde, Doğu medeniyetine ait gözlemlediği yerleri şöyle tarif etmektedir:
“Bana siz âlemi İslâm-ı sorun, söyleyeyim,
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.
Şark-ı Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar.
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var!” (Ersoy, 2008: 188)
Mehmed Âkif’e göre, Doğu uygarlığı bilgiye, refaha, erdeme, bilime ve yeniliğe açık ve değer veren bir uygarlıktır. Batı uygarlığı, Doğu uygarlığının birikimlerinden faydalanmış ve feyzalmıştır. Mehmed Âkif, bu durumu şöyle ifade etmiştir: “O zaman ilimce, fence o kadar ileride idik ki, cahil frenkler tahsil için ta Avrupa’dan kalkıp Bağdat’a gelirler; ulemây-ı İslam’dan ders alırlardı. Endülüs medreselerinde birçok krallar, birçok papazlar, vaktiyle okumuşlardı. Öyledir, dar’ül-irfân idi orası. Sonra cehalet yavaş yavaş taammün etti. Nihayet biz de bu hâle geldik” (Ersoy, 2008: 295).
Bilim tarihine bakıldığında, VIII. ve XIII. yüzyıllar arasında dünya biliminin öncüleri Müslüman bilim insanlarıydı. Bu asırlarda batılıların “Alpharabi- us” olarak bildikleri Farabi, “Avicenna” diye isimlendirdikleri İbn-i Sina, “Ali- boron” olarak tanıdıkları astronomi ve matematik dehası El-Bîrûnî, cebirin kurucusu El-Hârizmî, sibernetiğin kurucusu El-Cezeri, sosyolojinin duayeni İbn-i Haldun gibi çok değerli bilginler, bilim bayrağını en yükseklerde taşıyorlardı (Yıldırım ve Yıldırım, 2015). Mehmed Âkif, bir zamanlar İbn-i Sina gibi büyük bilim insanlarının yetiştiği Doğu’daki ünlü bilim merkezlerinin bugün içine düşmüş olduğu geriliğe ve bilim dışılığa karşı büyük bir üzüntü duymaktaydı:
“O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak;
Zilletin koynuna girmiş uyuyor mustağrak!
İbn-i Sina’ları yüzlerce doğurmuş iklim,
Tek çocuk vermiyor ağuşuna ilmin, ne akim!
O rasad-hânei dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hûrâfâta o mâzisiyle.
Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün...
Okunandan ne haber? On para etmez fenler,
Ne bu dünyada soran var ne de ahirette geçer!” (Ersoy, 2008: 194, 195)
Doğa bilimleri içindeki pozitivist akımın sanatta varlığını realizm akımı içinde hissettirmektedir (Fırıncıoğlu, 2016). Güçlü bir gözlem tekniği ve inceleme yeteneğine sahip olan Mehmed Âkif, Türk şiirinde gerçek anlamda realizmi uygulayan bir sanatçıdır (Rayman, 2011). Mehmed Âkif, ilmin doğasında merak ve araştırma olduğunu ifade ederek, bilimsel çalışmaların hayatta çok önemli bir yer kapladığından bahsetmektedir. Mehmed Âkif’in deneysel
bilimlere derin sevgi ve saygısı, realiteyi doğru olarak anlama ve şiirlerinde doğru olarak anlatma becerisini kazandırmıştır. Müfredatı teorik pozitif bilimler ve uygulamalı deneysel bilimlere dayalı veteriner okulunda okumaktan gelen gözlem, bilgi ve düşünce birikimi onun şahsiyetinde realiteye objektif ve çözümsel bakma alışkanlığını (Duymaz, 2011) ve realiteye bağlılık çizgisinin gelişmesini kolaylaştırmış ve onu Türk şiirinin gerçekçi şairlerinden biri durumuna getirmiştir (Moğul, 2012).
Bilimin araştırmaya ve meraka dayalı olduğunu bildiren şair, aynı zamanda bilimin aklın eseri olduğunu da vurgulamakta ve aklı bir mikroskop gibi kullanarak bilim yapılması gerektiğini (Moğul, 2012) ifade etmektedir:
“Bakın vücûduna bir hurdebîn alıp, lâkin
Bu hurdebîn olacak kendi nûru idrâkin.” (Ersoy, 2008: 271)
İlmî dünyada geri kalışımıza çok üzülen Mehmed Âkif, tarihimizden hatırlatma yaparak ve örnek vererek gençlere atalarının mirasına sahip çıkmaları gerektiğini söylemektedir. Ona göre tarihimizdeki ilmî gelişmeler atalarımızın ilme verdikleri önemden kaynaklanmaktadır. Mehmed Âkif, bilim adamlarının ilmî gerçekleri yanlış anlayışını, bazı bilinenlerin ise noksanlıklarla oluştuğunu görerek bu durumu zihinlere resmetmektedir. Mehmed Âkif içinde bulunduğu devirde tembelliğin toplumun üstüne sinmesine dikkat çekerek hizmet veren bilimsel kurumların da ataların gayretiyle yapıldığını vurgulamaktadır. Torunların ise bilimi kullanmadığı gibi geliştirme gayreti içinde bulunmadıklarından söz etmektedir (Moğul, 2012):
“Kamer hesâbı, güneş devri, sonra, miladi,
Deyip de üç yılı ezber bilen zeki millet,
Durur mu hiç yalınız bir sa'atle durmaz evet!’ (Ersoy, 2008:255).
“Oyup sıçan gibi her dört adımda bir kemeri,
Deden mi açmış o miskin kılıklı kahveleri
Hayır, deden sana, bak hastahaneler yapmış!
Yanında Mekteb-i Tıbbiyye'ler, neler yapmış!
Şu gördüğün kocaman kütle yok mu Dârü't-Tıb.” (Ersoy, 2008: 258,259)
Mehmed Âkif, medeni bilimlerden beklenen menfaatlerin olduğunu, bilimin hayata faydalı olduğunu aktarırken, bizdeki bilimlerin hiç işe yaramadığını, fen bilimlerinden yeterince yararlanamadığımızı bildirmektedir:
“Ulûm-i hâzıradan beklenen menafidir.
Demek, birincisi ilmin: Hayata nâfı'idir.
O halde bizdekiler sadra hiç değil şâfi.
Fünûn-i müsbeteden istifâdemiz menfi” (Ersoy, 2008: 355)
O, bilimin güzelliğinden ve değerinden bahsederken bilim insanlarını da desteklemekte, onların halka kılavuzluk etmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Mehmed Âkif, pozitif bilimlere olan ihtiyacı çok iyi anlamıştır. Ona göre, halka yol gösterecek biricik kılavuz bilim insanlarıdır:
“Halka yol gösterecek bir kılavuz var: Ulemâ.
Kalanın hepsi de boş.” (Ersoy, 2008: 403,404).
“Taammüm etmesi lazım maarifin ancak;
Okuryazarsa ahali, ne var yapılmayacak?
Donanma, ordu, birer ihtiyac-ı mübrîmdir,
O ihtiyacı, fakat, öğreten muallimdir” (Ersoy, 2008: 295)
Bu sözler, Mehmed Âkif’in, bir ulusun eğitim-öğretim sisteminin lokomotifi olan okul ve öğretmenleri her şeyin üstünde tuttuğunu göstermesi bakımından değerlidir. Bu yüzden Mehmed Âkif önceliği donanmaya, tecrübeli ordulara değil, öğretmen ordusuna vermektedir. Doğu ve Batı’daki gelişmeleri çok yakından takip edecek kadar bilgili ve donanımlı bir aydın olan Mehmed Âkif, Almanya seyahati sırasında Alman aydınlarının neler yapabildiğini hayranlıkla izlemiştir (Özbalcı, 1987). Safahat’ta, ordularını Sedan’da Almanlar’a teslim etmek zorunda kalan Fransızların dilinden şu sözleri nakletmektedir:
“Muallim ordusudur harbeden Prusya’lının;
Muallim ordusu, lakin, asıl muzaffer olan!” (Ersoy, 2008: 295).
Onun “Berlin Hatıraları” adlı şiirinde ifade edildiğine göre, Almanya’da aydınlar toplumun beynidir; lokomotifidir. Onlarla halk arasında derin uçurumlar ve engeller yoktur. Değişik görüşler, fikir ayrılıkları olsa da halkın menfaati, milletin saadeti söz konusu olunca hepsi aynı noktada birleşmektedirler (Özbalcı, 1987). Almanya’da bir okulla bir mabedin birlikteliği, milletin beyin ve kalbini aynı şekilde besleyip aydınlatmaktadır:
“Nasılsa mektebimiz tıpkı öyle mabediniz.
Ne çan sadâsı boğar san’atın teranesini,
Ne susturur medeniyyet bu ahiret sesini” (Ersoy, 2008: 353)
Mehmed Âkif, cehaletle mücadele için öncelikle mahalle mekteplerinin açılmasını ve halk ile aydın sınıfı arasındaki kopukluğun ortadan kalkmasını istemektedir. Mehmed Âkif’e göre, sosyal adaleti, birliği ve iç huzuru sağlamak için aydınlarla halk arasında sağlıklı bir iletişimin ve bütünlüğün kurulması gerekmektedir. Bunun için aydınlar öncelikle ilericilik gerekçesiyle din düşmanlığından ve halka yabancı ideoloji ve siyaset yapmaktan vazgeçmelidir (Öz, 2013). Bu bütünlüğün en güzel örneğini Japonya’da gören Mehmed Âkif, Japonların gelenek, görenek ve modernizmi nasıl birlikte yaşadığını (Özbalcı, 1987) anlatmaktadır:
“Siz gidin, saffet-i İslami Japon’larda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün,
Müslümanlıktaki erkanı sıyanette ferid;
Müslüman denmek için eksiği ancak Tevhid.
Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat;
Acizin hakkını i’laya samimi gayret;
En ufak şeyle kanaat, çoğu kudret varken;
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;
Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;
“Öleceksin!” denilen noktada merdane sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat;
Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.
Âdemin en temiz ahfadına malik bir ada.
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız” (Ersoy, 2008: 197)
Mehmed Âkif’in, en önemli isteklerinden birisi de İslamiyet ile çağdaş ilmi birleştirmektir (Özbalcı, 1987). Ona göre, Batı’nın bilim ve tekniğini öğrenmekle, onun kültürünü ve ahlaki değerlerini benimsemek ve taklit etmek aynı şeyler değildir. Mehmed Âkif, bu konuda örnek bir tutum sergileyen Ja- ponlara hayranlık duymaktadır (Özbalcı, 1987; Yetiş, 1992):
“Medeniyyet girebilmiş yalnız fenniyle...
O da sahiplerinin lahik olan izniyle.
Dikilip sahile binlerce basiret, im’an;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür!” (Ersoy, 2008: 197)
Mehmed Âkif’e göre, yukarıdaki dizelerde; Japonlar ülkelerine belli ölçülerde olmak kaydıyla Batı medeniyetinin yalnız bilim ve tekniğinin girmesine izin vermişler, maskaralık olarak nitelenen ahlaksızlıklara karşı inanç ve kararlılıkla dikilmişlerdir. Moda şeklinde gelen fenalıkları gümrükte çürümeye terk ederken, Batı’nın sadece değer taşıyan eşyalarının girişine izin vermişlerdir. Mehmed Âkif Japonların, millî ve manevi değerlerini kaybetmeden ve Batı karşısında herhangi bir aşağılık duygusuna kapılmadan çağın gerektirdiği bilim ve tekniğe erişmeyi başararak birçok ülkeye örnek olduklarına dikkat çekmektedir (Özbalcı, 1987). Japonya örneğinin yanında Hindistan’daki müspet gelişmeler karşısında da hayranlık duyan Mehmed Âkif, şu dizeleri yazmıştır:
“Öyle, maymun gibi, taklide özenmek bilmez;
Hiss-i milliyeti bağlamdır onun, eksilmez!
Garb’ın almışsa herif, ilmini almış yalnız.” (Ersoy, 2008: 198)
Almanya, Japonya ve Hindistan gibi ülkelerle Doğu’yu kıyaslayan Meh- med Âkif, bu milletlerin çok çalıştıkları, kendi millî ve manevi değerlerini korudukları ve taklide katiyen yer vermedikleri için yükselebildiklerini hayretle görmekte ve kendisinde oluşan kanaati şöyle dile getirmektedir (Özbalcı, 1987):
“İstedim sonra, neden böyle Japonlar yüksek?
Nedir esbâb-ı terakkisi? Yakından görmek. Bu uzun boylu mesai, bu uzun boylu sefer, Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer. O kanaat de şudur: Sırr-ı terakkinizi siz, Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz. Onu kendinde bulur yükselecek bir millet; Çünkü her noktada taklid ile sökmez hareket. Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atını.
Veriniz hem de mesainize son süratini.
Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız; Çünkü milliyeti yok san’atın, ilmin; yalnız, İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin: Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için, Kendi ‘mahiyyet-i ruhiyye’niz olsun kılavuz.
Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz.” (Ersoy, 2008: 215,216)
Bu dizelerde, Batı’nın bilim ve sanatına hızlı bir emek harcayarak ulaşılmasının şart ve elzem olduğu, sadece bilim ve sanatın milletinin olmadığı, ilerlemenin sağlanabilmesinin ancak millî ve manevi değerler kılavuzluğunda sağlanabileceği anlatılmıştır (Özbalcı, 1987).
Mehmed Âkif, uzmanlaşmadan ve iş bölümünden yanadır (Keskin, 2005). O, her işe uzmanının soyunması gerektiğini, aksi durumda millî kurtuluşumuzun mümkün olamayacağını bildirmektedir (Öz, 2013):
“Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe
Kalır selâmet-i millîyemiz (millî kurtuluşumuz) öbür gelişe!
Neden vezaifi (görevleri) taksime hiç yanaşmıyoruz?
Olursa bir kişinin koltuğunda on karpuz,
Öbür gelişte (ölümden sonra dirilişte) de mümkün değil selâmetimiz
Yazık, yazık ki bu yüzden bütün felâketimiz” (Ersoy, 2008: 292).
Mehmed Âkif, milleti oluşturan tüm halkların ve bireylerin bilgisiz ve cehalet içerisinde olduğunu ve bu cehaletten ancak okul, öğretmen ve bilim ekseninde aşılabileceğini dile getirmektedir:
“Bu derde çare bulunmaz -ne olsa- mektebsiz
Ne Kürd alfabeyi sökmüş ne Türk okur ne Arap
Ne Çerkes’in ne Laz’ın var bakın elinde kitap!
Hulâsa milletin efrâdı (bireyleri) bilgiden mahrum.
Unutmayın şunu lâkin: Zaman: Zaman-ı Ulûm!
Demek ki; atmalıyız ilme doğru ilk adımı.
Mahalle mektebidir, işte en birinci adım;
Fakat bu hatveyi (adımı) ilkin tasarlamak lâzım
Muallim ordusu derken, çekirge orduları
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!
“Muallimim” diyen olmak gerektir imanlı,
Edebli, sonra liyakatlı, sonra vicdanlı.
Bu dördü olmadan olmaz: Vazife, çünkü büyük.” (Ersoy, 2008: 296)
Bu mısralarda Mehmed Âkif, “Zamân-ı ulûm” yani bilim çağı diyerek belki de çağa ilk defa ismini veren bir aydın olmuştur. Nitekim ancak seksenli yıllardan itibaren “bilim çağı, bilim toplumu, bilgi toplumu” gibi tanımlar dünya literatüründe yerini almıştır (Yıldırım & Yıldırım, 2015). Aynı mısralarda Mehmed Âkif, öğretmen ordusunun, önüne gelen her şeyi tüketerek zarar veren çekirge ordusu gibi olmamasını, bir öğretmenin öncelikle imanlı, edepli, liyakatli ve vicdanlı olması gerektiğini belirtmektedir. Aranılan vasıfları taşımayan öğretmenler tıpkı çekirgeler gibi yeni filizlere, nesillere zarar verecektir (Yetiş, 1992).
Mehmed Âkif, milletin devletine bağlılığının devamı ancak çağın bilimlerini gençliğe öğretmekle mümkündür (Keskin, 2005) diyerek uyarıda bulunmaktadır:
“Evet, ulûmunu asrın şebaba öğretelim;
Mukaddesâta, fakat çokça ihtiram edelim
Eğer hayatını kasteyliyorsanız vatanın:
Bakın, anâsır-i İslâmı hangi râbıtanın
Devamı bağlayabilmiş bu müşterek vatana.” (Ersoy, 2008: 297)
Mehmed Âkif, bilimin gelişip ilerleyebilmesi için ülkede huzurun, bilime hürmetin ve saygının olması gerektiğini dile getirmektedir:
“Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün?
Çünkü efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,
Asr-ı hazırda geçen fenlere sâhîp denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?” (Ersoy, 2008: 211)
Mehmed Âkif, geçmişe özlem duyarak Süveyş Kanalı’nın açılmasının omuz gücü ile değil bilimle ve çalışmakla mümkün olduğunu, bu bilim ve tekniğe ulaşmanın çok uzun bir zaman aldığını belirtmektedir (Öz, 2013):
“Süveyşi açtı herif..Doğru...Neyle açtı fakat?
Omuzlamakla mı? Heyhat! Öyle bir fenle,
Ki bir ömür telef etmiş o fenni tahsile” (Ersoy, 2008: 291)
Mehmed Âkif, ülkenin geri kalmışlığının nedenleri arasında medreselerin çağın gerekliliklerine göre hareket etmemelerini ve bu duruma devam etmekte inatçı olmalarını göstermektedir. O, medreselerle beraber mülkiye, tıbbiye, bahriye, baytar mektebi, ziraat mektebi, mühendishane gibi eğitim kurumları- nın yetersizliğini, kalifiye eleman yetiştirmekte geride kaldıklarını ve bu durumun bizi yurt dışına bağımlı hâle getirdiğini ifade etmektedir. Mehmed Âkif, bu okullardan bahsettikten sonra şöyle devam etmektedir:
“Şu ne? Mülkiyye. Bu? Tıbbiyye. Bu? Bahriyye. O ne?
O mu? Baytar. Bu? Ziraat. Şu? Mühendishâne
Çok güzel, hiç biri hakkında sözüm yok; yalnız,
Ne yetiştirdi ki şunlar acaba? Anlatınız!
İşimiz düştü mü tersâneye, yâhut denize,
Mutlaka âdetimizdir, koşarız, İngiliz’e,
Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;
Hekimin hâzıkı bilmem nereden celbedebilir.” (Ersoy, 2008: 406)
Mehmed Âkif’e göre, ulvi gaye bilgiyi insanlığa yarayacak şekilde kullanmaktır. O, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yükseköğretim amacıyla yurt dışına giden Türk gençliğinden Batı’nın bilim, edebiyat ve sanatını alıp kendi memleketine getirmesini istemektedir (Özgen, 2013):
“Fransız’ın nesi var? Fuhşu bir de ilhâdı;
Kapıştı bunları yirminci asrın evlâdı!
Ya Alman’ın nesi var? Zevki okşayan birası;
Unuttu ayranı ma’tûhe döndü kahrolası!
Heriflerin, hani dünya kadar bedâyi’i var:
Ulûmu var, edebiyatı var, sanâyii var.
Giden birer avuç olsun getirse memlekete;
Döner muhitimiz elbet muhit-i marifete.” (Ersoy, 2008: 305).
Mehmed Âkif, Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebinde yaşananları Hasta şiirinde şöyle ifade etmektedir:
“Öksür Oğlum... Nefes al. Oldu giyin;
Bakayım nabzma.A’la.. Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, o, keser, pek iyidir.
Arsenik hapları al, söylerim eczacı verir.
Hadi git, kendine iyi bak.” (Ersoy, 2008: 45)
Bu dizelerde, Mehmed Âkif’in, kodein ve arsenik içerikli ilaçların kullanımını önermesi hekimlik bilgisinin göstergesidir. Kodein, afyondan elde edilen narkotik türevi bir ağrı kesicidir. Öksürük, ağrı kesici olarak kullanım alanı bulmaktadır (Aşıcıoğlu vd., 2013). İnorganik arsenik türleri ise o zamanlar sıtma, frengi, lösemi ve sedef hastalığı gibi rahatsızlıkların tedavisinde başarıyla kullanılmıştır (Bilici Başkan ve Pala, 2009).
Kuntay (1986), Mehmed Âkif’e Hasta şiirinin aslını merak edip sorduğunda, Halkalı Ziraat Mektebinde hocalık yaptığı dönemde Ahmet adında bir öğrencisinin verem olduğunu ve ona yazdığını nakletmektedir:
“Bence doktor onu siz soyarak dinleyiniz!
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyemi illet? Nerde!
Çocuğun hâli fenalaştı şu son günlerde.” (Ersoy, 2008: 44)
Bu şiirde, hekim hastayı (Ahmet) o zamana kadar hiç soymadan dinlemiştir. Hekim veremi göğüs nezlesi sanmıştır. Doktorların inanmadıkları bu hastalık Ahmet’i her gün daha da kötüye götürmüştür. Hekimler Ahmet’in kuruntudan zayıfladığını ve bunun da ilacı olmadığı için evham getiren çocuğu telkinle iyileştirmeye çalışmışlardır. Leblebi unundan yaptıkları hapları Ahmet’e vermişler, her gün bunlardan 4 tane yutmasını tavsiye etmişlerdir. Veremin geç teşhis edilmesi neticesinde Ahmet ölmüştür. Kuntay hatırasında (1986), Mehmed Âkif’in çocuğun ölümüne çok üzüldüğünü ve ağladığını aktarmaktadır.
Kuntay (1986), Mehmed Âkif ile mektuplarında Mehmed Âkif’in sıtma (malarya) hastalığına yakalandığını, Cebeli Lübnan’daki bir hekiminde kendisine sıtma teşhisi koyduğunu, Mehmed Âkif’in Prenses Emine Abbas Halime yazdığı mektupta; “... Sıdkı Bey isminde bir hekim bendenizle çok alakadar oldu. Kanımda malarya bulunduğunu söyleyerek kinin’i mahlul (eriyik) hâlinde beş gün tahtelcild (deri altı) zerketti, bundan hayli fayda gördüm.” dediğini aktarmıştır. Fakat sonraları bu hastalığa kendisinin de inanmadığı aynı mektupta görülmektedir:
"... Lakin Mısıra döndükten bir süre sonra, akşamları, yine hararet başladı. Dilaver Bey şırıngayı tekrar ettiyse de tesiri olmadı. Şimdi içerden bir Alman ilacı veriyor. Akciğerde kalpte bir şey olmadığını hekimler birlikte söylüyorlar ki bundan kendim de eminim. Yalnız karaciğerle dalak büyümüş. Gençliğimde iki üç defa malaryaya tutulmuştum. O iki uzvun büyümesini bendeniz buna hamletmek istedim. Çünkü hekimlerin saydıkları diğer esbap ile hiç münasebetim olmadı. Yalnız bir dizanteri muayenesi kalmıştı, onu da Mısıra gelince yaptırdım, olmadığı tebeyyün etti. Şayet malaryadan olsaydı, bu kadar şırınganın kat’i bir tesiri görülecekti. Binaenaleyh asıl sebep anlaşılmamış demektir. Muvaffak olabilirsem, on beş gün için olsun, bir hastahanede kalarak müşahade altına girmek ve neticeye göre tedavi edilmek istiyorum (Kuntay, 1986: 138, 139).
Mehmed Âkif, bir mecmuasında: “Uyuz hastalığına tutulan devesine bir Arap’ın Ali’den dua istediğini ve Ali’nin de: Uyuz deveye duadan ziyade katran lazım! diye cevap verdiğini” yazmıştır (Kuntay, 1986). Bilgiye ve bilime büyük değer veren Mehmed Âkif, batıl inançların, hurafelerin de amansız düşmanıdır. Ona göre gerçekle hiç ilgisi bulunmayan hurafeler, “âhmak aldatmak için söylenen ve hiç dinlenmemesi gereken” şeylerdir (Kavcar, 2011):
“Ahmak aldatmak için söylenir şeylermiş,
Bu hurâfâtı hakikat diye kim dinlermiş?” (Ersoy, 2008: 439)
Mehmed Âkif’e göre, asılsız ve boş inançların İslam dininde hiç yeri yoktur. Fakat tembel ve cahil insanlar, işin kolayına kaçmış, din adına birçok hurafe uydurmuştur:
“Çalış” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun;
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!” (Ersoy, 2008: 280)
“O rasathanei dünya, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurafata o mazisile:
Ay tutulmuş, “kovalım şeytanı kalkın!” diyerek
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek!” (Ersoy, 2008: 194)
Nerede bilgisizlik varsa, orada nifak ve ahlaksızlık bulunacağı inancında olan Mehmed Âkif, ay tutulması karşısında, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek dümbelek çalmaya kalkışan binlerce Türkistanlı kadını ve erkeği eleştirmekte ve hurafelerin gereksizliğini anlatmaktadır (Kavcar, 2011). Mehmed Âkif, halkın bazı bilimsel olayları farklı yorumlayarak bilim dışı yöntemlere başvurduklarını ve bu duruma örnek olarak ay tutulmasının şeytani bir olay olduğuna inanan halkı göstermektedir (Öz, 2013).
Mehmed Âkif’in bilime olan inancına, İstanbul’da görülen kolera salgınını gidermek için önceden olduğu gibi para ile tutulacak hafızların memlekette dolaştırılmasını hükûmete öneren 1911 tarihli Sırâtımüstakîm’e gelen bir mektuba verdiği cevapta rastlamaktayız. Mehmed Âkif’in bu mektuba cevaben kaleme aldığı “Koleraya Dair” başlıklı yazısında, nadir ve bulaşıcı görülen ne kadar hastalık varsa kurtulmak için tıbbın tavsiye edeceği koruyucu ve tedavi edici tedbirlerden başka yapılacak hiçbir şey olmadığını söylemesi, kendisinin bilimsel yöntem ve teknikleri öncelediği şeklinde yorumlanabilir (Yetiş, 1992; Öz, 2013).
Mehmed Âkif, Şark’ın her tarafının, arazilerin bakımsız olduğunu, hastalıkların yaygın olduğunu, hurafelerin her tarafı kapladığını ve bunların tembelliğin işareti olduğunu gözlemlemiştir:
“Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar;
Ekilmiş koca yerler, biçilmiş ormanlar;
Durur sular, dere olmuş halâ-yi câriler;
Isıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sârîler
Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;
Mezar mezar dolaşıp hasta baktıran sağlar.
Ataletin o mülevves teressübatı bütün!” (Ersoy, 2008: 277)
Realitenin estetik arayışlar arasında kaybolmasına müsaade etmeyen, olayları olduğu gibi görmeyi ve göstermeyi öncelikli gaye edinen Mehmed Âkif (Koç, 2015), yükseköğreniminde aldığı veteriner bilimleri derslerinin de etkisiyle tabiatta gözlemlediği çekirge, bülbül, baykuş, at, fil, inek, öküz, keçi, koyun, karga, köpek, deve, yılan, ayı, ejderha, manda, sırtlan ve aslan gibi hayvanları imgeler üzerinden metaforlar oluşturarak kendine öz üslubuyla şiirlerine nakış nakış işlemiştir:
“Ne manzaraydı ki bir kuş kadar uçan o melek
Dururdu bî-hareket, kol kanad kımıldamıyor!” (Ersoy, 2008: 85).
“Al okut, Avrupa tahsili desinler, gönder,
Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin!” (Ersoy, 2008: 193)
“Kahraman milleti gördün ya: biraz silkindi,
Leş yiyen kargaların sesleri birden dindi!” (Ersoy, 2008: 202)
“İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!” (Ersoy, 2008: 205)
“Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş” (Ersoy, 2008: 233)
“Muallim ordusu derken, çekirge orduları
Çıkarsa ortaya, artık hesap edin zararı!” (Ersoy, 2008: 296)
“Ufuklarında sönük bir ziyâ, cılız bir ümîd
Belirmesiyle, bakarsın deminki baykuşlar
Meşîmesinde fezanın o nuru boğmuşlar!” (Ersoy, 2008: 357)
“Geceden girdiği dehşetli mugaylân-zârı,
Gündüzün geçmek için kâfile olmuş develer,
Eğrilip büğrülerek yangına düşmüş ejder” (Ersoy, 2008: 363)
“Yerliden az kaba, Maltız keçisinden çok ufak,
İki mahzûn öküzün seyrine münkad olarak” (Ersoy, 2008: 394)
“Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla;
Koca mer’a dolu baştan başa sağmallarla.
Köylünün kırları tutmuş, yayılırken davarı, Sökemezsin, sarar afakını yün dalgaları!
Dolaşır sal gibi göllerde hesapsız manda, Fil sanırsın, hani, bir çıksa da görsen karada. Geniş alnıyla yarar otları binlerce öküz, Besiden her birinin sırtı, bakarsın, düm düz. Tarayıp hepsini evlâd gibi, bir bir kınalar. Tepeden kuyruğu dikmiş, inedursun danalar, Dalar etrâfa köyün damgalı yüzlerce tayı;
İnletir at sesi, kısrak sesi gömgök ovayı.” (Ersoy, 2008: 395)
“Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı. Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı, Bir bakar insana yan yan ki, yuz olmuş manda, Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selam ver be herif! Ağzın aşınmaz ya... Hayır, Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.” (Ersoy, 2008: 410,411)
“Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin” (Ersoy, 2008: 443)
“Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,” (Ersoy, 2008: 479)
“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!” (Ersoy, 2008: 513)
Sonuç
Mehmed Âkif, ömrünün 24 yılını, veteriner hekimliğin bilimsel ortamında ve mesleğini icra ettiği toplumun içinde geçirmiştir. Mehmed Âkif’in çağdaşı pek çok şair, hayatı boyunca İstanbul sınırından bir kez olsun çıkmamışken, Mehmed Âkif, yıllarını Rumeli, Arabistan ve Anadolu’da salgın hayvan hastalıklarının mücadelesi sırasında toplumla iç içe geçirmiştir. Mehmed Âkif’in düşünce ve ruh dünyası bu toplumda gelişmiş, veteriner hekim Meh- med Âkif’ten, şair Mehmed Âkif doğmuştur.
Mehmed Âkif’in veteriner okulunda aldığı fen bilimleri realist bir yazar/ şair olmasında önemli bir rol oynamıştır. Nitekim fen bilimleri, karakterinde bulunan mistik yönünü dengede tutarak onun hayatı daha gerçekçi yorumlamasına neden olmuştur. Ayrıca veteriner hekimlik hizmetleri nedeniyle gezdiği yerler, karşılaştığı insanlar ve halkın sıkıntılı ve dramatik hâli onun halkı daha yakından tanımasını sağlamıştır. Bu durum sonraları yazacağı millî ve destani şiirlerinin de zeminini hazırlamıştır (Dayanç, 2012).
Toplumsal bilimlerde doğal bilimlerdeki gibi deney yapmak pek mümkün olmadığından, bu eksikliği gidermek için karşılaştırmalı yönteme sıkça başvurulmaktadır. Karşılaştırmalı (komparatif) yöntem, belirli olayların ortaya çıkmasında ve gelişmesinde etkili olan fonksiyonel faktörleri sınıflandırmayı ve açıklamayı amaçlayan bir araştırma yöntemini ifade için kullanılan bir terimdir (Aydın ve Hanağası, 2017). Mehmed Âkif’in birçok şiirinde gizli bir karşılaştırma ifadesi sezmek mümkündür. Bu yaklaşım kişilere farkında olmadan olaylara çok yönlü bakabilme ve realitiye yaklaşabilme yeteneğini kazandırabilmektedir. Mehmed Âkif’in şiirleri bu açıdan incelenince onun sanatına, kişiliğine ve bilgisine veteriner hekimliğin etkisini daha objektif bir şekilde değerlendirebilmek mümkün olabilecektir (Dinçer, 2011).
Mehmed Âkif’in şiir ve mektuplarında meslek sevgisi ve aidiyetliğine, tek tıp-tek sağlık konsepti içerisindeki koruyucu hekimlik ve veteriner halk sağlığı bilincine, zootekni bilgisine ve hayvan sevgisine rastlanılmaktadır.
Mehmed Âkif, kendi döneminin en önemli dillerini öğrenen ve öğreten, eğitimin temel ilkelerini çok iyi kavrayan ve uygulayan bir eğitimcidir (Düzdağ, 1997; Demirtaş ve Nacar, 2018). Mehmed Âkif, bilim, okul ve eğitim üçgeninde şiirlerine bilimsel bir yaklaşım kazandırmış, çalışkanlığı ve sorumluluğu, bunlarla beraber özgürlük kavramını da bilimsel çalışma yapma kavramına bağlamıştır. Safahat’ta en çok rastlanan değer %17,9 ile bilimsellik değeridir (Moğul, 2012). Bu sıklık, bilimin ve bilimselliğin Mehmed Âkif Er- soy’un hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Safahat’ta, Mehmed Âkif’in, “asr-ı ulûm” diyerek çağa adını ilk defa verdiği, “maddenin kudret-i zerriyesi” tanımıyla atom enerjisinin önemine çok önceden işaret ettiği tespit edilmiştir. Safahat’ta tespit edilen bilime saygı, bilimsel liyakat, bilimin önemi ve gerekliliği, bilimsel yöntem, bilim insanı-aydın tanımı ve tıp bilgisi gibi bilimsel değerlerin Mehmed Âkif Ersoy’un aydın kimliğinde bilimin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir.
Mehmed Âkif, Türk Milletine tarihi, toplumsal ve edebî bir başeser olan Safahat’ı, İstiklâl mücadelesinin ruhunu en iyi yansıtan ve millî mutabakat metni olan İstiklâl Marşı’nı armağan etmiştir. Mehmed Âkif’in, bu eserlerle Türk halkını aydınlatmaya ve eğitmeye devam ettiği söylenebilir. Bu eserlerin doğmasına sebep olan duygu, düşünce ve bilimsel bakış açısının Mehmed Âkif’in şahsiyetinde oluşmasını sağlayan esas dinamiğin onun edindiği pozitif bilimli veteriner okulu ve veteriner hekimliği mesleği olduğu ileri sürülebilir.
KAYNAKÇA
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.