Dinî ve tarihsel kökenlerini Tevrat’ta bahsedilen “vaat edilen topraklar”a (Eretz İsrail) kadar götürür.
Bu inanca göre İsrailoğullarının tanrısı kutsal toprakları, Hz. İbrahim aracılığıyla onlara vaat etmiş ve bu zamandan itibaren İsrailoğulları kabilesiyle vaat edilen topraklar arasında dinî-duygusal bir bağ oluşmuştur.
MÖ 11. yüzyılda kurulduğu sanılan İsrail Krallığı’nın, İsrailoğullarının bu topraklardaki ilk siyasi varlığını temsil ettiği ve bu tarihten sonra İsrailoğullarının aralıklı olarak kısa süreli krallıklar kurduğu düşünülmektedir.
İsrailoğullarının bu topraklardaki siyasi hâkimiyeti çok kısa sürmesine ve bu toprakların Süryani, Babil, Pers, Yunan, Sasani, Bizans ve son olarak kısa süreli Haçlı işgallerini saymazsak 7. yüzyıldan itibaren Müslüman devletler tarafından yönetilmesine rağmen Yahudiler, bu topraklara dinî ve millî sahiplik iddiasını yüzyıllar boyu sürdürdüler.
Roma ve Babil sürgünleriyle Orta Doğu ve Avrupa’ya kadar yayılan Yahudiler, kutsal olarak addettikleri toprakları ve bir gün bu topraklara dönüş hayalini dinî ritüelleriyle hep canlı tuttular.
Bu ritüelin kapsama alanına giren Lübnan, Suriye, Dicle / Fırat havzası vs. bölge ülkeleri ile kısa, orta ve uzun vadeli plan dâhilinde savaş ve çatışma siyaseti üzerine kurulu hedefler 7 Ekim saldırıları ile start alırken, sınır komşusu olması dolayısı ile Lübnan daha sonra Suriye sonrasında İran ile olacak olan bölgesel savaş hesapları en kuralsız hâliyle geri dönülmez bir dönemin kapılarını açmış gözüküyor.
Devamı: https://www.milatgazetesi.com/yazarlar/lubnan-bir-orta-dogu-laboratuvari-8189/
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.