Serkan Türk kardeşim, ‘seyrettiğiniz en iyi yabancı film ve sizdeki öyküsü?’ diye sorar sormaz, üç saniye içerisinde cevap verdim hemen: ‘The Candidate/Aday. Robert Redford’un. 1981 senesinde seyretmiştim hem de.’
Doğru söylüyordum. Birinci adayım, birincilik adayım ‘Aday’dı benim.
İzninizle anlatayım efendim:
1980 yazı. Mühendislik Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim. Haziran finalleri bitmiş, iki aylık bir tatil sonrasında Eylül finalleri başlamıştı. Sıcak yaz günleri, sınav hazırlıkları ve finallere giriş çıkışla geçiyordu benim için. Arada - seyrek de olsa - sevdiğim kızla buluşup hasret gidermekle.
12 Eylül Cuma günü saat 14.00’de hocamız Abdullah Gül İktisat-II’den final yapacaktı. İyi hazırlanmıştım. B yani 75-80 civarı bir not alabilecek düzeye gelmiştim. Hazırdım işte. Final sonrası sınıf arkadaşım Gürsel Kaya ile buluşup Muhasebe-II çalışacaktık. Sonra da - aman kimse duymasın- o günlerde sevgilim olan Gülseren Hanım ile buluşacaktık Gönül Pastanesi’nde. Meraklısına not: Gülseren Hanım, bu satırları yazdığım sırada otuz sekiz yıllık eşim, oğlum Ahmet Arif ile kızım Ayşenur Gülsüm’ün anneleri olur.
Sabah saat 10.00’a kadar son bir kez göz attım notlarıma. Hazırdım artık. Mavi renkli 32 paça pantolonumu ütüleyip yeşil puanlı gömleğimi de üzerine geçirip yola çıkmalıydım. Kömürlü ütü ile pantolonumu ütülerken bir yandan da radyoya kulak veriyordum.
Radyo kahramanlık türküleri çalıyordu, ne güzel. Hasan Mutlucan o boğuk tok sesiyle ‘Yine de şahlanıyor amman kolbaşının da kır atıııı’ diyordu. Keyiflenmiştim. Sağ elimde ütü, dilimde hafiften bu türkü… öteden beri severdim kahramanlık türkülerini, mehter marşlarını zaten.
Radyo türkülere ara veriyor, spiker bir iki dakikalık kısa haberler de sunuyordu. Haberlere pek kulak verdiğim yoktu, oldum olası. Aklımda sınav, Gürsel Kaya ve Gülseren Altay vardı, yalanım yok!
Bir ara haberlere kulak kabartayım dedim. Bir ülkede ordu sabaha doğru yönetime el koymuş, onu söylüyordu. ‘İslâm ülkelerinden birisidir gene’ dedim içimden. ‘Ya Pakistan, ya Irak, ya Libya’dır. Zaten geçenlerde Orgeneral Ziyaül-Hak Pakistan’da, Albay Muammer Kaddafi Libya’da yönetime el koymamışlar mıydı. Yine böyle bir şeydir… belki Mısır, belki Sudan. Dur bakalım hangi zavallı İslâm ülkesindeymiş?’ diye düşünürken birden zihnime bomba düşüverdi:
“- Türk Ordusu bu sabah itibarıyla yönetime el koydu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren TBMM’yi feshetti. Bu gece 05.00’de başlayan sokağa çıkma yasağı devam ediyor.”
İnanamıyordum. Uzak, çok uzak, Arap ülkelerinde rastladığımız yönetime el koyma bizim de mi başımıza gelmişti. Tatilde olduğum için finallere köyümden gelip gidiyordum. Okçular’daydım o gün. O nedenle saat 10.00’a kadar sokağa çıkma yasağından haberim olmamıştı. Herkes tarlasında işinde gücündeydi zaten. Yatmıştı bizim İktisat-II sınavı. (Yıllar sonra, 2011 yılında o günkü sınıf arkadaşlarımızın bir kısmıyla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Hocamızı Çankaya Köşkü’nde ziyaret ettiğimizde, görevliler herkesin önünde de not kâğıdı kalem koyunca söylemeden edemedim: ‘12 Eylül 1980 Cuma günü İktisat-II sınavımızı askeri darbe nedeniyle yapamamıştınız. Biz hazırız hocam, buyurun soruları sorunuz.’ Koca Cumhurbaşkanı dâhil herkes kahkahaları koyuvermişti.)
…
Evet; 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi yapılmış, beşli orgeneral çetesinin başı Kenan Evren ‘devlet başkanı’ sıfatıyla ülkenin başına oturmuş, anayasayı iptal etmiş (ilga etmiş - ortadan kaldırmış demek daha doğru), meclisi, bakanlar kurulunu feshetmişti. Başbakan Süleyman Demirel ile Ana Muhalefet Partisi lideri Bülent Ecevit’i Çanakkale Boğazı’na nazır Zincirbozan’a denizi seyirle hapsetmiş, MSP Lideri Necmettin Erbakan ile MHP Lideri Alpaslan Türkeş’i de kodese tıkmıştı.
Herkes mutluydu ülkemde: On bir eylül Perşembe günü on dört, on eylül Çarşamba günü sekiz, dokuz eylül Salı günü on üç, sekiz eylül pazartesi günü on bir, yedi eylül Pazar günü altı, altı eylül Cumartesi günü on yedi, beş eylül Cuma dokuz vatan evladını kurban alan terör, bıçak kesilir gibi kesilivermişti.
Yıllardır anarşi belasıyla kıvranan Türk Milleti, oğlunu başka şehre üniversite okumaya gönderen her ana baba yüreği, akşam ezanında dükkânını kapatıp evine kapanan esnaf kalbi… Velhâsılı ‘ülke huzur ve güven ortamına’ kavuşturulmuştu.
Partiler, parlamento, bakanlar kurulu yoktu. Olsundu, terör durmuştu ya. ‘Okullar olmasa milli eğitim bakanlığını ne güzel idare derim’ misali, meclisi hükümeti seçilmişleri attaya göndermiş, demokrasiyi müzeye kaldırmıştı askerler, olsundu. Huzur ve güven ortamı vardı ya, demokrasi de tatile çıkıversindi biraz. Böyle düşünenlerin çoğunlukta olduğu günlerdeydik şimdi.
Gazeteler her akşam ‘askeri onay’dan geçiriliyor, sonra baskıya giriyordu ya, basından sansürün kaldırılışının bilmen kaçıncı yıldönümü kutlanıyordu bir yandan da gazetelerce. Sevsinlerdi.
Ülkemizde sular durulmuş, askeri rejim tepemize oturmuştu. Neyin karşılığında? Terörü gidermenin.
Bir kimse de çıkıp ‘arkadaş madem bu anarşiyi bir gecede önlemeyi biliyordunuz, on iki ağustosta on iki temmuzda on iki haziranda niye önlemediniz? Demokrasi döneminde siz genelkurmay başkanı değil miydiniz? Ordu aynı ordu, istihbarat aynı istihbarat değil miydi?’ diye sormuyordu başımızdaki diktatöre. Soramıyordu, soramıyorduk.
Çoğunluğun aklına bile gelmiyordu bu sorular. Gelecek olanların çoğunu kodese tıkmışlar, geriye kalan bir kısmı da aklından geçenleri kendisiyle bile konuşmaktan ürküyordu.
Böylesi günlerden geçiyorduk.
…
TRT’miz tek kanaldı o günlerde. Bugünlerdeki gibi 1,2,3,4,5,6 değil. Tek, bir tek. TRT Müzük, TRT Belgesel, TRT Haber, TRT Diyanet, TRT Avaz, TRT World hak getire.
Üstelik de siyah beyazdı. Renkleri biz zihnimizde dolduruyorduk, özgürce. Cuma, Cumartesi akşamları müzik eğlence programları oluyordu. Yeliz ‘Yalaaaaannn’ diye inletiyordu ortalığı, Erol Evgin ‘İşte öyle bir şey’le rekorlar kırıyor, kara bir oğlan yanık sesiyle (İbrahim Tatlıses) ‘Ayagında gundura’ ile bütün Urfa’ya kundura alacak kadar para ve şöhret kazanıyordu gün be gün.
Müzik programlarında İstanbul Boğazı görünürdü arka planda. Açık renkliydi. Biliyorduk maviydi. Bana göre havai maviydi, bir başkasına göre gök mavi. Herkesin mavisi herkesin hayali başka başkaydı o senelerde. Görüntünün siyah beyaz, hayallerin renkli olduğu günlerdeydik daha.
Dallas vardı o zamanlar yaygın olarak. JR kötü adamdı, kardeşi Baby iyi. Bayan Eli hepimizin annesi, Suelin hepimizin acıdığı ve kızdığı alkolik gelin. Pemulacıydık bütün bir Türk Milleti. JR her türlü entrikaların adamıydı, yakışıklı kardeşi Baby de iyiliğin merhametin. Ve ağbisinin entrikalarını durdurma cabası içinde bir yiğit. Hiç unutmam: Ağbisi JR’a, yine bir haksızlık zulüm ve entrikası sonrası kardeşi Baby, bir gün suratının ortasına bir yumruk patlatmıştı ki, o yumruk bütün bir Türk Milletinin ortak yumruğuydu sanki; öyle mutlu olmuştuk. Halbuki biz Türklerde ağbiye el kalkar mıydı? Unutturmuştu dizi bize kendinizi, töremizi, vah ki vah! Televizyon, dizi, reyting böyle bir şeydi işte.
…
İşte siyasetin sıfırlandığı, gazete tirajlarının düştüğü, apolitizmin devlet eliyle yaygınlaştırıldığı, ‘ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu’ akımının hızla yaygınlaştığı böyle sıkıcı günlerin birinde, bir akşam bir ecnebi film seyrettim TRT televizyonunda: The Candidate. Türkçesi ‘Aday.’
ABD’nin bir eyaletinde geçiyordu film. Halkçı, halktan, kendini fakir fukara halkının haklarını savunmaya adamış yakışıklı bir avukat olan Billy’nin (Robert Redford’un) öyküsüydü bu. Robert Redford dediysem, bizim Cüneyt Arkın’ın otuz beşinde sarışın olanını anlayın siz. (Bu yazı için araştırdım. Yönetmeni Michael Ritchie olan 1972 yapımı bir ABD filmiydi ‘Aday’. Ülkemizdeki askeri darbeyi ‘bizim çocuklar başardı’ diye yorumlayan Pentagon için de anlamlı bir kara mizah örneğiydi ‘Aday’ gerçekten.)
Seyrettiğimin üzerinden kırk yıla yakın zaman geçmiş olsa da ana hatlarıyla filmi çok iyi hatırlıyorum: Bir ABD eyaletinde senatörlük seçimi var. O eyaletten bir senatör seçilecek. X Partisi’nin oyu da çok, adayı da tanınmış, seçim bütçesi de çok fazla. Y Partisi’ne gelince; bütçe yok gibi bir şey. Güçlü ve tanınmış bir aday da bulabilmiş değiller. Seçimin sonucundan çok ama çok ümitsizler, anlayacağınız. Yüzde 95 kaybedecekler. Bir aday arayışındalar…
Kasabada hayatını halkının haklarına adamış yakışıklı karizmatik sempatik bir avukat var: Billy. Yani onunla da seçimi almaları çok zor ama ilginç bir deneyim olur diye düşünüyorlar. Teklif götürüyor Y Partisi yönetimi bizim Billy’e. Billy tahmin edeceğiniz gibi kabul etmiyor. ‘Benden senatör olmaz. Eyalet için planım projem hazırlığım yok. Hem seçim bütçem yok.’ Diyorsa da çok ısrar ediyorlar. ‘Sen bütçeyi, programı düşünme, biz çalışır hallederiz’ filan. (Şimdi Türkiye’de yakın bir zamanda seçim programını ‘açıklayalım da iktidar kopya mı etsin’ diyen bir muhalefet partisi lideri geldi aklıma, ne hikmetse.)
Neticede - umutsuzca da olsa - kabul ediyor teklifi avukatımız Billy. ‘Denesem ne kaybederim’ diye düşünüyor zahir. Seçime diyelim bir ay kala, kampanyayı başlatıyor bizimkiler. Ki, X Partisi adayı çoktan atı alıp Üsküdar’ı geçmiş bile. Anketlerde oyu yüzde 80’lerde.
Parasızlık diz boyu ‘aday’ımızda. Bütçe yok denecek kadar az. Kampanya kötü başlıyor. Amma ‘her zorlukla beraber bir kolaylık vardır’ anlayana, bilene.
Adeta ‘halk hareketi’ başlatıyor bizim karizmatik Billy’miz; garibanlık yakadan paçadan aktığı için, elinde megafon, kâh fabrika önlerinde işçi çıkışında konuşurken görüyoruz onu, kâh kilise önünde cemaat ayinden dağılırken. Kâh kıraathanelerin önünde kâh halkın yoğun olarak geçtiği kavşak noktalarında. Birkaç hafta içerisinde bizim Billy de tanınır bilinir hatta sevilir bir aday olmaya başlamasın mı? Bayanlar yakışıklığından, iyi kalpliler garibanlığından, gençler hak hukuk savunuculuğundan yanında yer almaya başlıyorlar; gitgide kampanya kartopu olup çığ gibi büyüyor. Son haftaya girilirken kamuoyu yoklamalarında durum yüzde 60 X Partisi adayı, yüzde 40 bizim Billy olup çıkıveriyor.
Son yedi gün özellikle bayanların ve gençlerin maddi-manevi katkılarıyla kampanya bir ‘halk hareketi’ne dönüşüyor. ‘Her şey Billy için’dir artık. Billy plansız programsız, doğaçlama konuşuyor her yerde. Bu duruma dinleyiciler de bayılıyor işin ilginç olanı. Kalabalıkların plan program derdi de yok maalesef.
Son iki güne iki senatör adayı burun buruna giriyorlar. Kim kazanacak acaba seçimi? Şehir halkı neredeyse ikiye bölünmüştür; X Partililer ve Billyciler. Çok renkli bir seçim kampanyası geçirmektedirler.
Sandıklar açıldığında bizim Billy burun farkıyla da olsa seçimi kazanmıştır. Belki bin, belki ikin oy farkıyla. Kapitalist, zengin, fabrikatör X Parti adayına karşı, halk gariban ama iyi kalpli yakışıklı avukat Billy’i tercih etmiştir. Kadınlar gençler halk Billy’i kucaklıyor, omuzlarda gezdiriyor şimdi. Nefis bir seçim zaferi kazanmıştır ‘aday’ımız. Halk sokaklara dökülmüş, içlerinden birinin seçilmesini kutluyor sabahlara kadar.
Bizim ‘aday’ımız Billy, hiç plansız programsız senatör seçilmiştir, evet. Harikadır her şey, evet. De, şehir halkı Billy’den hizmet iş görev bekliyordu şimdi.
Seçim coşkusu sevinci bir süre sonra normale dönmüştür artık. Senatör Billy’i almıştır bir düşünce. Hiç hazırlıksız, programsız, kadro planlamasız seçilmiştir.
Film Billy’nin çevresindekilere şaşkınca sorduğu şu soru ile bitiyordur, ki filmin de bizce ana teması budur zaten:
“- Ne yapacağız şimdi?’
Robert Redford
Aday filminin afişi.
Aday filmini seyrettiğim günlerde Fahri Tuna. 1983
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.