• İstanbul 10 °C
  • Ankara 7 °C
  • İzmir 14 °C
  • Konya 8 °C
  • Sakarya 10 °C
  • Şanlıurfa 12 °C
  • Trabzon 10 °C
  • Gaziantep 10 °C
  • Bolu 5 °C
  • Bursa 11 °C

Şehir Bilincinin Boyutları (1)

Şehir Bilincinin Boyutları (1)
7. Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi Hitit Üniversitesi’nde yapıldı. Kongrenin açılış dersini veren Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Celal Türer’in yaptığı konuşmayı iki bölüm halinde yayınlıyoruz.

Teoman Duralı Sorun Nedir? adlı eserinde karşılaşılan sorunun önce hangi dille ve hangi gerçeklik küresinde sorgulanacağını, nasıl bir yapıya sahip olduğunu, yani somut-soyut, canlı-cansız özelliklerini sergilediğini ve nihayetinde nasıl var olduğunu ya da hangi varlık seferinde ortaya çıktığını araştırmanın gerektiğini ifade eder. Sorunu şehir üzerinden ele aldığımızda onun hangi gerçeklik küresinde, somut ya da soyut, canlı ya da cansız varlık oluşu ile hangi varlık tabakasında ortaya çıktığı sorgulanabilir. Bu açıdan şehrin bir vasat, onun her daim bir şeyi gösteren olduğunu fark etmek gerekir. Tıpkı İbn Arabi’nin “mana görünmek için suret ister” deyişi gibi şehir esasen hayata tutulan ayna, bir tür hakikat alanı gibidir. Sözgelimi hayatı zoe olarak doğa içinde diğer canlılar ile paylaşırken, bios olarak ahlaki ve ruhsal esenlikleri ancak hemcinslerimizle polis ya da politik toplulukta gerçekleştiririz. Bu yüzden şehir öncelikle insanlar arası iletişim ve etkileşim esnasında ortaya çıkan özel bir ifşa alanına, yani beşerî praksise işaret eder. Söz konusu praksisin somut tezahürü insan eliyle üretilen veya gerçekleştirilen tüm fiziksel unsurlar ile bu fiziksel unsurlar sayesinde yeni bir çehre kazanan coğrafi mekânlarda kendisini gösterir. Diğer taraftan şehrin içerisinde gerçekleşen din, felsefe, sanat ve bilim gibi yüksek dil ürünleri şehrin mahiyetine uygun düşen bir kültürü keşfetme çabasını resmeder.

Açıktır ki şehir ehemmiyet ve ilişkiselliği içinde barındıran, yaşamın bütünlüğünü net bir şekilde görebildiğimiz bir varoluş tarzı olarak tezahür eder. Bu açıdan dünyevi deneyimleri içerdiği kadar, aşkın olanın ya da kutsalın dünyevi hikayesinin yankılandığı metafiziksel boyutu da ihtiva eder. Gerçekten şehirlerin kuruluşu en temelde insanların ortak ihtiyaçlarına –savunma, beslenme, ticaret vb.- ve söz konusu ihtiyaçlar etrafında oluşan dayanışma durumuna bağlanır. Ancak bu kabul, her ne kadar insanları birbirine bağlayan ortak noktalardan hareket etse de şehrin içindeki farklılıklar her daim var olur. Nitekim ihtiyaçlardaki farklılık, yani ihtiyaçlar aynı olsa bile onların giderilmesine yönelik taleplerdeki çeşitlilik; insanların şehirleşmeyi, şehir yaşamını ve şehir yapılarını farklı şekillerde anladıklarını, yorumladıklarını ve değerlendirdiklerini ifşa eder. Tam da bu nokta şehrin sağınlığı için, şehrin ahlaki ve siyasi gerçekliğine uygun ortak bir dilin oluşturulması gerekliliğini açığa çıkarır. O halde şehrin temelinde bulunan beşerî praksis, önceden belirlenmiş bir gerçeklik şemasının veya şablonunun mevcut durumlara sürekli tatbikine değil; ahlaki bir olay olarak ortak bir dilin oluşturma sürecine, birlikte var olma pratiğine işaret eder. Beşerî praksisin ahlakiliği ise şehir bilincine eşlik edecek ahlaki bir varoluşa, aynı şehirde bulunan insanların birbirine bağımlı olarak kendi gerçekliklerini ve ahlaki hedeflerini belirleme çabalarına, yani şehrin gerçekliğine uygun düşecek dil ya da dilleri keşfetme girişimlerine delalet eder. Bu husus, bir şehrin oluşumunda yaşanan hayatların nasıl geliştiğini ya da şehri anlatmanın esasen içinde yaşayanları anlatmak gibi olduğunu gösterir.

Bir şehrin diziliminden ve kurgusundan hakikati nasıl algıladıklarını ve hayatı nasıl yorumladıklarını fark edebilmek mümkündür. Elbette hakikat ile -hak kelimesinin semantiği icabı- bir şehrin zaman ve mekân içinde onu nasıl algıladıkları ya da varoluşta ortay çıkan tecellisi kastedilir. Bu çerçevede bir şehrin içinde dolaşmak manaya bürünen suretin ya da hakikat dehlizlerinin içinde dolaşmak gibidir. Eğer şehri mekanın ve hakikatin bir yansıması ya da dili kabul edersek şehri bilme ile kendini bilme, aidiyetini bilme, yerini bilme arasında pekâlâ ilişki kurabiliriz. Eğer şehir, canın olduğu yer ve orada canlılık söz konusu ise, aidiyet, mahremiyet, ahlâk vb. erdemler üzerinden kurulan, can bulan ve bedenleşen şehir insanlar arasında vuku bulan hakikatin de tezahürünü yansıtır. Bu çerçevede ev, insan ve aile için nasıl bir aidiyet elbisesi ise şehir de bir toplum için hakikat elbisesi hükmündedir. Bu yüzden şehir sadece sosyal, siyasî, iktisadî, hukukî vs. bir boyuta indirgenemez ve bu boyutlarla tek başına anlaşılamaz; aksine o içinde yaşayanların nasıl bir ortak dil/anlamlar alanı oluşturdukları ya da din, felsefe, sanat ve bilim gibi yüksek beşerî etkinlikler üzerinden hakikati nasıl yansıttıklarıyla anlaşılır ve keşfedilir. Nitekim zikredilen etkinliklerin olmadığı bir şehirde, “gerçekliği olduğu gibi bilme sorunu” üstü örtük kalacağı için, şehir kendi üst entelektüel bilincine ve diline erişemeyecek ve şehrin kaderi belirsizleşecek, yani varoluş hep alacakaranlıkta kalacaktır.

 

Şehir ve Din

Mumford, yüksek beşerî etkinliklerden biri olarak dinin, başka bir deyişle kutsalın tarih boyunca şehirlerin kuruluşunda başat aktör olduğunu ifade eder.[1] Rönesans dönemine kadar şehirlerin bir inancın tezahürü, külli olan bir anlamın tahakkuku ya da varoluşsal bir arayışın sonucu olarak ortaya çıktığını söylemek abartı değildir. Hatta edebiyatta tüm muhteşem hikâyelerin iki şekilde başlamasını, yani “ya bir insan -şehirden- bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir” sözünü hatırlarsak; şehirlerin genelde bir arayışın sonucu olarak oluştuğunu ifade edebiliriz. Söz konusu arayışın da en mükemmel ifadesi kutsalın peşinde olma arayışıdır. Eğer kutsalın yaradan ile yaratılan arasındaki özsel ilişkiden doğan ve zamanla insan tecrübesinin bir parçası haline gelen bir tecelli olduğunu hatırlarsak, tarihsel süreçte şehirlerin esasen kutsalın hikayesinin yansıdığı mekanlar olduğunu fark ederiz. Nitekim eski Türklerdeki kut, İslami gelenekte kuds, kudsi, mukaddes; Batı toplumlarında ise sacer, sacrare, sacratus, sacred veya holy kavramlarının hayatın her alanında görülmesi, esasen kutsalın insan hayatında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu ortaya koyar.

Şehirde kutsalın rolü, genelde dünyevi olanın karşısında konumlanışla karakterize edilir. Zira geçmiş dönemlerde şehrin çoğu zaman manevi bir “yerinden ayrılmışlık” ve “vatansızlık yaşantısı” üzerinden anlaşılan dünyevi barınakları temsil ettiğine inanılmıştır. İnsandan gezgin olmasını, Tanrı için yolculuk yapmasını isteyen bir Yücelik algısı, yerleşik yaşam ile iman arasında bir gerilimin olduğu düşüncesine sebep olmuştur. Hâlbuki yolculuk, fiziksel olarak içinde bulunulan mekânı terk etmek anlamına gelse de mecaz anlamıyla insanın kendi içinde gerçekleşen bir eyleme işaret eder. Bu açıdan dinlerde yol ve yolculuk imajı, çoğu zaman inancın hissedildiği varoluş biçimlerini temsil eder. Söz konusu varoluş biçimlerine göre şehir sözcüğünün kullanımı “iki otorite biçiminin” ya da "iki bağlılık piramidinin" tanımlanmasına gönderimde bulunur. İlk otorite, ışığın kaynağını bulmak için yaşam boyu süren içsel bir arayışı, ikincisi ise manevi otoriteye bağlılığı seslendirir. Bu açıdan kutsal, şehirde sadece sözel bir mecaza değil; somut ve idrakle ilgili ahlaki bir varoluşa da işaret eder. Bu varoluşta "odaklanma", Yunanlılarda olduğu gibi zariflik ya da denge diye çevrilebilecek bir sophrosyne değil; manevi odağını bulmaya çalışan birine gerçek bir rehber olacak aşktır.

Açıktır ki ilahi dinlerde aşk, gölgelerle dolu bir mağaradan kurtulan insanın durumunu yansıtan bir mecazı değil, güneşe uzun süre bakmakla kör olan insanın durumunu ifade eder. Aşkın rehberliğindeki söz konusu acı dolu durum, bir itaat evine yol almakla, itaat ettiği takdirde de ruhunun korunup kollanacağı bir manevi yaşama yönelmekle sona erebilir. Dünyanın yıkıcılığı karşısında koruyucu manevi gölgeyi sağlayacak sadece kutsal’ın kendisidir. Nitekim Richard Sennett, Gözün Vicdanı adlı eserinde Sevillalı Saint Isidore’dan alıntı yaparak “city” sözcüğünün hem şehrin somut biçimde korunmasını ifade eden taş yapı (urbs) hem de şehirde biçim bulan duygu, ritüel ve inançların korunması (civitas) anlamına geldiğine işaret eder. Bu açıdan “ruhun coşkusunu ya da selini kontrol altına alacak”, “imanın ışığı ile farklılıkların gölgesini kovacak” bir şehir inşa etmek Orta Çağ duvarcıları ve dülgerlerinin ideallerinden olmuştur. Söz konusu idealler, "fiziksel urbsa/şehre karşı kayıtsız kalın" emrinin yerine getirildiği devasa mabetlerin tasarlanmasına sebebiyet vermiştir. Nitekim bu ideal uğruna düzenlenmiş şehirlerde mabetler dikkatli bir şekilde konumlanıp özenle tasarlanırken dünyevi binalar karmakarışık yığınlar halinde bitişmiş, sokaklar ise eğilip bükülmüştür. Buna karşın şehrin merkezi ve belirleyici yeri olan mabetler, dünyevi sıradanlığın aksine özenle oluşturulmuş, kutsal bir sığınağı temsil etmiştir. Tıpkı Lao-Tzu’nun "odanın asıl gerçeği duvarlar değil, onların içerdiği boşluktur" ifadesinde olduğu gibi, mabetler de dış dünyaya yasak oluşu ve onların kutsallıkla dolu bir odak ya da merkeze işaret edişini seslendirmiştir. Bu açıdan kadim şehirler Tanrı’nın varlığını onaylamakla birlikte insanlar için O'nun varlığını idrak etme ve O’na ulaşabilme imkanını oluşturmuştur. Manevi hassasiyetin vurgulandığı, yoğunlaşmış bir anlam kazandığı bu merkezler, dünyeviliğin karmakarışıklığına inat netliğin egemen olduğu sahneleri ifade etmiştir.

İslam düşüncesinde insanın yaratıldığı andan itibaren metafizik âlemle bağlantısını kuran, metafizik değerleri fiziki dünyaya aktaran bir yetiye haiz olduğu kabul edilir. Manevi alan ile maddi alan arasında ilişki kuran söz konusu yeti, genelde dikey yönlü bir karaktere sahiptir, yani yukarıdan (manevi alandan) aşağı doğru (maddi alana) hareket eder. Ancak fenomenler dünyasının görülmeyen âleme kıyasla daha yakın ve daha açık hissedilmesi, çoğu zaman bu dikey yönlü ilişkinin unutulmasına sebebiyet verir. İlişkileri maddi alana sıkıştıran bu yatay yönlü ilişki, her ne kadar manevi alanı şehrin dışına itiyor gibi gözükse de beşerî praksiste kutsalın işaret ve izlerini her daim taşır. Zira kutsalın insan hayatındaki aşkın boyutu, korku ve hayranlık hissinde; sezgisel boyutu ise ona duyulan aşk ve heyecanda tezahür eder. İnsan kutsalı deneyimlerken genellikle duygusal ve içsel bir deneyim yaşadığı için söz konusu tezahürlerde hissî boyut ön plana çıksa da bu durum kutsalın, insanın rasyonel yönüne hitap etmediği anlamına gelmez; aksine ikisi arasında tamamlayıcı bir ilişki mevcut olmuştur. Söz gelimi mimari bir yapının insanda bırakmış olduğu hayranlık ve heyecan bakımından yapıyı hayatın merkezine yerleştirmesiyle rasyonel olana işaret ederken, duygu ve mana yönüyle kutsala bağlar. Bu açıdan dikey yönlü ilişki şehir hayatında neşet eden anlamı; yatay yönlü ilişki ise insani ihtiyaçları ve bunların karşılanmasındaki hususları ifade eder.

Bir bütün olarak şehir, dikey boyutun, yani dinin radikal biçimde yatay olanda çoğullaştığı iç içe geçmiş bir işlevler karmaşasına işaret eder. İbadethaneler, pazarlar, oyun alanları, toplantı yerleri gibi yaşamın karmaşıklığını içeren mekanlar, aynı zamanda kendi içinde bir dengeyi barındırır. Bu yönüyle şehir, karmaşıklık içerisindeki farklılıkları bir tehdit olarak görüp ortadan kaldırmaya çalışmaz; aksine hem bireysel hem de ortak yaşamı dengeli bir şekilde sürdürebilme imkanını sunar. Nitekim kadim dünyada “erdem” ya da “dengeli olmak” bir odaklanma sorunu olduğu için insanlar, şehri de "bir sanat eseri olarak” iç ve dış yaşantı arasındaki uyumun göstergesi olarak tasarlamışlardır. Günümüzde modern şehirlerde göremediğimiz söz konusu bütünlük, esasen "iç" ve "dış" yaşam arasındaki dengenin olmayışına, ontolojik bir güvensizliğe, bir korkuya hatta incinme olasılığına işaret eder.

Günümüzde mabetlerin yerini yavaş yavaş eve bıraktığını fark ettiğimizde, yukarıda ifade edilen maddi ve manevi yaşam arasındaki dengesizliği, yani oluşan ontolojik güvensizlik ve korkuyu daha iyi anlayabiliriz. Aslında ev, dünyadaki zorluklardan kaçıp sığınılan, dünyanın karmaşıklığının aksine netliklerle dolu, insanın kendisini daha rahat ve güvenle ortaya koyduğu, benliğini ifşa ettiği bir huzur yeri olarak anlaşılır. Ev, her türlü incinmeye, korkuya, kuşkuya ve anlaşmazlığa karşı bir sığınak kabul edilir. Eğer bir ev söz konusu betimlemelerle ifade edilemiyorsa, dışarıdaki yaşamın gerginlikleri evin içine sızıyorsa o zaman orası ev olmaktan çıkar; dış dünyanın üzerine çatı çekip içinde ateş yaktığı bir parça olur. Ancak burada asıl sorulması gereken soru, bir sığınak olarak evin rolünü yerine getirip getiremediği, kutsal sığınağa duyulan özlemin yerini alıp alamadığıdır. Bu sorulara olumlu yanıt verebilmenin şimdilik mümkün olmadığını, kutsallığı evde arayanların bırakın dünyaya açılmayı, dışarıdan ayrılmış bir duygusallık mağarasına sığınmanın sefaletini yaşadığını ileri sürebiliriz. Hatta manevi sığınağın dünyevi versiyonu olan evin ekonomik sisteme aktarılmasının daha açık ve dışa dönük olan şehirleri daha samimiyetsiz hale getirdiğini iddia edebiliriz. Sennett’in de ifade ettiği üzere modernler, dünyevi bir toplumda kutsal bir sığınak yaratmanın, karmaşık bir dünyada mükemmellik örneği olan cami, katedral ya da sinagog gibi mabetlerin niteliklerini bir evin boyutuna taşımanın zorluğuyla karşı karşıyadır. Tüm girişimlere rağmen mabedin vadettiği güvenin, netliğin, rahatlığın ve manevi otoritenin hala eve taşınamadığı aşikârdır.

Şehrin düşünsel güçlerle, duygu ve hislerle, anlamlarla ve kutsalın izleriyle yoğrulmuş canlı bir varlık olduğunu unutmamak gerekir. Zira şehrin gerçekliği yaşam dilimlerimize katılışı, onlarla yoğruluşu, onları dönüştürmesi ve biçimlendirmesinde ortaya çıkar. Bu husus şehrin soyut-muhayyel bir şeylerini değil, varoluşu mümkün kılan bir projeksiyonu, bir hakikat arayışını yansıtır. Bu hakikat arayışını sahiplenmek ise şehrin geleceğini güvence altına almak demektir.

 

Şehir ve Felsefe

Felsefe, insanın gerçekliğini ve amacını resmeden şehrin en belirgin özelliği olarak kabul edilmiştir. Nitekim Sokrates ve Platon gibi eski Yunan düşünürleri felsefeyi, diyalektik bir tarzda ortaya çıkan ve ortak beşerî iletişimi mümkün kılan bir diyalog çerçevesinde ele almıştır. Ancak şehrin entelektüel düzeyde kendi dili ve bilincine erişmesi hiç de kolay değildir. Zira bu bilincin önünde her zaman –siyasi, kültürel ve inançsal- engeller olmuştur. Bu hususu çözümleyebilecek tek dil olan felsefenin temel bir paradoksla karşı karşıya olduğunu da haber verir. Felsefe her ne kadar düşüncede bir mekân, bir yer tutmakla başlasa da o yerin iptalini ya da nakzını talep eder. Bu açıdan ele alındığında şehir bir yandan felsefe ya da en üst entelektüel bilincin üretilmesine imkân verirken, diğer yandan oluşumuna imkân verdiği ortak kanaatler ya da ön yargıları baskısı altında tutarak kendi gerçekliğini de baskı altında tutmuş olur. Bu paradoks, bize gerçekliğe giden kapıların aynı anda hem kapalı hem de açık oluşunu gösterir. Zira şehrin özünü teşkil eden praksis, her şeyden önce doxa (doğru ve yanlış fikirlerin kaynaşması) sorunuyla maluldür ve orada yorumlar çatışması diyebileceğimiz karmaşayı temelden çözebilecek nihai bir doğruluk perspektifi söz konusu değildir. Sorun bu praksisin kaderi olan doxa’yı aşacak monolojik bir düşüncenin nasıl oluşturulacağıdır. Başka bir ifadeyle sorun, felsefenin evrensel gerçekliğe ulaşmak için kendi hakikat iddiasını söz konusu praksisin ya da doxa’nın parçası haline getirmeden nasıl ortaya koyacağı meselesidir. Zira en yüksek felsefi hakikatler kesinlik arz etmeyen toplumsal kanaatlere dönüşmeksizin yaşama şansına sahip olamazlar. Bu yüzden felsefenin bu dünya içinde birlikte nasıl var olabileceğimiz konusunda şehir ahalisine köklü bir vizyon sunması gerekir.

Bugün hepimiz, şehirlerimizde felsefenin bu köklü vizyonu sunamadığından, mevcut ve oluşmakta olan şehirlerin bir üst dil ya da diller kuramadığından şikâyetçiyiz. Diğer taraftan ülkemizde yükselmekte olan şehir bilinci de sıklıkla ikinci dereceden bir bilinci temsil etmekte ve basit ifadeyle savunmacı bir tutumu yansıtmaktadır. Bu tutumun gurur, sorumluluk ve hususi bir duyarlılıktan yoksun olduğu da aşikârdır. Bu arka plan göz önüne alınmaksızın genelde şehir bilinci, belirgin bir şehir estetiğinin yokluğu olarak görünmektedir. Bu paralelde şehir hayatına dair derin hoşnutsuzluklar, toplumsal hayatın kurumları tarafından bir problem olarak dikkate alınmamakta; aksine bir şekilde beslenmektedir. Kısır bir döngü içerisinde şehir hayatına dair hoşnutsuzluk; düşmanlık ve şiddeti beslemekte, neticede ise korku, kuralsızlık ve yabancılaşma artmaktadır. Bu noktada sorulması gereken sorular şunlardır: Niçin şehirlerimizin, nefretin nesneleri ve yabancılaşmanın kaynakları olmalarına izin verdik? Ya da çözüm olarak şehirlerimizde saygı ve muhabbetin hâkim tutumlar olmasını sağlayacak vasıtalarımız nelerdir?

Bu soruların cevabını ararken şehir bilincinin felsefi boyutlarını yeniden keşfedecek ve onları üst bir dil içinde uyumlu bir şekilde inşa edecek girişimler oluşturmak gerekir. Şayet şehir hayatı sağaltılabilecekse, temel siyasi, sosyal, eğitimsel, ekonomik ve ekolojik stratejilerin bütünleştiği metafizik bir gerçekliği oluşturmak elzemdir. Bu zemini oluşturmak pek çok stratejiye ve çok yönlü düşünmeye bağlıdır. Ancak şehir ahalisinin bile şehrin sahip olduğu üst dili kendi yaşamına, tecrübesine kazandıramayışı, şehri pek çok deneyimin örüldüğü bir atlas olarak algılayamayışı, bunların ötesinde şehir hakkındaki düşüncelerinin pek az oluşu, bu sorunun anlaşılmasını zorlaştırmaktadır.

Şehri oluşturan felsefi yani metafizik gerçekliği dikkate almaksızın bile şehir bilincinin seviyesinin çok az olduğunu görebiliriz. Söz gelimi bugün şehir ahalisi ne zaman şehirden ayrılıyor ve neyi özlüyorlar? Mecburiyet yüzünden mi yoksa muhabbet bağı yüzünden mi şehirde kalıyorlar? Şehri güzel kılacak hangi işleri yapıyorlar? Şehirlerin betonlaşmasına ne derecede karşı çıkıyorlar? Bu sorulara doyurucu cevaplar bulunamamaktadır. Çoğumuz şehirlerin daha temiz, daha sessiz, daha az kirli veya daha az kalabalık olmasıyla şehre dair problemlerin çözümlenebileceğine inanıyor ya da şehrin daha yaşanabilir olacağını düşünüyoruz. Bu noktada önümüze duran problem bir yandan şehre dair felsefi bilincin gelişemeyişi, diğer yandan ise şehrin hastalıklarını iyileştirmekten sorumlu insan ve kurumların mevcut olmayışıdır. Oysa şehirlerin sorunları ile çözüm arayışları arasındaki talihsiz uçurum maddi çözümlerle değil; şehre dair felsefi bilinci üretecek üst dillerin koordinasyonuyla oluşturulmalıdır.  (Devam edecek)

 


[1] Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, Makine Efsanesi, Çev: Fırat Oruç, İnsan Yayınları, İstanbul, 1996, s. 20-21.

Bu haber toplam 373 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim