• İstanbul 9 °C
  • Ankara 8 °C
  • İzmir 16 °C
  • Konya 10 °C
  • Sakarya 9 °C
  • Şanlıurfa 14 °C
  • Trabzon 11 °C
  • Gaziantep 14 °C
  • Bolu 4 °C
  • Bursa 11 °C

Rıdvan Canım: D. Mehmed Doğan ve Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenleri

Rıdvan Canım: D. Mehmed Doğan ve Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenleri
Sözlerime gün gelip de bir gün "Rahmetli Mehmed Doğan ağabey" diye başlayacağımı bir kez olsun aklımdan geçirmiş değildim. Aramızda önemli bir yaş farkı olmamakla beraber, kendisine her zaman içimden gele­rek "ağabey" demişim...

40 yıla ulaşan sıkı bir beraberlik olmasa da ileri bir tanışıklık vardı aramızda... Herhalde aynı şehirde ya­şamış olsaydık bu beraberlik çok çok daha sıkı bir dostluğa dönüşecekti. Buna eminim. Zira kendisine büyük saygım ve sevgim vardı. Nazarımda bilge bir kişiliğe sahipti o. Türkçeye yapmış olduğu hizmetler min­netle anılacak türden çalışmalardı. Büyük Türkçe Sözlük çalışması, onun Türkçeye olan sevdasını gösteren en değerli çalışmasıdır bence... Türkiye Yazarlar Birliği gibi dünya ça­pında yerli ve milli bir sivil toplum örgütü, onun çabalan ve gayretleriyle kurulmuş, 40 yılı aşkın bir zamandan beri de Türkiye'nin kültürel anlamda asli köklerine dönme mü­cadelesinin bayraktarlarından biri olmuştur. Türkiye Yazarlar Birliği’nin Erzurum şube­sini kurmak ve başkanlığını yürütmek -yine onun ısrarlı ve kararlı talepleriyle- bu fakire nasip olmuştu. Erzurum'a çok özel bir ilgi­si ve bağlılığı vardı. Bunun kaynağını ya da sebebini kendisine hiçbir zaman soramadım ama herhalde en önemli nedenlerinden bi­risi, Nureddin Topçu ve Hüseyin Avni Ulaş gibi iki karakter abidesini çok sevmiş olma­sıydı. Âcizane kanaatim... 

Kuşkusuz ona Erzurum'u sevdirecek olanlar bu iki şahsi­yetten ibaret de değildi elbette...

Türkçe'nin uluslararası şiir şölenlerinden 12'sinin 7'sinde kendisiyle muhtelif ülkeler­de beraberdim. Son yurt dışı seyahatlerinde de Özbekistan ve Azerbaycan'da beraber ol­muştuk. Bu seyahatte iyice nükseden rahat­sızlığı hepimizi çok çok üzmüştü. Mehmed Akif'i gönülden sevenlerden biri idi. Sanı­rım bunun içindir ki rahatsızlığına rağmen Akif'i anma programları için Özbekistan ve Azerbaycan'a gelmişti. Akif'in karakterinin ona yansıdığı kanaatindeyim. Zira Meh­met Doğan da Âkif hayranı olmasının yanı sıra, donanımlı bir Türk aydını, samimi bir Müslüman münevver ve bir mütefekkir­di. Batı'yı ve özellikle Tanzimat sonrasında ülkemiz üzerinde Batılıların uyguladıkları oyunları, projeleri iyi etüd etmiş, bunlara karşı yerinde uyarılar yapmaktan geri dur­mamıştı. Bilhassa "28 Şubat" süreci olarak bilinen o kara ve karanlık günlerde yazdık­larından ve söylediklerinden dolayı büyük sıkıntılar yaşadığına şahid olduk. Hadiseler karşısında zerre kadar Hak yolundan ayrılmadığım da gördük.

Bilindiği üzere, Türkiye'nin en eski, en kök­lü ve en güçlü sivil toplum kuruluşların­dan birisi olan Türkiye Yazarlar Birliği'nin 20 yılı aşkın bir zamandır başarıyla ve azimle sürdürdüğü bir "hareket" var ülkemizde... Esasen kardeşlik hukukuna gönül vermiş, ait olduğu medeniyetin bayrağını sonra­ki nesillere taşıma bilincini iliklerine ka­dar hisseden ve bu yüzden sınırlarını aşıp uzak coğrafyaların, orada yaşayan kardeş­lerinin rüyasını gören, bir gün nasıl olsa onlarla kucaklaşmanın hayallerini kuranla­rın "hareket"idir bu... Bu yürüyüşün adına "Türkçe'nin Uluslar Arası Şiir Şölenleri" de­mişler ilk yola çıktıkları gün... Ve 24 yıldır coğrafyalarımızın kadim, kutlu şehirlerine ulaşan bu gönül yolculukları bugün artık bir "şükür hareketine, bir vefa yürüyüşüne ve kardeşlerin şiir ikliminde buluşma, tanışma, kucaklaşma" şölenine dönüşmüş bulunu­yor... İşte bu kutlu yürüyüşün ilk adımlarını atanların başında bu güzel insan, rahmetli Mehmed Doğan bulunuyordu. Evet, 24 yıl­dır Türkçe'nin ses bayrağını Türk'ün kültür coğrafyasında yüceltip dalgalandıranlara -onun şahsında- millet olarak şükran borcu­muz vardır. Bu vesileyle Rabbimden Meh­med Doğan ağabeyimize rahmet diliyorum.

Yeri gelmişken, merhum Mehmed Doğan'ın bu şiir şölenlerini niye ısrarla devam ettir­mek istediğini, buna bağlı olarak ülkemi­zin bu organizasyonlardan kazanımlarını, bugüne kadar yapılışına öncülük ettiği bu şölenlerden kısa kısa söz ederek vurgula­mak isterim. Esasen uzun, çok uzun, bin yılı aşan bir gönül yolculuğunun bir baş­ka adıydı bu şölenler... Yol uzun coğrafya genişti. Sadece Anadolu ile başlayıp Ana­dolu ile biten bir şiirin tarih yolundaki macerası olsaydı belki daha kolay olurdu. Çin'den başlayıp Adriyatik sahillerine ula­şan bir coğrafyanın; Doğu Türkistan'ın, Moğolistan'ın, Kırgızistan ve Kazakistan'ın, Özbekistan'ın, Afganistan'ın, Çuvaşistan ve Başkurdistan'ın, Altayların, Hakasların, Tuvaların, Yakutların, Tatarların, Nogayların ve Kumukların, Karaçay-Balkar Türkleri­nin, Kırım'ın, Gagavuzların, Romanya'nın, Bulgaristan ve Makedonya'nın, Kosova'nın, Batı Trakya'nın, Kıbrıs'ın, Suriye'nin, Kerkük'ün, Azerbaycan, İran ve Anadolu Türklerinin şiir coğrafyasından söz ediyo­rum tabii… Bu bir nehirdi. Orta Asya yaylala­rından, Orhun'dan, Sibirya'dan, Ötüken'den, Altayların, Tanrı Dağlarının eteklerinden doğan, Batıya doğru bütün Asya toprakla­rını uzun bir yolculukla geçen, Anadolu'yu ardında bırakıp Akdeniz'de biten bir nehrin yolculuğuydu bu. Suyunu işte bütün bu coğrafyalardan alan bir nehir... Bu, Türk şi­iriydi.

Türkiye'de kültürle, sanatla ve bilhassa şiirle az da olsa ilgisi bulunan insanlar şunu artık çok iyi biliyorlar: Bunca yıldır bu şiir şölenle­ri, milletimizin asırlar sonra bu topraklarda deyim yerindeyse bir semender gibi yeniden küllerinden doğuşuna, dirilişine şahitlik et­miş. En azından buna zemin hazırlamış. Bizi kardeşlerimizle yakınlaştırmış, tanış­tırmış, ebedi dostlukların temellerini atmış.

Her şölenle birlikte millet olarak ufuklarımız genişlemiş, dostlarımız çoğalmış, millet olma bilincimiz güçlenmiş. Bu şölenle aslında çok açık bir biçimde siyası sınırların zaman içinde değişse bile, kültürel sınırla­rın her zaman kalıcı olacağını da göstermiş. 1000 küsur yıl önce bu coğrafyaların her bi­rinden kalkıp Anadolu'ya, hatta Rumeli'ne göçmüşüz. Ama kopup geldiğimiz yerleri de unutmamışız. Unutmak ve unutulmak kötü; hatırlamak ve hatırlanmak güzeldir. Biz, buna inanmışız millet olarak... Asırlar sonra bu topraklara döndüğümüzde aynı inancı paylaştığımız dindaşlarımız, aynı dili konuştuğumuz dildaşlarımızla karşılaş­mak, kucaklaşmak ne büyük bahtiyarlıktır. Bu şölenler, Kıbrıs'tan Doğu Türkistan'a, Kazakistan'dan Makedonya'ya, Kosova'dan Kırgızistan'a, Kırım'dan Tataristan'a gönül köprüleri kurmuş, dünyanın ateşler içinde yandığı çağımızda şiiri ve şairleriyle barış ve hoşgörünün, aşkın ve güzelliğin bahçele­rine sevgi gülleri dikmiştir.

Bu kutlu "şiir yürüyüşü", Osman Gazi'nin bir milletin üzerine güneş gibi doğdu­ğu Bursa topraklarından başlamış. Ki­misi Taşkent'ten, kimisi Almatı'dan, ki­misi Bakü'den, Tebriz'den, İstanbul'dan, Üsküp'ten, Lefkoşe'den, Gagavuz ellerin­den, Londra'dan, Kazan'dan, Bişkek'ten, ki­misi Aşkabat'tan, kimisi Tebriz'den gelmiş… Onlarla birlikte, engin bir coğrafya gelmiş. Dört deniz, yedi iklim gelmiş. Unuttuğu­muz, yabancılaştığımız diller, okuduğu­muz kitaplardan tanıdığımız, tanımadığı­mız şairler gelmiş, şiirler gelmiş. Göğün o bize özgü mavisi, bozkırın sarısı ve en güzel kokularıyla dağ çiçekleri gelmiş birlik­te. Altaylardan, Tanrı Dağlarından, Kazak bozkırlarından, Kırım diyarından, Balkan dağlarından. Onlarla birlikte, Tanrıya yaka­rışlarımız, aşk ve hasret şarkılarımız, yurt türkülerimiz, kahramanlarımıza yaktığımız destanlarımız, efsanelerimiz, ağıtlarımız gelmiş. Bütün renkleriyle hüznümüz, sevin­cimiz, aşkımız, ümidimiz, sözün özü unuttuklarımız ve de yolunu gözlediklerimiz gelmiş.

Artık asırlardır ayrı düştüğü kardeşlerinin vatanlarına doğru bir şiir kervanı düzmenin de vakti gelmiştir. İlk menzil, "dombraların rüzgâr hızıyla koşan atlar kadar çabuk çalın­dığı" Kazak bozkırlarının incisi Almatı ol­muş. Evet, doğumuzla batımız, kuzeyimizle güneyimiz yüzyıllar sonra yeni bir kültür şöleni için "ikinci" kez bir araya gelmiş. Bil­mem kaç asırlık hasret biter, yeni zamanla­ra gidecek yeni yolculuklar başlar böylece. Bursa'nın Uludağ'ında güneşin doğuşunu görmüştü onlar bir zaman, işte şimdi o gü­neş Almatı'nın Alatav'ından doğuyordu on­ların üzerine. Birbirine yabancılaşmış kar­deşlerin zengin dil, edebiyat ve şiir sofraları üstüne. Anadolu bozkırlarında kubbe salta­natına dönüşen Kazak bozkırlarının köhne çadırları, asırlardır bu çadırlarda yaşayıp giden Yesevi Dede'nin bağrı yanık torunları bağrına basmıştı şimdi kardeşlerini. Şiir ni­yetine... Ve sohbetler edilir, şiirler okunur üç gün boyunca. Aslında bütün bu coğrafyalar Mehmed Doğan'ın yakından bildiği, tanıdı­ğı gönül coğrafyasıdır. Onun çabası, bu coğ­rafyaları buluşturmaktır.

Ve bu kutlu kervanın ufkunda üçüncü ola­rak Horasan diyarının yıldızı, toprağında asırlardır Sultan Alpaslan'ı, Sultan Sencer'i bir mücevher gibi saklayan, Tuğrul Beylerin, Çağrı Beylerin vatanı, üzerine Selçuklu gü­neşinin doğduğu Türkmenistan vardır. Bu kez başkent Aşkabat, tarihin en büyük en anlamlı şölenlerinden birine tanık olur Ho­rasan topraklarında... Bozkırın suskunluğu bu kez, Türkçe konuşan kardeşlerin yürek atışlarıyla bozuluyor, ele avuca sığmayan Türkmen atlarının usta binicilerine taş çı­kartan söz süvarilerinin naraları Türkmen sahrasını tutuyordu. Aslında bu şiir bay­ramları şunu bir kez daha ayan-beyan gös­teriyordu ki milletleri birleştiren ulu kişiler yalnız ordulara hükmeden büyük kumandanlar veya iktidar sahibi hükümdarlar değilmiş. İnsanın ve tabii ki milletlerin ma­yasını asıl yoğuran, onu şekillendiren, onu gerçekten insan ya da millet haline getiren, söze, kelimelere hükmeden büyük şahsiyet­ler, yani "kelamın efendisi" şairler, sözün ustası ediplermiş. Anlaşılıyor ki şairler ve edibler olmazsa, onların diriltici nefesleri ılgıt ılgıt milletlerinin üzerine esmezse mil­let, millet olmaz, devlet de devlet olmaz­mış. Büyük hükümdarların, kudretli devlet adamlarının, milletlerinin önüne düşüp yü­rüdüklerinde taşıdıkları meş'ale, o şairlerin şiirlerinden alınmış bir parça ateşten başka bir şey değilmiş.

Ses bayrağımız dördüncü kez Türkiye'nin güney ucunda, Kıbrıs'ta, beşincisi, Fransa'da gerçekleşir. Cumhuriyet tarihi boyunca ülke toprakları dışında yapılan en büyük ve geniş katılımlı edebiyat ve kültür faaliyeti olur bu şölen… Fransa'da, Avrupa'nın kültür başken­ti Strazburg'da üç gün boyunca, Türkçenin ses bayrağı dalgalanmış, Türkçe'nin binler­ce yıllık şiir birikiminin en güzel örnekleri bu şölenin yapıldığı salonların duvarların­da yankılanmıştır. Kırım, unutulur muydu, unutulmadı tabii... Türkçenin altıncı Ulus­lararası Şiir Şöleni, Gaspıralı İsmail Bey'in hayal ve idealleri yolunda altıncı kez güzel Kırım'ın Akmescid, Gözleve, Bahçesaray, Sivastopol ve Yalta şehirlerini nefesleriyle yeniden dirilterek gerçekleşir ve Türk dün­yasının dört bir yanından koşup gelen şair­ler bir kez daha Gaspıralı'ya yeniden hayat verirler.

Türkçe'nin şiir kervanı yedinci adımında Yahya Kemal'in şehri, Bursa'nın Rumelili­deki kardeşi Üsküb'e ulaşır. Güya yaban­cı bir ülkede idi Türkçe'nin şairleri, ama Üsküb'ün çarşı pazarında kendi dilleri ko­nuşuluyordu. Türkçe'nin büyük şairi Yahya Kemal işte bu şehirde doğmuştu. Üç gün bo­yunca Türk şairleri, Balkan suyu Vardar'ın gözesinden buz gibi su içip şiirlerini söyle­diler. 1992 yılında Bursa ve Konya'dan yola Çıkan muhabbet kervanına sekizinci olarak Bakü ev sahipliği yapıyordu. Bu kervanın yükü, binlerce yıllık dil ve şiir yüküydü, ipekten yumuşak, demirden sert, kılıçtan keskin, altından değerliydi bu yük. Hava kadar ihtiyaç, su kadar vazgeçilmez, top­rak kadar gerekli bir mirastı bizim için... Şiir olmasaydı Türk'ün böylesine zengin bir edebiyatı, böylesine renkli bir kültürü, böy­lesine hayranlık uyandıran bir sanatı olur muydu acaba?

Türkçe'nin dil bayramlarının dokuzuncu­su Kosova'da, onuncusu, güneşin doğduğu topraklarda, İslam güneşinin Türk milleti üzerinde ilk yükseldiği yerde, ilk Müslü­man Türk devleti Karahanlıların, ilk Müs­lüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Han'ın yurdu, Manas'ın toprağı, usta kalem Cengiz Aytmatov'un vatanı Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te idi. Bir yanda Fergana, Taşkent, Semerkand ve Buhara, bir yanda Kaşgar vardı, Balasagun vardı... Şiirin alperenleri Er Manas'ın yurduna, Köroğlu'nun, De­dem Korkut'un, Battal Gazi'nin, Danişmend Gazi'nin selâmını getirmişlerdi. Kanatlı tulparlara binip binlerce kilometre batıya doğ­ru, yüzlerce yıldır koşan atlılar, birbirinden yüce dağları aşarak, coşkun ulu nehirleri geçerek, uçsuz bucaksız denizlere ulaşa­rak, üç kıt'ada coğrafyaları kendilerine ram eden o rüzgâr atlılar şimdi geri dönmüşler­di. Acaba zamanı ve mekânı böylesine allak bullak eden başka bir topluluk var mıdır yeryüzünde? Özkent, Balasagun, Kaşgar, Semerkand, Buhara, Merv, Ürgenç, Herat, Isfahan, Tebriz, Konya, Halep, Bursa, İstan­bul... Daha da ötesi: Üsküp, Saraybosna, Prizren... Bütün o diyarlara, bu topraklar­dan mübarek bir selâm gibi gidiyordu Türk şiiri... Sınır tanımayan bir dil, din ve gönül buluşmasıydı bu. Ve hep beraber; "Bu gün­leri gösteren Allah'a hamd olsun! Kudayga min şügür bolsun!" dediler.

Bunca yıllık bu yolculuklar, bu buluşmalar, bu şölenler bize neyi öğretti, bize neler ka­zandırdı diye soranlar olacaktır elbette. Bir defa şunu hiç göz ardı etmeyelim: Dünya­nın farklı iklimlerinden bu şölenlere gelen, Türkçenin değişik lehçeleriyle, şiveleriyle konuşan bu şairler ve yazarlar topluluğu­nun üzerinde düşünmesi gereken çok çok önemli bazı hususlar vardı… Tabii ki bunların kardeşler arasında paylaşılması, bunların oturup konuşulması gerekiyordu. Ne acıdır ki şu anda hayatta olan yazarlarımız, şairle­rimiz bile birbirini yeterince tanımıyor, ne yazık ki birbirinin klâsiklerini bile bilmiyor­lardı. Kardeşler birbirini unutmuştu adeta. Oysa İstanbul'da, Kahire'de, Bahçesaray'da, Bakü’de, Tebriz'de, Kazan'da, Taşkent'te bundan bir asır evvel basılan kitaplar, çı­karılan dergiler bütün dünyamızı aydınla­tıyordu. Demek ki zaman, -ne acıdır ki- bi­zim için tersine işlemişti sürekli. Giderek karanlıklar içinde kaldık... Birbirini tutan ellerimiz ayrıldı, uzak düştük, ayrı diyarlar­da kaldık. Neredeyse ana dilimizi, öz lisa­nımızı unuttuk… İşte bunları konuşmalıydık kardeşlerimizle. Ve şükür ki konuşabildik. Günlerce, gecelerce konuştuk hatta. Ama bitiremedik...

Şu da bir gerçek ki gönüllerimiz, gele­cek yıllarda Türk şiirinin unutulmaz şairi Nevayi'nin yurdu Taşkent'te, Semerkand'da yahut Buhara'da; ata-dede toprağı­mız Kaşgar'da, Balasagun'da, Herat'ta, Gazne'de, hatta Mevlana toprağı Belh'te, Kazan'da, Yesevi diyarı Türkistan'da, Tebriz'de, kim bilir belki kadim bir Selçuklu başkenti İsfahan'da, gülün ve santurun diya­rı, Hafız'in ve Sa'di'nin şehri Şiraz'da, hatta Rumeli'nin mahzun güzeli Saraybosna'da bu gönül meclislerini açmak, bu şiir şölenle­rini sürdürmek ister. Gidilecek daha o kadar çok yer, göreceğimiz, tanışacağımız o kadar çok kardeşimiz var ki…

O zamandan bu zamana Türkiye Yazarlar Birliği çatısı altında hizmet eden, genel başkan unvanıyla bu şölenlerin içinde olan, hizmet eden, katkı sağlayan elbette başkaları da vardı. Onları da mihnetle analım. Dr. Necmettin Türinay, Dr. Nazif Öztürk, Atilla Maraş, D, Lütfü Şehsuvaroğlu, İbrahim Ulvi Yavuz ve yine merhum Dr. Yakup Deliömeroğlu, Prof. Dr. Hicabi Kırlangıç ve Prof. Dr. Musa Kâzım Arıcan bu şölenlerin mimarları olarak öne çıktılar. Onlar alem­darlar, onlar söz bayrağını önde taşıyanlar oldular bu süre içinde. İşte onlar içinde biri­si var ki, onun bu şölenlerin yirmi yılı aşkın bir zamandır yapılışında el emeği, göz nuru ve alın teri vardı. Onun istisnasız bütün bu şölenlerin hepsinde unutulmayacak gay­ret ve çabalarına şahid olduk. Türk dilinin, Türk edebiyatının, velhasıl Türk kültürünün abide şahsiyetleri için büyük ödüller konul­du. Böylece edebiyatın ustaları taltif edildi. Bu şölenlerin hepsinin açılış konuşmalarını yaptı. Bu yazımda onun çok beğendiğim, keyif veren üslubuyla yaptığı konuşmala­rından bazılarını da zevkle, onur duyarak paylaştım. İşte o isim, bütün bu "Türk şiiri adına" yaşanan ve yaşatılan güzelliklerin tam ortasında bulunan rahmetli ağabeyimiz, Türkiye Yazarlar Birliği'nin yıllarca genel başkanlığını ve şeref başkanlığını yapmış güzel insan, rahmetli D. Mehmet Doğan'dı. Elbette tüm bu gayretler ve neticede yaşa­nan başarılar bir ekip işi olsa da bu güzel­liklerin, mutlulukların, bu onur ve gururun millet olarak bize yaşatılmasında en büyük pay şüphesiz onundur.

Türk kültürünün "Dede Korkut"u, Türk dünyasının "ak sakalı", güzel insan, mekânın cennet olsun. Seni bir kez daha sevgi, saygı, minnet ve rahmetle anıyor, ma­nevi huzurunda saygıyla eğiliyorum.

AY VAKTİ / 212. SAYI /38-42

whatsapp-image-2024-10-27-at-22.09.40-007.jpeg

 

Bu haber toplam 196 defa okunmuştur
Etiketler:
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim