40 yıla ulaşan sıkı bir beraberlik olmasa da ileri bir tanışıklık vardı aramızda... Herhalde aynı şehirde yaşamış olsaydık bu beraberlik çok çok daha sıkı bir dostluğa dönüşecekti. Buna eminim. Zira kendisine büyük saygım ve sevgim vardı. Nazarımda bilge bir kişiliğe sahipti o. Türkçeye yapmış olduğu hizmetler minnetle anılacak türden çalışmalardı. Büyük Türkçe Sözlük çalışması, onun Türkçeye olan sevdasını gösteren en değerli çalışmasıdır bence... Türkiye Yazarlar Birliği gibi dünya çapında yerli ve milli bir sivil toplum örgütü, onun çabalan ve gayretleriyle kurulmuş, 40 yılı aşkın bir zamandan beri de Türkiye'nin kültürel anlamda asli köklerine dönme mücadelesinin bayraktarlarından biri olmuştur. Türkiye Yazarlar Birliği’nin Erzurum şubesini kurmak ve başkanlığını yürütmek -yine onun ısrarlı ve kararlı talepleriyle- bu fakire nasip olmuştu. Erzurum'a çok özel bir ilgisi ve bağlılığı vardı. Bunun kaynağını ya da sebebini kendisine hiçbir zaman soramadım ama herhalde en önemli nedenlerinden birisi, Nureddin Topçu ve Hüseyin Avni Ulaş gibi iki karakter abidesini çok sevmiş olmasıydı. Âcizane kanaatim...
Kuşkusuz ona Erzurum'u sevdirecek olanlar bu iki şahsiyetten ibaret de değildi elbette...
Türkçe'nin uluslararası şiir şölenlerinden 12'sinin 7'sinde kendisiyle muhtelif ülkelerde beraberdim. Son yurt dışı seyahatlerinde de Özbekistan ve Azerbaycan'da beraber olmuştuk. Bu seyahatte iyice nükseden rahatsızlığı hepimizi çok çok üzmüştü. Mehmed Akif'i gönülden sevenlerden biri idi. Sanırım bunun içindir ki rahatsızlığına rağmen Akif'i anma programları için Özbekistan ve Azerbaycan'a gelmişti. Akif'in karakterinin ona yansıdığı kanaatindeyim. Zira Mehmet Doğan da Âkif hayranı olmasının yanı sıra, donanımlı bir Türk aydını, samimi bir Müslüman münevver ve bir mütefekkirdi. Batı'yı ve özellikle Tanzimat sonrasında ülkemiz üzerinde Batılıların uyguladıkları oyunları, projeleri iyi etüd etmiş, bunlara karşı yerinde uyarılar yapmaktan geri durmamıştı. Bilhassa "28 Şubat" süreci olarak bilinen o kara ve karanlık günlerde yazdıklarından ve söylediklerinden dolayı büyük sıkıntılar yaşadığına şahid olduk. Hadiseler karşısında zerre kadar Hak yolundan ayrılmadığım da gördük.
Bilindiği üzere, Türkiye'nin en eski, en köklü ve en güçlü sivil toplum kuruluşlarından birisi olan Türkiye Yazarlar Birliği'nin 20 yılı aşkın bir zamandır başarıyla ve azimle sürdürdüğü bir "hareket" var ülkemizde... Esasen kardeşlik hukukuna gönül vermiş, ait olduğu medeniyetin bayrağını sonraki nesillere taşıma bilincini iliklerine kadar hisseden ve bu yüzden sınırlarını aşıp uzak coğrafyaların, orada yaşayan kardeşlerinin rüyasını gören, bir gün nasıl olsa onlarla kucaklaşmanın hayallerini kuranların "hareket"idir bu... Bu yürüyüşün adına "Türkçe'nin Uluslar Arası Şiir Şölenleri" demişler ilk yola çıktıkları gün... Ve 24 yıldır coğrafyalarımızın kadim, kutlu şehirlerine ulaşan bu gönül yolculukları bugün artık bir "şükür hareketine, bir vefa yürüyüşüne ve kardeşlerin şiir ikliminde buluşma, tanışma, kucaklaşma" şölenine dönüşmüş bulunuyor... İşte bu kutlu yürüyüşün ilk adımlarını atanların başında bu güzel insan, rahmetli Mehmed Doğan bulunuyordu. Evet, 24 yıldır Türkçe'nin ses bayrağını Türk'ün kültür coğrafyasında yüceltip dalgalandıranlara -onun şahsında- millet olarak şükran borcumuz vardır. Bu vesileyle Rabbimden Mehmed Doğan ağabeyimize rahmet diliyorum.
Yeri gelmişken, merhum Mehmed Doğan'ın bu şiir şölenlerini niye ısrarla devam ettirmek istediğini, buna bağlı olarak ülkemizin bu organizasyonlardan kazanımlarını, bugüne kadar yapılışına öncülük ettiği bu şölenlerden kısa kısa söz ederek vurgulamak isterim. Esasen uzun, çok uzun, bin yılı aşan bir gönül yolculuğunun bir başka adıydı bu şölenler... Yol uzun coğrafya genişti. Sadece Anadolu ile başlayıp Anadolu ile biten bir şiirin tarih yolundaki macerası olsaydı belki daha kolay olurdu. Çin'den başlayıp Adriyatik sahillerine ulaşan bir coğrafyanın; Doğu Türkistan'ın, Moğolistan'ın, Kırgızistan ve Kazakistan'ın, Özbekistan'ın, Afganistan'ın, Çuvaşistan ve Başkurdistan'ın, Altayların, Hakasların, Tuvaların, Yakutların, Tatarların, Nogayların ve Kumukların, Karaçay-Balkar Türklerinin, Kırım'ın, Gagavuzların, Romanya'nın, Bulgaristan ve Makedonya'nın, Kosova'nın, Batı Trakya'nın, Kıbrıs'ın, Suriye'nin, Kerkük'ün, Azerbaycan, İran ve Anadolu Türklerinin şiir coğrafyasından söz ediyorum tabii… Bu bir nehirdi. Orta Asya yaylalarından, Orhun'dan, Sibirya'dan, Ötüken'den, Altayların, Tanrı Dağlarının eteklerinden doğan, Batıya doğru bütün Asya topraklarını uzun bir yolculukla geçen, Anadolu'yu ardında bırakıp Akdeniz'de biten bir nehrin yolculuğuydu bu. Suyunu işte bütün bu coğrafyalardan alan bir nehir... Bu, Türk şiiriydi.
Türkiye'de kültürle, sanatla ve bilhassa şiirle az da olsa ilgisi bulunan insanlar şunu artık çok iyi biliyorlar: Bunca yıldır bu şiir şölenleri, milletimizin asırlar sonra bu topraklarda deyim yerindeyse bir semender gibi yeniden küllerinden doğuşuna, dirilişine şahitlik etmiş. En azından buna zemin hazırlamış. Bizi kardeşlerimizle yakınlaştırmış, tanıştırmış, ebedi dostlukların temellerini atmış.
Her şölenle birlikte millet olarak ufuklarımız genişlemiş, dostlarımız çoğalmış, millet olma bilincimiz güçlenmiş. Bu şölenle aslında çok açık bir biçimde siyası sınırların zaman içinde değişse bile, kültürel sınırların her zaman kalıcı olacağını da göstermiş. 1000 küsur yıl önce bu coğrafyaların her birinden kalkıp Anadolu'ya, hatta Rumeli'ne göçmüşüz. Ama kopup geldiğimiz yerleri de unutmamışız. Unutmak ve unutulmak kötü; hatırlamak ve hatırlanmak güzeldir. Biz, buna inanmışız millet olarak... Asırlar sonra bu topraklara döndüğümüzde aynı inancı paylaştığımız dindaşlarımız, aynı dili konuştuğumuz dildaşlarımızla karşılaşmak, kucaklaşmak ne büyük bahtiyarlıktır. Bu şölenler, Kıbrıs'tan Doğu Türkistan'a, Kazakistan'dan Makedonya'ya, Kosova'dan Kırgızistan'a, Kırım'dan Tataristan'a gönül köprüleri kurmuş, dünyanın ateşler içinde yandığı çağımızda şiiri ve şairleriyle barış ve hoşgörünün, aşkın ve güzelliğin bahçelerine sevgi gülleri dikmiştir.
Bu kutlu "şiir yürüyüşü", Osman Gazi'nin bir milletin üzerine güneş gibi doğduğu Bursa topraklarından başlamış. Kimisi Taşkent'ten, kimisi Almatı'dan, kimisi Bakü'den, Tebriz'den, İstanbul'dan, Üsküp'ten, Lefkoşe'den, Gagavuz ellerinden, Londra'dan, Kazan'dan, Bişkek'ten, kimisi Aşkabat'tan, kimisi Tebriz'den gelmiş… Onlarla birlikte, engin bir coğrafya gelmiş. Dört deniz, yedi iklim gelmiş. Unuttuğumuz, yabancılaştığımız diller, okuduğumuz kitaplardan tanıdığımız, tanımadığımız şairler gelmiş, şiirler gelmiş. Göğün o bize özgü mavisi, bozkırın sarısı ve en güzel kokularıyla dağ çiçekleri gelmiş birlikte. Altaylardan, Tanrı Dağlarından, Kazak bozkırlarından, Kırım diyarından, Balkan dağlarından. Onlarla birlikte, Tanrıya yakarışlarımız, aşk ve hasret şarkılarımız, yurt türkülerimiz, kahramanlarımıza yaktığımız destanlarımız, efsanelerimiz, ağıtlarımız gelmiş. Bütün renkleriyle hüznümüz, sevincimiz, aşkımız, ümidimiz, sözün özü unuttuklarımız ve de yolunu gözlediklerimiz gelmiş.
Artık asırlardır ayrı düştüğü kardeşlerinin vatanlarına doğru bir şiir kervanı düzmenin de vakti gelmiştir. İlk menzil, "dombraların rüzgâr hızıyla koşan atlar kadar çabuk çalındığı" Kazak bozkırlarının incisi Almatı olmuş. Evet, doğumuzla batımız, kuzeyimizle güneyimiz yüzyıllar sonra yeni bir kültür şöleni için "ikinci" kez bir araya gelmiş. Bilmem kaç asırlık hasret biter, yeni zamanlara gidecek yeni yolculuklar başlar böylece. Bursa'nın Uludağ'ında güneşin doğuşunu görmüştü onlar bir zaman, işte şimdi o güneş Almatı'nın Alatav'ından doğuyordu onların üzerine. Birbirine yabancılaşmış kardeşlerin zengin dil, edebiyat ve şiir sofraları üstüne. Anadolu bozkırlarında kubbe saltanatına dönüşen Kazak bozkırlarının köhne çadırları, asırlardır bu çadırlarda yaşayıp giden Yesevi Dede'nin bağrı yanık torunları bağrına basmıştı şimdi kardeşlerini. Şiir niyetine... Ve sohbetler edilir, şiirler okunur üç gün boyunca. Aslında bütün bu coğrafyalar Mehmed Doğan'ın yakından bildiği, tanıdığı gönül coğrafyasıdır. Onun çabası, bu coğrafyaları buluşturmaktır.
Ve bu kutlu kervanın ufkunda üçüncü olarak Horasan diyarının yıldızı, toprağında asırlardır Sultan Alpaslan'ı, Sultan Sencer'i bir mücevher gibi saklayan, Tuğrul Beylerin, Çağrı Beylerin vatanı, üzerine Selçuklu güneşinin doğduğu Türkmenistan vardır. Bu kez başkent Aşkabat, tarihin en büyük en anlamlı şölenlerinden birine tanık olur Horasan topraklarında... Bozkırın suskunluğu bu kez, Türkçe konuşan kardeşlerin yürek atışlarıyla bozuluyor, ele avuca sığmayan Türkmen atlarının usta binicilerine taş çıkartan söz süvarilerinin naraları Türkmen sahrasını tutuyordu. Aslında bu şiir bayramları şunu bir kez daha ayan-beyan gösteriyordu ki milletleri birleştiren ulu kişiler yalnız ordulara hükmeden büyük kumandanlar veya iktidar sahibi hükümdarlar değilmiş. İnsanın ve tabii ki milletlerin mayasını asıl yoğuran, onu şekillendiren, onu gerçekten insan ya da millet haline getiren, söze, kelimelere hükmeden büyük şahsiyetler, yani "kelamın efendisi" şairler, sözün ustası ediplermiş. Anlaşılıyor ki şairler ve edibler olmazsa, onların diriltici nefesleri ılgıt ılgıt milletlerinin üzerine esmezse millet, millet olmaz, devlet de devlet olmazmış. Büyük hükümdarların, kudretli devlet adamlarının, milletlerinin önüne düşüp yürüdüklerinde taşıdıkları meş'ale, o şairlerin şiirlerinden alınmış bir parça ateşten başka bir şey değilmiş.
Ses bayrağımız dördüncü kez Türkiye'nin güney ucunda, Kıbrıs'ta, beşincisi, Fransa'da gerçekleşir. Cumhuriyet tarihi boyunca ülke toprakları dışında yapılan en büyük ve geniş katılımlı edebiyat ve kültür faaliyeti olur bu şölen… Fransa'da, Avrupa'nın kültür başkenti Strazburg'da üç gün boyunca, Türkçenin ses bayrağı dalgalanmış, Türkçe'nin binlerce yıllık şiir birikiminin en güzel örnekleri bu şölenin yapıldığı salonların duvarlarında yankılanmıştır. Kırım, unutulur muydu, unutulmadı tabii... Türkçenin altıncı Uluslararası Şiir Şöleni, Gaspıralı İsmail Bey'in hayal ve idealleri yolunda altıncı kez güzel Kırım'ın Akmescid, Gözleve, Bahçesaray, Sivastopol ve Yalta şehirlerini nefesleriyle yeniden dirilterek gerçekleşir ve Türk dünyasının dört bir yanından koşup gelen şairler bir kez daha Gaspıralı'ya yeniden hayat verirler.
Türkçe'nin şiir kervanı yedinci adımında Yahya Kemal'in şehri, Bursa'nın Rumelilideki kardeşi Üsküb'e ulaşır. Güya yabancı bir ülkede idi Türkçe'nin şairleri, ama Üsküb'ün çarşı pazarında kendi dilleri konuşuluyordu. Türkçe'nin büyük şairi Yahya Kemal işte bu şehirde doğmuştu. Üç gün boyunca Türk şairleri, Balkan suyu Vardar'ın gözesinden buz gibi su içip şiirlerini söylediler. 1992 yılında Bursa ve Konya'dan yola Çıkan muhabbet kervanına sekizinci olarak Bakü ev sahipliği yapıyordu. Bu kervanın yükü, binlerce yıllık dil ve şiir yüküydü, ipekten yumuşak, demirden sert, kılıçtan keskin, altından değerliydi bu yük. Hava kadar ihtiyaç, su kadar vazgeçilmez, toprak kadar gerekli bir mirastı bizim için... Şiir olmasaydı Türk'ün böylesine zengin bir edebiyatı, böylesine renkli bir kültürü, böylesine hayranlık uyandıran bir sanatı olur muydu acaba?
Türkçe'nin dil bayramlarının dokuzuncusu Kosova'da, onuncusu, güneşin doğduğu topraklarda, İslam güneşinin Türk milleti üzerinde ilk yükseldiği yerde, ilk Müslüman Türk devleti Karahanlıların, ilk Müslüman Türk hükümdarı Satuk Buğra Han'ın yurdu, Manas'ın toprağı, usta kalem Cengiz Aytmatov'un vatanı Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te idi. Bir yanda Fergana, Taşkent, Semerkand ve Buhara, bir yanda Kaşgar vardı, Balasagun vardı... Şiirin alperenleri Er Manas'ın yurduna, Köroğlu'nun, Dedem Korkut'un, Battal Gazi'nin, Danişmend Gazi'nin selâmını getirmişlerdi. Kanatlı tulparlara binip binlerce kilometre batıya doğru, yüzlerce yıldır koşan atlılar, birbirinden yüce dağları aşarak, coşkun ulu nehirleri geçerek, uçsuz bucaksız denizlere ulaşarak, üç kıt'ada coğrafyaları kendilerine ram eden o rüzgâr atlılar şimdi geri dönmüşlerdi. Acaba zamanı ve mekânı böylesine allak bullak eden başka bir topluluk var mıdır yeryüzünde? Özkent, Balasagun, Kaşgar, Semerkand, Buhara, Merv, Ürgenç, Herat, Isfahan, Tebriz, Konya, Halep, Bursa, İstanbul... Daha da ötesi: Üsküp, Saraybosna, Prizren... Bütün o diyarlara, bu topraklardan mübarek bir selâm gibi gidiyordu Türk şiiri... Sınır tanımayan bir dil, din ve gönül buluşmasıydı bu. Ve hep beraber; "Bu günleri gösteren Allah'a hamd olsun! Kudayga min şügür bolsun!" dediler.
Bunca yıllık bu yolculuklar, bu buluşmalar, bu şölenler bize neyi öğretti, bize neler kazandırdı diye soranlar olacaktır elbette. Bir defa şunu hiç göz ardı etmeyelim: Dünyanın farklı iklimlerinden bu şölenlere gelen, Türkçenin değişik lehçeleriyle, şiveleriyle konuşan bu şairler ve yazarlar topluluğunun üzerinde düşünmesi gereken çok çok önemli bazı hususlar vardı… Tabii ki bunların kardeşler arasında paylaşılması, bunların oturup konuşulması gerekiyordu. Ne acıdır ki şu anda hayatta olan yazarlarımız, şairlerimiz bile birbirini yeterince tanımıyor, ne yazık ki birbirinin klâsiklerini bile bilmiyorlardı. Kardeşler birbirini unutmuştu adeta. Oysa İstanbul'da, Kahire'de, Bahçesaray'da, Bakü’de, Tebriz'de, Kazan'da, Taşkent'te bundan bir asır evvel basılan kitaplar, çıkarılan dergiler bütün dünyamızı aydınlatıyordu. Demek ki zaman, -ne acıdır ki- bizim için tersine işlemişti sürekli. Giderek karanlıklar içinde kaldık... Birbirini tutan ellerimiz ayrıldı, uzak düştük, ayrı diyarlarda kaldık. Neredeyse ana dilimizi, öz lisanımızı unuttuk… İşte bunları konuşmalıydık kardeşlerimizle. Ve şükür ki konuşabildik. Günlerce, gecelerce konuştuk hatta. Ama bitiremedik...
Şu da bir gerçek ki gönüllerimiz, gelecek yıllarda Türk şiirinin unutulmaz şairi Nevayi'nin yurdu Taşkent'te, Semerkand'da yahut Buhara'da; ata-dede toprağımız Kaşgar'da, Balasagun'da, Herat'ta, Gazne'de, hatta Mevlana toprağı Belh'te, Kazan'da, Yesevi diyarı Türkistan'da, Tebriz'de, kim bilir belki kadim bir Selçuklu başkenti İsfahan'da, gülün ve santurun diyarı, Hafız'in ve Sa'di'nin şehri Şiraz'da, hatta Rumeli'nin mahzun güzeli Saraybosna'da bu gönül meclislerini açmak, bu şiir şölenlerini sürdürmek ister. Gidilecek daha o kadar çok yer, göreceğimiz, tanışacağımız o kadar çok kardeşimiz var ki…
O zamandan bu zamana Türkiye Yazarlar Birliği çatısı altında hizmet eden, genel başkan unvanıyla bu şölenlerin içinde olan, hizmet eden, katkı sağlayan elbette başkaları da vardı. Onları da mihnetle analım. Dr. Necmettin Türinay, Dr. Nazif Öztürk, Atilla Maraş, D, Lütfü Şehsuvaroğlu, İbrahim Ulvi Yavuz ve yine merhum Dr. Yakup Deliömeroğlu, Prof. Dr. Hicabi Kırlangıç ve Prof. Dr. Musa Kâzım Arıcan bu şölenlerin mimarları olarak öne çıktılar. Onlar alemdarlar, onlar söz bayrağını önde taşıyanlar oldular bu süre içinde. İşte onlar içinde birisi var ki, onun bu şölenlerin yirmi yılı aşkın bir zamandır yapılışında el emeği, göz nuru ve alın teri vardı. Onun istisnasız bütün bu şölenlerin hepsinde unutulmayacak gayret ve çabalarına şahid olduk. Türk dilinin, Türk edebiyatının, velhasıl Türk kültürünün abide şahsiyetleri için büyük ödüller konuldu. Böylece edebiyatın ustaları taltif edildi. Bu şölenlerin hepsinin açılış konuşmalarını yaptı. Bu yazımda onun çok beğendiğim, keyif veren üslubuyla yaptığı konuşmalarından bazılarını da zevkle, onur duyarak paylaştım. İşte o isim, bütün bu "Türk şiiri adına" yaşanan ve yaşatılan güzelliklerin tam ortasında bulunan rahmetli ağabeyimiz, Türkiye Yazarlar Birliği'nin yıllarca genel başkanlığını ve şeref başkanlığını yapmış güzel insan, rahmetli D. Mehmet Doğan'dı. Elbette tüm bu gayretler ve neticede yaşanan başarılar bir ekip işi olsa da bu güzelliklerin, mutlulukların, bu onur ve gururun millet olarak bize yaşatılmasında en büyük pay şüphesiz onundur.
Türk kültürünün "Dede Korkut"u, Türk dünyasının "ak sakalı", güzel insan, mekânın cennet olsun. Seni bir kez daha sevgi, saygı, minnet ve rahmetle anıyor, manevi huzurunda saygıyla eğiliyorum.
AY VAKTİ / 212. SAYI /38-42
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.