Giriş
Son dönemde insanımızı derinden etkileyen şair, yazar ve düşünürlerimizden birisi de Mehmed Âkif Ersoy’dur. Çok yönlü bir şahsiyete sahip olan Âkif, iyi bir şair, nâsir ve mütefekkir olduğu kadar iyi bir hoca, hafız, vaiz, tefsir âlimi, mistik, mütercim, mûsikişinâs, baytar ve sporcudur.
Tüm bunlardan öte Âkif, müthiş bir karakter ve inanç abidesidir. Çünkü o, dinî ve mistik yönü çok güçlü olan bir kişiliğe sahiptir. Din onun hayatının akışında hayatın bir programı haline gelmiş vaziyettedir. Bir başka ifade ile hayatı boyunca kendisini İslam’ın taleplerine göre ayarlamış bir şair (İmamoğlu, 1997: 11), şiirle vaaz eden bir müttakî, bir ahlak adamıdır (Edib, 2011: 560).
Hemen her sanat eserinin, sanatkârının eğitimi, kişiliği, inancı, duygu ve düşünce dünyasından açık veya gizli, az yahut çok izler taşıdığı malumdur. Bu durumu Mehmed Âkif’in kaleme aldığı İstiklâl Marşı gibi dinî-millî değerlerimizi âdeta özetleyen kırk bir mısralık manzûmesinde de çok daha fazlasıyla müşahede etmek mümkündür.
Esasen Âkif’in eserleri, şahsiyetidir desek abartmış olmayız. Nitekim o, doğruyu anlatarak da sanat yapılacağını gösteren bir şair olarak “Aczimin gir- yesidir bütün âsârım” (Ersoy, 1987: 3) demiş, idealist bir şahsiyet olduğunu ortaya koymuştur. Edebiyat tarihlerinde pek az sanatkârın eseri ve düşünceleri ile şahsiyeti arasındaki benzerlik, hatta aynılık, Âkif’inki kadar olabilmiştir.
Sadece edebiyatçıların değil, birçok ahlakçıların bile hayatları “hocanın dediklerini yap da yaptıklarını yapma” meselini doğrulayan örneklerle doludur. Bir şair olduğu kadar, hatta şairliğinden daha çok bir idealist olan Âkif’i, bu kaidenin çok nadir istisnalarından biri olarak pekâlâ gösterebiliriz (Okay, 1989: 12; Okay, 2015: 201).
Okay’ın yukarıdaki düşüncelerinin bir benzerini Ahmet Kabaklı da şöyle ifade etmektedir:
“Son yüzyıllık tarihimizde özü sözüne eylemi söylevine uyar kimseler fazla olmadığı için, Âkif’in bu örnek kişiliği üstünde durulmalıdır. O prensiplerini hareketleriyle zedelemeyen, hatta onları yaşayış haline koyabilen sayılı insanlarımızdandır.” (Kabaklı, 1972: 53).
İ. Lütfi Çakan ise Âkif’in Safahat’ı için: “Allah’a çağıran, çağrısıyla uyumlu güzel işler yapan ve ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet, 41/33) ayetinde vurgulanan söz-fiil uyumunun, mü’min tavır ve duruşunun şiir ve edebiyat alanındaki nadir örneklerinden biri ifadelerini kullanır ki (Çakan, 2021a: 154) bu ifadeleri aynı şekilde İstiklâl Marşı için kullanmak mümkündür. Evet, Marş da Âkif’in mü’min, muvahhid, vatan ve milliyetperver duruşunun on kıta, kırk bir mısra ile özetlenmiş hâlidir.
İşte biz de bu sebeple Mehmed Âkif’i dinî-tasavvufî yönleriyle ele alarak onun bu yönünün yazdığı İstiklâl Marş’ına nasıl sirayet ettiğini, yansıdığını ortaya koymak istedik. Bunun için önce Âkif’in dinî-tasavvufî dünyasına ana- hatlarıyla temas ettik, ardından Marş’ı kıta kıta ele alıp açıkladık.
- Âkif’in Dinî-Tasavvufi Dünyası
Mithat Cemal Kuntay’ın, Âkif’le ilgili eserinde onun şahsiyetinin “Kur’ân’lı ev, pehlivanlı mahalle, rasathaneli mektep” diye üç kaynaktan beslendiğini ifade ettiğini biliyoruz (Kuntay, 2007: 206). Biz Kuntay’ın bu düşüncelerine katılmakla birlikte Âkif’in dinî-tasavvufi dünyasının şekillenmesinde “Kur’an’lı ev”in yanında “dindar mahalle ve çevre, âlim ve sufi hocalar, dinî-tasavvufi klasikler ve mistik kişilik”in de etkili olduğu kanaatini taşımaktayız. Şimdi bu hususları başlıklar halinde kısaca açıklayalım.
- Kur’an’lı Ev
Âkif’in Aralık 1873 tarihinde İstanbul Fatih’te Sarıgüzel Mahallesi’nde ailesine ait evde dünyaya geldiğini biliyoruz. Bu evde Buhara’dan Tokat’a, sonra Amasya’ya, buradan da İstanbul’a göç etmiş olan bir ailenin soyundan gelen Emine Şerife Hanım ile Arnavutluk’un İpek kazasına bağlı Şuşisa’dan İstanbul’a gelen Tâhir Efendi’nin kurduğu bir aile yaşamaktadır (Düzdağ, 1998: 1-2). Yine bu evde, içinde beş vakit namaz kılınmakta ve Kur’an-ı Kerim okunmaktadır. Âkif, ilk dinî terbiyesini ve ileride gelişip serpilecek olan şahsiyetinin tohumlarını işte böyle bir manevi iklimde yaşayan aileden almıştır. Bunu kendisi bir röportajda şöyle anlatmaktadır:
“İlk din terbiyemi, ev, mahalle, ilk mektep ve rüştiye tahsilinde aldığım telkinler vermiştir. Bilhassa evin bu husustaki tesiri büyüktür. Annem çok âbid ve zâhid bir hanımdı; babam da öyle. Her ikisinin de dinî salabetleri vardı. İbâdetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı. Pederim, Hacı Feyzullah Efendi merhumun müridlerindendi. Nakşî şeyhlerinden olan Feyzullah Efendi o zaman hayatta idi. Annemin tarikata intisabı yoktu. Babam bana tasavvuf telkininde bulunmamıştır.” (Yıldı- rım-Özdemir, 2007: 270).
Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere Âkif’in ailesi “ibadetin zevkini tatmış” bir ailedir ve bu ailede yaşanan İslamiyet, bilime, içtenliğe ve umuda dayanan bir İslamiyet’tir. İslam’a bağlılığı, cahilliğe, taklide ve korkuya dayanan bir kimsenin ibadetinden zevk duyması mümkün değildir. Âkif, annesi Emine Şerife Hanım’ın tatlı sesiyle okuduğu Kur’an ayetlerini duya duya büyümüş ve babası Tahir Efendi’nin bu ayetlerle ilgili açıklamalarını dinleye dinleye de olgunlaşmıştır (Duymaz, 2006: 28).
Âkif’in çocukluk ve ilk gençlik dönemlerinde yaşadığı bu “Kur’an’lı ev”, ona ömrünün sonuna kadar hiçbir zaman soluklaşmayacak ve silinmeyecek birtakım kişilik hususiyetleri kazandırmıştır ki bunların başında “samimiyet” gelir. Âkif, gerek şiirleri ve gerekse düz yazılarında anlattığı duygu ve düşüncelerinde kelimenin tam anlamıyla “samimi” olan bir şahsiyettir (Duymaz, 2006: 28). Nitekim o, bir şiirinde bu durumu şöyle dile getirmiştir:
Bana sor sevgili kârî, sana ben söyliyeyim
Ne hüviyyette şu karşında duran eş’ârım
Bir yığın söz ki, samimiyyeti ancak hüneri
Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkârım. (Ersoy, 1987: 3)
Çocukluğunu, Kur’an’ın manevi iklimin hâkim olduğu böyle bir evde geçiren Âkif’in küçücük kalbinde Kur’an-ı Kerim’e karşı uyanan bu ilgi, daha sonra onu baştan sona ezberlemeye götürerek demir hafız yapacak, hatta Türkçe’ye çevirmeye, tefsir etmeye kadar ilerletecektir. Daha da önemlisi Kur’an, onun şahsiyetine ve sanatına yön veren tükenmez kaynaklardan biri olacaktır. Yirmi iki yaşında iken yazdığı ilk şiirinin “Kur’an’a Hitap” başlıklı olması dikkatleri celbetmektedir. Yirmi sekiz beyitten müteşekkil bu şiirin son kısımlarında yer alan aşağıdaki dizeler Âkif’in hem günlük hayatının hem sanatının onunla ne kadar kaynaştığının bir fotoğrafıdır:
Pîrâye-i hâfızam sen oldun
Sermâye-i hâfızam sen oldun.
Sensin hele ey kitâb-ı a’zam
Hâşâ buna hiç tereddüd etmem
Dünyada refîk u hem-zebânım
Ukbada muîn ü müste’ânım. (Şengüler, 1990: 4/268)
Âkif tüm bunların yanında, Sebîlürreşâd ve Sırâtımüstakîm dergilerinde yazdığı makalelerinde ve yayımladığı şiirlerinde Kur’an-ı Kerim’den seçtiği ayetlerden yola çıkarak duygu ve düşüncelerini yazmaya devam etmiş ve bu davranışını ömrünün sonuna kadar sürdürmüştür (Duymaz, 2006: 28-29).
Kuntay’a göre Âkif’in karakterinde Kur’an ve dinî unsurlar çok önemli olup, Cevdet Paşa Kuran’ın neşredicisi, Âkif ise Kur’an şairidir. Ancak ikisinin arasından fark var: Kur’ân Cevdet Paşa’nın kültürünü, Âkif’in kültürü ile birlikte seciyesini de meydana getirmiştir (Kuntay, 2007: 239).
- Dindar Mahalle ve Çevre
Yukarıda ifade edildiği üzere Âkif, İstanbul’da Fatih semtinde ailesine ait evde dünyaya gelmiştir. Âkif’in dünyaya gelip yaşadığı bu ev Fatih Camii’ne çok yakındır. Bu camide günde beş vakit okunan ezanlar, davete icabet ederek kalabalıklar halinde camiye koşuşan müslümanlar, namazdan sonra camiyi topluca terketmeler, daha önemlisi caminin mübarek gün ve gecelerde dolup taşmalarıyla kendini gösteren coşkulu ve zengin bir ruh saçan manevi havalar Âkif’in gözünde ve gönlünde derin hisler uyandırmıştır. Bundan dolayı Âkif, hem Fatih Medresesi müderrislerinden olan babası Tâhir Efendi ile sarsılmaz bir imana, sağlam bir dinî ve ahlaki hayata sahip annesi Emine Şerife Hanım’ın evinde hem de evlerinin hemen yakınında cereyan eden bu huzur ve mutluluk dolu manevi havasını bütün çocukluğu boyunca doya doya teneffüs etmiş ve ruhunun derinliklerine sindirmiştir (İmamoğlu, 1997: 51).
Âkif’in sadece ailesine değil, yakın komşularına ve aile dostlarına baktığımız zaman da bu manevi atmosferi içtenlikle yaşayan kimseler olduğunu görürüz. Nitekim komşuları, dinî, ahlaki, geleneksel, muhafazakâr bir hayat tarzını benimseyen kimselerdir. Âkif onları da yakından gözlemlemekte, bilhassa onların uzantısı sayılan çocuklarıyla sokakta oynayıp arkadaşlık yapmaktadır. Aile dostlarını ise, Fatih Camii imamları ve diğer hocalar oluşturmaktadır (İmamoğlu, 1997: 52).
Dolayısıyla Âkif’in komşuları ve ailesinin dostları da dinî bakımdan bilgili, görgülü ve kültürlü kimselerdir. Mesela, ailece görüştükleri son devrin önde biyografi, tarih, edebiyat alimlerinden şair İbnülemin Mahmud Kemal (v. 1957)’in ailesi de o devirde kültürlü ve dindar bir aile örneğiydi. Âkif’in babası Tahir Efendi bazen bu ailenin konağında, bazen de Yakacık’daki yazlık evlerinde, oğlu Âkif de dâhil olmak üzere bu ailenin çocuklarına Arapça ders vermekteydi. Hatta İbnülemin ile Âkif arkadaş olmuşlardır ki bu durumu İb- nülemin’in kendisi de bir eserinde dile getirmiştir (İnal, 1988: 91).
Toparlayacak olursak Âkif’in evlerinin Fatih semtinin özellikle Fatih Ca- mii’nin yanında olması, semt hayatının gidişatı ve nasıl akıp gittiği hususunda ona yakından müşâhede imkanı vermiştir. Kuntay’ın da ifade ettiği gibi cami, bir bakıma Âkif’in evlerinin selamlık dairesi, ev de caminin harem tarafı gibi olmuştur (Kuntay, 2007: 270). Velhâsıl Âkif’in yaşadığı çevrenin ve o çevrenin kültür yapısının onun tabiat ve seciyesinde etkisi kaçınılmazdır (İmamoğlu, 1997: 53).
- Âlim ve Sufi Hocalar
Âkif’in yetişmesinde ve şahsiyetinin şekillenmesinde etkili olan bir diğer unsur da âlim ve sufi hocalar olmuştur. Onun yetişme yıllarında şahsiyetinin teşekkülünde rolü bulunan kişilerin başında kendisine ilk dinî bilgileri veren, Arapçasının, fıkıh ve akâid bilgilerinin gelişmesine yardım eden Nakşiben- diyye tarikatına da mensup babası Mehmed Tahir Efendi gelmektedir. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid devrinin hürriyetperver şahsiyetlerinden Fâtih Merkez Rüşdiyesi’nde Türkçe muallimi Hüseyin Kâzım Kadri Efendi, hafızlık ve kavâid hocası, Fatih Câmii imamı ve aynı zamanda Kâdiriyye tarakatına mensup Filibeli Mehmed Rasim Efendi (Arap Hoca), Arap-Fars edebiyatına vukufiyetine hayran olduğu hocası Hicri Efendi, kendisinden tefsîr, hadîs ve Mesnevî dersleri aldığı Nakşî-Mevlevî şeyhi Hoca Hüsâmeddin Efendi, Hafız Dîvânı, Mesnevî ve Gülistân derslerini takip ederek Farsça’sını ilerlettiği Mesnevîhân Mehmed Es’ad Dede, Arapça hocaları olarak kendisinden Müberred‘in el-Kamil’ini okuduğu Hersekli Ali Fehmi Efendi, yine Arapça derslerinden istifade ettiği Hacı Zihnî Efendi, Mu’allakât hocası Hâlis Efendi’yi zikretmek mümkündür.
Âkif’in ayrıca ders ve müzakere arkadaşları Mehmed Şevket ve Babanzâ- de Ahmed Nâim ile daha Baytar Mektebi’nde talebe iken kendisini klâsik eserleri okuyacak kadar Fransızca’sını ilerletmeye ve Batı edebiyatını takip etmeye yönelten Ispartalı Hakkı Bey, memuriyetinin ilk yıllarında yanında bulunarak Fransızca çalıştığı Baytar Miralay İbrahim Bey’i de unutmamak gerekir (Şimşek, 2019: 13-14).
- Dinî-Tasavvufi Klasikler
Yukarıda Âkif’in okuduğu bazı dinî-tasavvufi klasiklere temas etmiştik. Âkif dinî-tasavvufi klasiklerden ilk okuduğu eser, kendi ifadesiyle Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’udur. Bunun yanında Hâfız-ı Şirâzî’nin Dîvân’ını, Mev- lânâ’nın Fîhi Mâfih, Dîvân-ı Kebîr, Mesnevî’si ile bu eserin İsmâil Ankaravî tarafından yapılan şerhini, Sa’dî-i Şirâzî’nin Bostân ile Gülistân’ını, Arap dili ve edebiyatı âlimi Müberred‘in el-Kamil’ini, Cahiliye döneminde yedi yahut on şaire ait seçkin kaside koleksiyonu olan Mu’allakât’ı, Arap şairlerden Müte- nebbî’nin Dîvân’ını, Ebû Firâs’ın şiirlerini, Firdevsî’nin Şehnâme’sini, Ferîdüd- din Attâr’ın eserlerini, İbnü’l-Fârız’ın Dîvân’ını, Şems-i Mağrîbî’nin Dîvân’ını,
Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ını, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini, Celâleddin Mahallî ile Celâleddin Süyûtî tarafından kalem alınmış olan Celâleyn Tefsîr’ini, Muhammed İkbal’in Peyâm-ı Maşrık ile Esrâr-ı Hodî’sini okumuştur (Şimşek, 2019: 39-128).
- Mistik Kişilik
İrşadını Kitap, Sünnet, iman, ilim-marifet, fazilet ve sa’y merkezli olarak şiirle gerçekleştirmiş olan Âkif’in (Çakan, 2021a: 153) mistiklik yönü ile ilgili olarak lehte veya aleyhte pek çok görüş ortaya konulmuştur. Bu konuda birçok araştırmacı tarafından görüş ortaya konulmuşsa da biz Ali Nihad Tarlan, Nurettin Topçu ve İsmail Lütfi Çakan’ın kanaatlerini paylaşmaktayız.
Tarlan’a göre, Âkif tamamen şerîata bağlı olup, tasavvufu ruhen yaşamış bir insandır. Belki geniş kültürü ve İran edebiyatını tanıması, Mevlânâ’nın Mesnevî‘si ve Dîvân-ı Kebîr’i ile meşgul olması hasebiyle, eserlerinin bir kısmındaki tasavvuf kokusu bu yola hiç de yabancı olmadığını göstermektedir. Ne var ki, içini daima sızlatan millet ve vatan sevgisi, bu madde asrında tasavvufun bir kurtuluş yolu olamayacağı kanaatiyle rûhunun bu cephesini bize ifşa etmesine imkân tanımamıştır (Tarlan, 1971: 45-49).
Âkif’in mistik, veli bir şahsiyet olduğu üzerinde ısrarla duran ise Türkçe muallimi Nâfiz Bey’in delâletiyle Âkif sevgisine mazhar olan ve bunu bir ömür boyu yaşayan Nurettin Topçu olmuştur. Topçu’ya göre Âkif, bir millet mistiği ve millet ahlakının velisidir. O, aşılmaz ve erişilmez büyük bir şahsiyettir, vecdler şairidir. Onun yedi kitaptan meydana gelen Safahat’ı adeta nefsin mertebeleri gibi aşağıdan yukarıya doğru çıkmış ve “Gölgeler“ ile kemale kavuşmuştur. O, ruh fatihlerinden birisidir. Âkif, Hz. İsa’nın yirminci asır ümmetine sunduğu ümit, aşk ve imandan ibaret üçlü mucizesini bize sunmaya muktedir bir veli ruha sahiptir. Âkif, “Bana seni gerek seni” diye ömründen inleyen mistiğin izlerinden bir fırtına hamlesiyle Yaradan’a koşan bir şahsiyettir. Âkif’in bir başka vasfı da münzevi oluşudur. Çünkü büyük adamlar hep böyle münzevi olmuşlardır. Onun inzivası halk içinde olmuş, cemaatin içinde çilesini doldurmuştur. Bir anlamda kesrette vahdeti yaşamıştır. O, Sinan, Yunus, Mevlânâ, Fuzûlî gibi sonsuzluğun yolcusu olan sanatkârlardandır. O, bir mistik, bir mürşid olduğu kadar davasının mesuliyetinin bilincinde bir velidir. O, XX. asrın Sa’dî-i Şirâzî’sidir. Sa’dî’nin nasıl Gülistân‘ı, Mevlânâ’nın nasıl Mesnevî‘si var ise Âkif’in de Âsım‘ı vardır. Âkif, Safahat’ının son merhalesinde Eflatun‘larla Mevlânâ’ların muradına eren sanatkârlığa teslimiyeti tamamlamıştır. O, tasavvuftaki “terk”, “vecd” ve “huzur” hallerinden geçmiş bir mistiktir. Netice itibarıyla hiçbir zaman gerçek tasavvufa ve bu yolun kâmil şahsiyetlerine karşı çıkmamış, aksine onları desteklemiş ve onlardan beslenmiş olan Âkif’e, bir millet ve tasavvuf mistiği, velisidir desek abartmış olmayız (Şimşek, 2019: 18-19, 291).
N. Sami Banarlı’nın şu tespitleri de Âkif’in mistik kişiliğinin bir fotoğrafıdır: “Ben, Mehmed Âkif’i, büyük şair, büyük vatansever, manzûm hikâyeler ve vaazlar yazarı, bilhassa inanmış bir insan olarak her hatırlayışımda evliyâlar kadar temiz ve lekesiz görebilmenin hazzını duyarım. İçim rahatlar” (Banarlı, 1985: 318).
İ. Lütfi Çakan ise hocası Mahir İz’in Âkif ile ilgili “çelik karakterli içtimaî mürşidimiz” ifadesinden yola çıkarak onu tekkesi, dergâhı, müridi, külahı olmayan içtimai bir mürşid ve hayata, olaylara vahiy öncelikli bakan, bu sebeple de engin bir ferâset, öngörü sahibi olan, “muhaddes ve mülhem” bir mistik olarak tanımlar ki, bu da Âkif’in kendi nevi şahsına münhasır bir mistik, mürşid oluşunun bir başka ifadesidir (Çakan, 2021a: 152, 155).
- İstiklâl Marşı’nın Dinî-Tasavvufi Tahlili
Konumuza geçmezden önce İstiklâl Marşı’nın yazılış süreci, yazıldığı yer ve ortam ile ilgili kısaca malumat vermeyi faydalı buluyoruz. Çünkü Âkif’in kişilik ve donanımının yanında süreç ve ortam da Marş’ın muhtevasını etkilemiştir. Bir başka ifadeyle Marş, Âkif’in gönül dünyasını ve düşüncelerini yansıtmanın yanında içinden doğduğu toplumun ruh dünyasını ve değerlerinin de dışa vurumunun bir göstergesidir (Canatan, 2017, 45).
Hemen ifade edelim ki Âkif, İstiklâl Marşı’nı başarılardan, zaferlerden duyduğu heyecanla yazmamış, ufukların karanlık olduğu bir zamanda, başarının pek umut edilmediği, zaferin hayal olarak görüldüğü günlerde kaleme almıştır.
Şöyle ki o günlerde, Batı Anadolu’da bir taraftan Yunan ilerlemesi devam ederken, diğer taraftan nizâmî olmayan kuvvetlerin düzenli orduya dönüştürülmesinin sancıları yaşanmaktadır. 6 Ocak 1921’de Yunan ordusu, Bursa ve Uşak cephelerinde taarruza geçmiş, üç gün sonra Bilecik ve Bozüyük’ü işgal etmiştir. Bir gün sonra ise Türk ordusu “İnönü Zaferi”ni kazanmış, 22 Ocak’ta da Çerkez Ethem kuvvetlerinin direnişini kırmıştır (Doğan, 2017: 79).
İşte kurtuluş mücadelesinin amansız bir şekilde verildiği o günlerde Garp Cephesi Kurmay Başkanı İsmet İnönü ile Maârif Vekili Dr. Rıza Nur, milletin heyecanını ve moralini düzeltecek, onu coşturacak bir Millî Marş yazılması konusunda anlaşmış ve konuyu bu işlerden sorumlu Orta öğretim Müdürü Kâzım Nâmi (Duru) Bey’e iletmişlerdir. Bunun üzerine Maârif Vekaleti tarafından 25 Ekim 1920 tarihinde güfte ve bestesi için kazanana beşer yüz lira para ödüllü “Millî Marş Yarışması” açılmış, 23 Aralık son katılma tarihi olarak belirtilmiştir (Kesten, 1997: 69; Duymaz, 2009: 29).
Âkif, Marş’la ilgili gelişmelerin yaşandığı sıralarda Kastamonu’da olup, yarışmaya para ödülü konması hasebiyle katılmamıştır. Arzu edilen bir eser yazması için kendisini sıkıştıranlara ise “Milletimin kurtuluş müjdesini verecek, imanını terennüm edecek bir eseri parayla yazacak karakterde bir adam değilim” diyerek son derece anlamlı bir cevap vermiştir (Canım-Çalık, 1995: 29). 24 Aralık’ta Ankara’ya dostu Eşref Edib’le birlikte hareket eden Âkif, Ankara’ya geldiğinde Mustafa Kemal Paşa ile görüşmüş, Kastamonu’daki “vatanperver mesaisi”nden dolayı Paşa’nın memnuniyet ve takdirlerine mazhar olmuştur.
Burada yeri gelmişken manevi cephemizin kuvvetlenmesinde Âkif’in yanında çıkarmış olduğu Sebilürreşad dergisinin de büyük hizmetleri olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim Âkif Ankara’ya geldiği vakit de dergisinin yayımlanması çaba göstermiş, 3 Şubat Ankara’da ilk sayısı yayımlanmıştır. Sebilür- reşad bu dönemde Büyük Millet Meclisi tarafından Matbuat Umum Müdürlüğünün matbaasında bastırılmış, büyük kısmı resmî kanallarla dağıtılmıştır (Doğan, 2017: 79-80).
5 Şubat’ta İstiklâl Marşı yarışmasına katılan 700’den fazla şiiri -bazı kaynaklarda 724 olarak verilirse de rakam kesin olarak belli değildir- yeterli görmeyen Maârif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey, Âkif’e bir mektup göndererek onu marş yazmaya ikna etmeye çalışmış, para ödülünü meselesini kendisinin istediği şekilde çözümleyeceklerini söylemiştir (Çetin, 2014: 18). Marş’ın Âkif tarafından yazılmasının ısrarla talep edilmesinin altında yatan en önemli sebep, onun gibi iman salabeti bilinen bir şairin milletin hissiyatına tercüman olabileceği hususunda şüphenin olmaması ve yazacağı metnin muhtevası bilinerek, tahmin edilmesidir (Doğan, 2017: 78).
O tarihlerde İngiltere’nin öncülüğünde İtilaf Devletleri Londra’da Sevr’de bazı değişikler yapmak suretiyle kabul ettirmek maksadıyla bir konferans düzenlenmesi için harekete geçtiler. Londra Konferansı’na gidecek Bekir Sami Bey başkanlığındaki Millet Meclisi heyeti 6 Şubat’ta Ankara’dan hareket etmiştir. 8 Şubat’ta bir süredir Fransız kuvvetlerine karşı mücadele eden Antep teslim olmuştur. 14 Şubat’ta Hâkimiyyet-i Millîye gazetesinin birinci sayfasının sol alt kısmında “Bir Vaazdan” başlığı altında Âkif’in Kastamonu havalisindeki vaazlarından birinin bir bölümü yayınlanmıştır (Doğan, 2017: 80).
Maârif Vekili Hamdullah Suphi’nin söz konusu mektubuna rağmen Âkif, İstiklâl Marşı’nı hâlâ yazma eğiliminde değildir. Bunun üzerine Âkif’in haberi olmadan Taceddin Dergâhı’nda beraber kaldıkları, çok sevdiği genç dostu Balıkesir mebusu Hasan Basri (Çantay) Bey devreye girerek Hamdullah Suphi Bey’e “Âkif Bey yazacak” sözünü vermiş, Âkif de dostunun bu sözünü yerde bırakmamak için kabul etmiştir (Doğan, 2017: 80; Çetin, 2014: 20).
Âkif, iki gün tam bir istiğrâk yani kendinden geçme hâlindedir. Tâceddin Dergâhı’nda, sokakta, camide, Hâkimiyet-i Millîye idarehanesinde, Meclis’te, uyurken, yürürken, yemek yerken hep Marş’ı yazmakla meşguldür. Bu konuda Konya mebusu Hafız Bekir Efendi, Cemal Kutay’a “Âkif, bir gece birden uyanır, kâğıt arar, bulamayınca kurşun kalemiyle yer yatağının sağındaki duvara marşın ‘Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım’ mısrasıyla başlayan kıtasını yazar. Sabahleyin namaza kalktığımda, üstadı çakısıyla duvardaki yazıyı kazarken gördüm” diye hatırasını da anlatmıştır (Çetin, 2014: 20; Kesten, 1997: 76).
Nihayet 15 Şubat’ta Âkif tarafından ilgililere teslim edilen şiir, 17 Şubat’ta Sebîlürreşâd dergisi ile Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde, 21 Şubat’ta da Kastamonu’da çıkan Açıksöz gazetesinde neşrolunmuştur (Doğan, 2017: 80; Çağba- yır, 1998: 244).
Burada şu hususu belirtemeden geçemeyeceğiz. Âkif’in Marş’ı iki gün gibi kısa bir zamanda yazmasında, onun şiirdeki büyük ustalığının yanında daha önce marş tarzında bestelenen şiirlerinin de etkisi olmuştur diyebiliriz. Sağlığında Safahat’ına almadığı, 1912’de Balkan Harbi sırasında yazdığı “Cenk Şarkısı” ile Millî Mücadele sırasında Ankara’da yazdığı “Ordu’nun Duası” başlıklı şiirler bunlardandır. Mesela “Cenk Şarkısı”nda yer alan, “Yerleri yırtan sel olup taşmalı! Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!” ve “Düşmana çiğnetme bu toprakları” “Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar!” mısraları ile “Ordu’nun Duası”nda geçen,
Bir dileğim var ölürüm isterim
Yurduma tek düşman ayak basmasın
Türk eriyiz, silsilemiz kahraman!
Müslümanız, Hakk’a tapan Müslüman.
mısraları İstiklâl Marşı’nı çok hatırlatmaktadır (Doğan, 2017: 77; Sakallı, 2018: 269).
Dolayısıyla Marş’ın muhtevası Âkif’in zihninde Balkan harbi sırasında oluşmaya başlamış, onları çeşitli metinlerde on yıl boyunca parça parça dile getirmiştir. Özellikle “Berlin Hâtıraları”nın sonunda geçen aşağıdaki mısralar, İstiklâl Marşı’na bir giriş mahiyetindedir:
-Korkma
Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz! (Doğan, 2006: 94)
D. Mehmet Doğan’a göre, Âkif bu ve benzeri şiirlerin yanında toplumun, maşerî şuurun vazgeçemeyeceği metinler de kaleme almış ve bunlar resmiyete ihtiyaç duymadan halk nezdinde kabul görmüştür. Eğer İstiklâl Marşı resmî marş olmasaydı, Âkif bir şekilde benzer bir şiir yazacak ve bu metin milletin vazgeçilmezleri arasına girecekti (Doğan, 2017: 77).
Yaşar Çağbayır’a göre ise Âkif, İstiklâl Marşı’nı yazmaya karar vermeden önce gerek ruhen, gerekse maddeten hazır olup, o mısraları terennüm edecek bir olgunluğa ulaşmış bulunuyordu. Zaten hadiseler onu bu iş için hazırlamıştı. Buna misal Kastamonu’da verdiği vaazlardır ki o vaazlar, İstiklâl Marşı’nın nesir olarak ifadesinden başka bir şey değildir. Nitekim vaazlarında açıklama ve ikna söz konusu iken, İstiklâl Marşı’nda bir haykırma ve meydan okuma üslubu hâkimdir (Çağbayır, 1998: 243-244).
Tekrar konumuza dönecek olursak 21 Şubat’ta Londra Konferansı başlamıştır. Bu arada bir Millet Meclisi heyeti Moskova’da müzakerelerle meşguldür. Böylece Batı’nın büyük gücüne karşı yeni ortaya çıkan Sovyetler Birliği ile ilişkiler geliştirilerek denge sağlanmak istenmektedir. 23 Şubat’ta Londra Konferansı’na İstanbul hükûmeti adına katılan Tevfik Paşa söz hakkını Büyük Millet Meclisi temsilcilerine bıraktığını belirtmiştir.
26 Şubat’a gelindiğinde Millet Meclisi İstiklâl Marşı yarışmasına katılan şiirlerden seçilen altı şiirin bastırılarak milletvekillerine dağıtılmasını kararlaştırmış, 1 Mart’ta da Karesi (Balıkesir) mebusu Hasan Basri’nin (Çantay) İstiklâl Marşı’nın güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından kürsüden okunmasına dair önergesi görüşülmüştür. Akabinde Hamdullah Suphi Bey, yarışmaya katılan ve seçilen şiirlerden birinin kürsüden okunması kararı üzerine kürsüye gelerek yarışma hakkında bilgi vermiş, katılan şiirleri kuvvetli bulmadığı için Âkif Bey’e müracaat ettiğini, kendisinin asil endişelerle ortaya koydukları tereddütleri -mükâfatı almamak gibi- ortadan kaldırmak için gerekli tedbirleri alacağını belirterek “Bu şart ile büyük dinî şairimiz bize fevkalade nefis bir şiir gönderdiler. Arkadaşlar, oyumu açıklıyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda hürriyete sahibim. Seçimimi yapmışım. Fakat sizin seçiminiz benim seçimimi nakzedebilir. Bu size aittir...” ifadelerini kullanmış, ardından Âkif’in şiirini okumuş, şiir büyük heyecan ve alkışlarla karşılanmıştır (Doğan, 2017: 80-81).
Meclis’in bu büyük teveccühü karşısında Âkif de oldukça heyecan duymuştur ki yakın arkadaşı Eşref Edip hatırlarında bu durumu şöyle dile getirmiştir: “O gün üstâd için en muazzam bir gündü. Hayatında bu kadar heyecanlı bir gün geçirmediğini söylüyordu.” (Çağbayır, 1998: 259)
Esasen bu talep, eskiden beri Âkif’in şiirini takdir edip beğenen Hamdullah Suphi Bey ile sınırlı değildir. Bu durumu başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Millî Mücadele’nin yönetim kadrosunun marşı beğendiklerini, görüşlerini yansıtan bir gazete olan Hâkimiyet-i Millîye’nin birinci sayfasında kabul edilmeden neredeyse bir ay önce çerçeve içinde yayınlanmasından, oyun açıklanması olan bu yayından sonraki süreçte, Hamdullah Suphi Bey’in yine “Oyumu açıklıyorum.” diyerek aynı yönde reyini beyan etmesinden, seçilmiş diğer şiirleri bir yana bırakarak sadece Âkif’in şiirini okumasından ve kabul oturumunda da konu ne kadar tartışılırsa tartışılsın Âkif’in şiiri dışındaki şiirlerin oylatılmamasından çıkarmak mümkündür (Doğan, 2017: 78-79).
Neticede Meclis, İstiklâl Marşı’nın nasıl seçilmesi gerektiği üzerinde tartışmış, kimisi marşı meclisin seçmesini, kimisi de hususî bir heyet tarafından seçilmesini istemiştir. Bu tartışmalar sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığındaki Meclis, Âkif’in şiirini büyük bir oy çoğunluğu ile marş olarak kabul etmiş ve o günkü müzakereler Balıkesir mebusu Hoca Abdulgafur Efen- di’nin İstiklâl Marşı kadar etkili bir duası ile son bulmuştur (Çetin, 2014: 21; Çağbayır, 1998: 259).
İstiklâl Marşı, Meclis’te on bir gün sonra yani 12 Mart 1921 Cumartesi günü tekrar ele alınmıştır ki bu defa başkanlığı İstanbul mebusu Dr. Adnan Adıvar Bey yapmaktadır. Âkif ise bu toplantıya mahcubiyetinden katılmamıştır. Yapılan görüşmeler ve oylama sonucunda Marş yine büyük çoğunlukla kabul edilmiştir. Ayakta okunması ve dinlenilmesi teklifi üzerine ise yine Hamdullah Suphi Bey tarafından kürsüden ayakta okunmuş ve mebuslar da ayakta dinlemiştir (Çağbayır, 1998: 270; Sarıhan, 1984: 60-61).
Âkif, Marş’ın resmî olarak kabulünden sonra, kendisine getirilen beş yüz liralık para ödülünü, “Ben yarışmaya girmedim, bu para benim değildir.” diyerek reddetmiştir. Ancak o, meclis kasasında kalmaması için usul icabı teslim alması gerektiği söylenince almış, kendisinin bu paraya çok ihtiyacı olduğu halde kullanmayarak kimsesiz kadın ve çocuklara iş, sanat öğretme ve fakirlikle mücadele amacıyla kurulmuş olan Dârulmesâî’ye bağışlamıştır. Âkif ayrıca İstiklâl Marşı’nı şiirlerinin toplandığı eseri Safahat’a almamış, “Onu milletime ve kahraman ordumuza hediye ettim. Artık o milletimindir. Zaten o, milletin eseridir, milletin malıdır. Ben yalnız gördüğümü yazdım.” diyerek içindeki coşkun din, vatan, millet ve bayrak sevdasını bir kere daha haykırmıştır (Özönder, 1986: 130; Çetin, 2014: 21-22; Kesten, 1997: 104-105).
Bu bilgilerden sonra Marş’ı açıklamaya geçebiliriz.
- Kıta
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Âkif, şiirine “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diye başlayarak büyük bir kararlılık göstermiş, daha ilk dizesinden itibaren Marş’ı dinî bir ağırlıkla söylediğini hissettirmiştir. Esasen bu ağırlık, şiirde büyük bir enerjiye dönüşmüş, fakat bu, kelimeyle, dizeyle, kalemle, kelamla, resimle, müzikle oluşan bir enerji değil, şairin “dil”inde mevcut olmuştur. Bir başka deyişle kaynağı kuram değil, Kur’an’dır (Akay, 2010: 33; Karabulut, 2018: 9). Zira yukarıda da ifade edildiği üzere Âkif, hâfız-ı kelâm ve tefsir âlimidir. Kur’an’ı tercüme ve tefsir edecek derecede iyi bilmektedir.
Marş’ın hemen bütün dizelerini Cenabıhak ile bağlantılı olarak büyük bir inanç ile kaleme alan Âkif, ilk dörtlüğüne “Korkma” diye başlamışsa da bunu, bir düşmandan korkunun değil, milletimizde korkuya yer olmadığını vurgulamak için yapmıştır. Çünkü milletimizin iman dolu göğsünde zaten korkuya yer yoktur. Allah’a inanan millet, korkmaz ve hüzünlenmez. Âkif de bu ifadeyi bu duyarlılıkla kullanmıştır. Bu “korkma” sözü, Hz. Peygamber’in Hicret sırasında Sevr Mağarası’nda iken düşmanların çok yakına geldiklerinin duyulması üzerine biricik dostu Hz. Ebubekir’e söylediği, “Endişe etme, korkma, Allah bizimle beraberdir” (Tevbe, 9/40) ayeti ile Tâhâ suresinin 68. âyetinde Cenabıhakk’ın, Hz. Musa’nın sihirbazlar karşısında endişelenmesi sırasında “Korkma! dedik, üstün gelecek olan kesinlikle sensin.” şeklindeki hitabını hatırlatmaktadır (Karabulut, 2018: 9; Toptaş, 1999: 12). Bu sebeple şiirin ilk dizesinin bu iki ayete bir telmih olduğunu söyleyebiliriz.
İ. Lütfi Çakan’a göre “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (Yusuf, 12/87) ayetinin anlam ve okunuşu ile “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” dizesinin mâna ve söylenişindeki paralellik, Âkif’in vahiy öncelikle duygu ve düşünce dünyasının en canlı yansımalarından biridir.
Esasen Marş’daki ruh da işte bu vahye bağlı duygu ve düşünceden neş’et etmektedir (Çakan, 2021b: 3).
Üçüncü ve dördüncü dizede geçen “millet” kelimesi üzerinde de konumuz açısından kısaca durmak gerekir. Zira millet, Arapça’da “ezberden yazdırmak, dikte etmek” anlamındaki imla kökünden türemiş olup, işitilen ve okunan bir şeye dayanması veya dikte edilmesi ve yazılması bakımından “din” karşılığında kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’deki anlamı da bu yönde olup, hadislerde bu anlamının yanında “doğuştan getirilen özellikler, fıtrat” manasında geçmektedir. (Şentürk, 2005: XXX/64).
Âkif, “millet” kelimesiyle mensubu bulunduğu Türk halkını ifade ettiği gibi İslam ümmetini de kastetmiştir. Zira Türk’ün de Müslümanların da sembolü ay ve yıldızdır. Bugün İslam ülkelerinin pek çoğunun bayrağında hilal ve yıldızın yer alması bunun bir göstergesidir.
- Kıta
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl,
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
Bu kıtada “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” dizesi şiirin temel yapısını oluşturmakta olup, milletimizin iki önemli hususiyetine vurgu yapılmıştır. İlki, milletimizin hiçbir devirde kaybetmediği istiklâlin onun hakkı olduğu, ikincisi ise iman duygusu ile birlikte doğuşudur. İman duygusunu son mısradaki ikinci “Hak” kelimesinden çıkarmak mümkündür (Okay, 2016: 74). Marş’da iki defa “Hakk” ve üç defa da “hak” kavramı geçmektedir. Kur’an’da geçen “hak” kavramını karşılayan en büyük değer Allah’ın en başta gelen esmasından olan “Hakk”tır. Hakkın kaynağı ise Cenabı mevla’dır. Nitekim Kur’an’ın Müslümanlara yüklediği en büyük görev Hakk’ı hâkim kılmaktır. Nitekim En- fal ve Yunus surelerinin 7-8. ayetlerinde “hak” kavramı ön plana çıkmaktadır (Karabulut, 2018: 9).
Tasavvufta ise esma ile seyr u sülûk yapılan tariîkatlarda nefs-i mutamin- ne makamında yani velilik makamında çekilen zikir “Hak”tır. Hak ism-i şerifi zevâl, yokluk ve değişmeyi kabul etmeyen, ezelî ve ebedî olarak var olan, ulû- hiyet ve vahdaniyette sâbit olan demektir (Usta, 2019: 98). Dolayısıyla Âkif’in “Hakk” kelimesi ile “İstiklâl”i aynı dizede ifade etmesi, bir tesadüf değil, tevafuktur.
Burada şu hususun altını da çizmek gerekir ki milletimiz tarih boyunca Hak ve adalet kavramlarına sıkı sıkıya bağlı kalmış, Allah’ın emirlerinden ve adaletinden hiç ayrılmamışlardır. Cenabıhak Kur’an’da “Zafer Allah’a inananlarındır” (Âl-i İmran, 3/139) buyurduğuna göre, zafer eninde sonunda “Hakk’a tapan” milletimizin olacaktır (Kesten, 1997: 118-119). Çünkü bilir ki Cenabı- hakk’a iman eden, hak yolda yürüyen, haksızlığa boyun eğmeyen, hakkı zalimlerin suratına haykıran ve bu yolda ölürse Hz. Hamza misali şehitlerin başına yazılan, hakkı ve sabrı tavsiye eden bir milletin göğsüne, cehennemin kıvılcımından ince olamayan atom bombalarını değil, cehennemi dayasalar asla yolundan geri çeviremezler (Toptaş, 1999: 21).
Kıtada dikkat çeken bir diğer kelime ise “kahraman”dır. Kahraman, sözlükte “savaşta yiğitlik ya da tehlikeli bir durumda yararlık gösteren (kimse)” anlamındadır. Âkif’e göre en büyük kahramanlık, hakiki Müslümanlıktır:
Şehâmet dini, gayret dini, ancak Müslümanlıktır;
Hakîkî Müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır. (Ersoy, 1987: 257)
Dolayısıyla Âkif, “kahraman” kelimesi ile Leyla’sı olan İslam uğruna can veren, kan veren ordumuzun, yedi düvelin ordularının top, tüfek ve gülle yağdırması karşısında bütün tehditlere gülüp geçtiğini ifade ederek “nazlı hilal”in hakiki Müslümanlığa sahip olan kahraman millete kaşını çatmamasını, bir gü- lüvermesini istemiştir (Toptaş, 1999: 21).
- Kıta
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Bu kıtada öne çıkan kavramlar ise “ezel” ve “hürriyet”dir. Ezel, bir anlamda “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler” (A’raf, 7/172) ayetine telmihtir. Biraz daha açacak olursak ezelde, elest bezminde “evet” demişiz. Rab olarak Allah’ı kabul etmiş, böylelikle hürriyeti almışız. Hürriyeti iman olarak benimsemişiz. Kafamızı koparsalar, bedenimizi çiğneseler, hürriyet düşüncemizi söküp atamazlar. Bundan dolayıdır ki ecdadımız, diniyle, imanıyla yaşamak için kanlarını seller gibi akıtmış, fakat esaret zincirini kafirlere, çılgınlara taktırmamıştır (Toptaş, 1999: 33). Burada Âkif, dış düşmana olduğu kadar dolaylı olarak iç düşmana, nefse, şeytana karşı verilen mücâdeleye de atıfta bulunmuş, gerçek hürriyetin ezelî ve ebedî olan Hakk’a kul olmaktan geçtiğini belirtmiştir.
- Kıta
Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, “Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu kıtada göze çarpan ifade “iman dolu göğüs”tür. Samimi bir inancın yansıması olarak söylenen bu ifadeyi, “Ben yere ve göğe sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım” (Aclûnî, 1988: II/195) hadisine bir telmih olarak kabul edebiliriz. Kur’an’da Zümer suresinin 22. ayetinde geçen “Allah’ın göğsünü İslâm’a açan kimse”yi bu bağlamda düşünülebiliriz. Bu sebepledir ki Âkif, imanı aklın önüne geçirmiş, “Çelik zırhlı duvara karşı iman dolu göğsü” öne sürmüştür (Göleç, 2010: 254; Karabulut, 2018: 9). Zira Âkif, hem İslam kültür ve medeniyetinin tanımladığı imanı, hem de XIX. asrın pozitivizmine tepki olarak doğan, Batı’da da Bergson gibi düşünürlerin kaleminde ifadesini bulan iman kavramını dile getirmiştir. Bu iman sadece dinginliğe değil, aksiyona da sevk eden bir imandır. Esasen Âkif’in iman fikri, tevekkül içermekle birlikte hareket ve aksiyondan da uzak değildir. Ona göre iman, cehdetmek ve aksiyonun anahtarıdır (Göleç, 2010: 254).
Bu kıtayı tasavvufi açıdan da şu şekilde yorumlayabiliriz: Garp dediğimiz çelik zırhlı duvar, şeytan ve nefsin yıkılamaz, vazgeçilemez, altından kalkılamaz zannedilen düşünce, his ve telkinleridir. Eğer imân dolu bir göğse, bir başka ifadeyle Hak ile olan gönüle sahipseniz asla ne şeytan, ne de nefis sizi hakimiyeti alına alabilir. Onların, senin aklını, kalbini çalmak için dost görünümlü haykırışlarına aldanma, bırak kurtlar gibi uluyup dursunlar. Hakikatte onlar, tek dişi olan bir canavar gibi olup, seni alt etmeleri mümkün değildir. Çünkü göğsün imanla bezenmiş, Hakk’ı misafir etmiştir. XVI. asır Halvetî şeyhlerinden Şemseddin Sivâsî’nin söylediği şu beyit de bu durumun farklı ifadeleri olsa gerektir: “Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak/Pâdişâh konmaz saraya hâne mamûr olmadan”.
- Kıta
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...
Kim bilir, belki yarın. belki yarından da yakın.
Bu kıtada da “Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın” ile “Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...” dizeleri dikkatleri celbetmektedir. Peygamberimizin konuşurken yanında bulunanlara “Ashabî” yani “arkadaşlarım, dostlarım” şeklinde hitap ettiği bilinmektedir. Bundan dolayı Efendimiz’in sohbet arkadaşlarına “Sahabe” denilmiştir. Bu alemde aynı güneşte ısınan, aynı havayı teneffüs eden, aynı Kur’an’ı okuyan insanlar, birbirlerinin arkadaşı, kardeşidirler (Toptaş, 1999: 56). Burada “Muhakkak ki inananlar birbirinin kardeşidirler” (Hucurât, 49/10) ayetini de unutmamak gerekir.
Yine bu dizede Âkif’in 19 Kasım 1920 tarihinde Kastamonu Nasrullah Camii kürsüsünden okuduğu “Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin, onlar size kötülük yapmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların ağızlarından nefret taşmaktadır; kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Gerçekten size delilleri açıklamışızdır, eğer düşünüyorsanız!” (Âl-i İmrân, 3/118) ayetine işaretler vardır. Zira Âkif, bu konuşmasında sahte dostlardan ve düşmanlardan bahsetmiştir. Dolayısıyla “Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın!” dizesini Âkif’in kürsüden okuduğu bu ayetin bir tefsiri olarak görmek pekâlâ mümkündür (Karabulut, 2018: 9).
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın...” dizesine gelince, bunda da öncelikle “İman edip sâlih amel işleyenlere yeryüzünün idâresi vâdedilmiştir.” (Nûr, 24/55), “Allah nûrunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8) ayetlerine atıflar bulunmaktadır. Dolayısıyla Cenabıhak bu ayet ile her kim ki dini, devleti, vatanı, bayrağı, namusu, malı-mülkü ve canı için savaşırsa yardım edeceğini beyan etmiştir (Erdem, 2011: 82). Hakk’ın vaadetttiği mutlak gerçekleşeceğine göre, o bizim mâbedi iman dolu yurdumuz bizim olacaktır. Doğunun ezelî fecri olacak İslam’ın nuru doğup, bütün âlemi aydınlatacaktır (Toptaş, 1999: 56).
Esasen Saff sûresinde genel olarak, Müslümanları Allah yolunda cihada hazırlama ve İslam dinine sıdk ve sadakatle bağlı mü’minlere zafer ve müjdeler mevcuttur (Yazır, 1979: 7/4924). Dolayısıyla Âkif, Medine’de Allah yolunda doğruluktan ayrılmayarak cihada teşvik edilen mü’minlere inen bu sûre ile farklı bir yolla kendi milletine seslenmektedir. Ona göre tek kurtuluş yolu, Kur’an’a ve bayrağa sımsıkı sarılmak doğruluk ve ahlakla cihad meydanlarında sağlam bir şekilde yer almak ve vatanı alçakların eline bırakmamaktır (Alev, 2014: 17).
Âkif’in, 23 Ocak 1920 tarihinde Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hitabesinde ise “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayınız ki siz birbirine düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yola ulaşasınız.” (Âl-i İmran, 103) ayetini okuyarak Müslümanların Hak yolundan ayrılmamaları, Kur’an’a sıkı sıkıya sarılmaları gerektiğini söylemiştir. Dizede ayrıca Âl-i İmran suresinin 200. ayetinde geçen “Ey iman edenler! Sabredin, kararlılıkta yarışın, düşmana karşı hazırlıklı olun (birbirinize dayanıp bağlanın), Allah’a karşı gelmekten sakının ki başarıya ulaşa- bilesiniz.” ayetine telmihler de bulunmaktadır (Karabulut, 2018: 10).
Esas itibarıyla İslam inancının temel prensiplerinden birisi umuttur. Gerçek mü’minler günün birinde mutlaka kurtuluşa ereceklerdir. Allah’tan umut kesmek büyük günahlardandır. Zira Allah’tan umudu ancak kafirler keser (Yûsuf, 12/87). Sıkıntı karşısında yılmamak, sabır göstermek inancın erdemlerin- dendir (Erdem, 2010: 303).
- ve 7. Kıtalar
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Bu iki kıtada öne çıkan kavramlar “vatan”, “şehid” ve “cennet”tir. Vatan, sadece üzerinde yaşanılan bir toprak yığını değildir. Onu mübarek ve değerli kılan maddî ve mânevî bütün unsurlardır. Onun için bu cennet gibi güzel vatana bakarken sadece toprağı değil, onun uğruna canını veren şehitleri de görmek, bilmek ve anlamak gerekir. Âkif, “şehid oğlu” ifadesiyle de vatan için canlarını seve seve fedâ eden bir ecdada sahip olduğumuzu hatırlatmaktadır. Uğrunda canlar verilen vatanımıza sahip çıkmak, onu korumak, kollamak, şehitlerin hatırasına olan saygının bir gereğidir. Cennet, inananların gideceği yerdir. Burada vatan, cennete benzetilmiştir. Bu nedenle vatan hiçbir şeyle değişilemez (Karabulut, 2018: 10). Sufiler arasında yaygın olarak kullanılan “Vatan sevgisi imandandır” (Aclûnî, 1988: 1/345) hadisine de telmih olduğunu söyleyebiliriz.
“Şehid” ve “cennet” kavramlarının dinî boyutu oldukça geniş ve zengin ifadeler olduğu malumdur. Kur’an’da “şehid” ile ilgili birçok ayet vardır (bkz. Bakara, 2/154; Âl-i İmrân, 3/157, 169-171, 195; Nisâ, 4/74; Tevbe, 9/111). Söz konusu ayetlerde şehitler için Allah yolunda öldürüldükleri için aslında ölü olmayıp diri oldukları, Allah’ın rahmet ve mağfiretine kavuştuklarına vurgu yapılmaktadır.
- Kıta
Ruhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne namahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
Bu kıtada “mabed” “ezan” ve “şehâdet” kavramları ön plana çıkmaktadır. Bu üç kavram da İslam dininin temel değerlerindendir (Karabulut, 2018: 10). Hz. Peygamber, “Yeryüzü bana mescid kılındı” (Buhârî, Salât 56; Müslim Mesâ- cid 3) buyurmuştur. Âkif, Balıkesir için yazdığı şiirinde “Ey benim her taşı bir ma’bed-i imân yurdum/Seni er geç bana bir gün verecek ma’budum” diyerek “Allahım! Her karış toprağında iman ve secde izleri olan yurduma, nâmahremler, yabancılar, düşmanlar ayak basmasın.” duasını yapmıştır (Toptaş, 1999: 73).
“Ezan”, sözlükte “bildirmek, duyurmak, çağrıda bulunmak ve ilan etmek” anlamlarındadır. Bir dinî terim olarak Müslümanları namaza çağırmak ve namaz vaktini bildirmek için müezzin tarafından cami ve minarede günde beş defa okunan, tekbir, şehadet ve diğer sözlerden ibaret bir İlahî dâvet demektir. Dörtlükte geçen ezan, dinin temelini oluşturan bir semboldür. Bir bakıma İslam’ı temsil eden bir unsurudur. Çünkü içerisinde “tekbir” ve imanın özü olan “kelime-i şehâdet” yer almaktadır. Kelime-i şehâdet, “Allah’ın büyüklüğünü, varlığını, O’ndan başka ilah olmadığını, Hz. Muhammed Mustafa’nın O’nun kulu ve elçisi olduğunu” bildiren eksiksiz bir iman esasıdır. “Ezan”, aynı zamanda bir zafer müjdecisidir. Türklerin her bir galibiyetinden sonra, yüksekçe bir yerde okunan ezan, fethi müjdelemek içindir. Dolayısıyla ezan, vatanımıza İslam medeniyetinin hâkim oluşunun bir alametidir. Onun için bu güzel yurdumuzun semalarından ezan sesinin sonsuza kadar kesilmemesi gerekmektedir. Vatanımız müstemlekelerden, işgalcilerden kurtarılmazsa ezan sesleri susacak, yerine çan sesleri duyulacaktır. Bir başka deyişle İslam ortadan kalkacak, yerine Hristiyanlık hâkim olacaktır. Buna asla fırsat verilmemelidir (Karataş, 2016: 419-420, 422; Çetin, 2014: 76-77).
Netice itibarıyla Âkif bu kıtada, Allah’a dua ve yakarışta bulunarak bizim için mübarek olan millî ve manevi değerlerimize düşman elinin değmemesini istemiştir (Kesten, 1997: 121).
- Kıta
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.
Bu kıtada öne çıkan kavramlar “vecd”, “secde” ve “Arş”tır. Âkif, önceki dörtlük ile bağlantılı olarak burada da şehitler adına konuşarak istekleri gerçekleştiği takdirde çok mutlu olacağını belirtmektedir. Şehit, isteğine kavuştuğunda -eğer mezar taşı varsa- coşkuyla Hakteala’ya bin secde edecek, yaralarından kanlı yaşlar aka aka, adeta her şeyden tecrit edilmiş, soyunmuş bir ruh gibi naaşı yerden fışkıracak ve nihayet başı yükselerek belki de Arş’a değecektir (Karabulut, 2018: 10).
Kıtada geçen “vecd” ve “Arş” kelimelerinin dinî bir terim olmalarının yanında tasavvufta da ıstılah olarak kullanıldığını belirtmek gerekir. Lügatte, “bulmak, hâsıl olmak, var olmak” anlamlarına gelen, vecd, bir tasavvuf ıstılahı olarak, sufinin zorlaması, istemesi olmadan, gönlüne gelen hâl demektir. Hakk’ın sırrına muttali olunduğundan ruhun ulaştığı huşua da vecd adı verilmiştir (Cebecioğlu, 2014: 520).
“Arş”, sözlükte en büyük felek, taht, mülk, zuhur, tecelli, hâkimiyet gibi anlamlara gelir. Dinî literatürde Allah’ın kudret ve büyüklüğünün tecellisinden kinaye olarak dokuzuncu kat semada bulunduğu tasavvur olunan tahttır. Kâinattaki bütün varlıkları kuşatan bir cisim olup yüksekliğinden dolayı bu ismi almıştır. Tasavvufta ise daha çok gönül, kâmil insanın kalbi olarak kullanılmıştır. (Cebecioğlu, 2014: 52; Uludağ, 1995: 53).
Klasik şiirde maddeden tecerrüd yani bedenin maddi değerlerden uzaklaşıp tamamen manevi değerlerle donanması mazmunu vardır. Sufi şair, kanlı gözyaşlarını dökerek, yüreğinin kanını akıtarak maddî varlığından sıyrılır, bütünüyle incelip, soyut, manevi bir varlık haline gelinceye kadar maddeden soyutlanmaya gayret eder (Çetin, 2014: 79).
Netice itibarıyla Âkif bu kıtada tasavvufi açıdan sufinin, seyr u sülûk esnasındaki yoğun ibadet hayatı ve çektiği çilelere işaret ettiği gibi yaşadığı vecd hallerine, maddî alemden soyutlanarak mana âlemine yükselişine, Hakk’a vuslat buluşuna dolaylı olarak işaret etmiştir diyebiliriz. Yunus’un ifade ettiği gibi “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil”, “Ölen hayvân imiş âşıklar ölmez.” Velhâsıl sufi nasıl zorluk ve meşakkatler neticesinde vuslata eriyorsa, mukaddesâtı uğruna canını veren asker de şehit olarak Hakk’a kavuşmuş olacaktır.
- Kıta
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl;
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!
Bu son kıta ise “şafak”, “hilal”, “Hak”, “hürriyet” ve “istiklâl” kavramları dikkat çekmektedir. Birinci dörtlükte geçen “şafak”, güneş battıktan sonraki alaca karanlığı ifade ederken burada “şafak” güneş doğmadan önceki alaca karanlığı karşılamaktadır. Bu durum zaferin habercisi olup, artık istiklâlin kazanılacağına dair inancın en üst seviyeye ulaştığını göstermektedir (Karabulut, 2018: 10).
Ayrıca ilk kıtadaki şafak ile akşam namazı vaktinin, son kıtadaki şafak ile de sabah namazı vaktinin girdiğini söylemek gerekir. Yani mümin bilir ki güneş batsa da yok olmamıştır, sabah yeniden doğup etrafı aydınlatacaktır. Birinci kıtadaki “nazlı hilal”, son kıtada “şanlı hilal”e dönüşmüştür. İstiklâl kazanıldığı için bayrak uğruna dökülen bütün kanlar ona helaldir. Bu sebeple milletimiz ve bayrağımız sonsuza kadar var olacaktır. Türk bayrağı ezelden beri hür yaşamıştır, bundan sonra da hür yaşamak onun hakkıdır. Milletimiz inançlı olduğu ve Hakk’a taptığı için istiklâli hak etmiştir (Karabulut, 2018: 10). Burada Yunus Emre’nin “Her dem yeniden doğarız/Bizden kim usanası” dizelerine de işaret vardır.
Burada son olarak kıtada geçen “Hak” ve “hürriyet” kelimeleri üzerinde durmak istiyoruz. Esasen Âkif Marş’ta altı defa “Hak”, üç defa “hürriyet” ve onunla bağlantılı olarak iki defa “istiklâl” kelimesini kullanmıştır. Âkif’in
Marş’ta en fazla tekrar ettiği bu üç kelimeyi kullanmasının tesadüfi olmadığı kanaatindeyiz. Şimdi dinî ve tasavvufi bakımından anlamları da çok büyük olan bu iki kelimeye biraz daha yakından bakalım.
“Hak” sözlükte “gerçek, doğru ve sabit olmak, gerekli ve lâyık olmak, olabilirlik niteliği taşımak, sürekli var olmak, gerçeğe uygun bulunmak” anlamlarına gelir. Kur’ân’da “hak” kelimesi iki yüz seksen yedi yerde geçmektedir ve ayetlerin çoğunda bâtılın zıddı olarak kullanılmıştır. Bu zengin kullanım içinde hak kavramı Allah’a pek çok yerde izafe edilmekte olup bunların bazısında O’nun güzel isimlerinden biri olarak doğrudan ilahi zata izâfe edilmektedir. Hak kavramı Allah’tan başka Hz. Peygamber’e Kur’ân’a ve dine nisbet edildiği de görülmektedir. İslam âlimleri hak kavramında iki temel mana tesbit etmişlerdir: Var oluş ve gerçeğe uygunluk (Topaloğlu, 1997: 15,152; Çağrıcı, 1997: 15,137). Hak kelimesinin tasavvuftaki anlamı dinî literatürdeki anlamı ile hemen aynıdır: Allah, inkârı imkânsız şey (Uludağ, 1995: 214).
“Hürriyet”e gelince sözlükte “soylu olmak, azat edilmek”, “özgürlük, bağımsızlık, köle olmamak, başkalarının haklarını da gözetip saygı göstererek hareket etmek, bir kişinin, zümrenin veya kurumun kanuni haklarını koruma ve kullanma serbestliği” anlamlarındadır. Kur’an’da hürriyet kelimesi doğrudan geçmezse de bir ayette hür, “efendi” (kölenin karşıtı) anlamında iki defa tekrar edilmiş, ayrıca beş ayette “köleyi hürriyetine kavuşturma” ve bir ayette de İmran’ın eşinin hamile kaldığı çocuğunu mabede adaması muharrer kelimesiyle kullanılmıştır. Hadislerde ise kölenin karşıtı olan hür kelimesiyle aynı anlamdaki türetilmiş olanlar sıkça geçmektedir. İslam’a göre insan, sorumluluk sahibidir ve ona sorumluluk yüklenebilmesi için de hür ve akıllı olması gerekmektedir. Hür ve akıllı olmayan kimseye sorumluluk verilemeyeceği gibi o kimse, yaptıklarından dolayı da hesaba çekilemez. İnsan, ancak özgür iradesiyle yapabileceği iyilik ve kötülükten sorumlu tutulabilir (Çağrıcı, 1998: 502; Serinsu, 2009: 149; Bal, 2020: 28).
İslam düşüncesinde fıkıh, tasavvuf, felsefe ve kelam gibi ilim dallarında hürriyet kavramının ele alındığını ve bu kavramın çeşitli tanımlarının yapıldığını biliyoruz. Bunlar içerisinde konumuz bakımından tasavvufî açıdan yapılan tanımlar önemlidir.
Tasavvuf ehline göre hürriyetin, çoğunluğun kabul ettiği zahirî anlamının ötesinde, çok daha derin ve insan hayatını kuşatıcı bir boyutu vardır. Sufiler hürriyeti daha çok ruhi-psikolojik bağlamda ele alarak, kişinin, yaratılışın biricik gayesi olan Hakk’a vuslata götüren manevi yolculuğunda önünü kesen her türlü engel ve düşmandan azade olması şeklinde tanımlamışlar, bunun gerçekleşmesinin ise tasavvufî anlamda kemale ermek ve Allah’a kullukta zirveye ulaşmakla mümkün olacağını belirtmişlerdir. Onlara göre gerçek hürriyet, Allah’a kulluk şuurunda zirveye ulaşmak, böylece mâsivâ muhabbeti ve bağımlılığından arınarak, ilahi muhabbetten kaynaklanan kalbi huzur ve itminanın ruhani neş’esini doyasıya yaşamaktan ibarettir (Türer, 1998: 87-88).
Velhasıl Kur’an ve cami şairi olarak nitelendirilen Âkif de Marş’ında “Hak”, ““hürriyet” ve bununla ilgili olarak “istiklâl” kelimelerine diğer kelimelere nazaran daha fazla yer vermiştir. Ona göre devletin de milletin de insanın da yaşaması için hürriyete ihtiyacı vardır. Bu hürriyeti elde etmenin en güzel yolu Hakk’a inanmak, kulluk etmek, hak ve hakîkatın savunucusu olmaktan geçmektedir. Aksi takdir ne bayrak şafaklar gibi dalgalanacak ne de dökülen kanlar helal olacaktır. Bu sebeple onun söz konusu kelimeleri Marş’ında hem din hem de tasavvufi anlamlarında kullandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sonuç
Çalışmamızda görülmüştür ki müthiş bir inanç ve karakter abidesi olan Âkif’in dinî-tasavvufi dünyasının şekillenmesinde Kur’an’lı ev, dindar mahalle ve çevre, âlim ve sufi hocalar, dinî-tasavvufi klasikler ve mistik kişilik de etkili olmuştur. Onun bu yönünü Safahat adlı yedi kitaptan oluşan manzum eserinin yanında milletimizin sıkıntıya düştüğü, umutsuzluğa kapıldığı günlerde, ödül nedeniyle katılmak istemediği yarışmaya ancak dostlarının ricasıyla onları kı- ramayarak, iki gün gibi kısa bir zamanda Tâceddin Dergâhı’nda kaleme aldığı İstiklâl Marşı gibi dinî-millî değerlerimizi özetleyen kırk bir mısralık manzû- mesinde de çok daha fazlasıyla görebilmek mümkündür.
Bunun için Marş’ta geçen dinî-tasavvufi kelimelere ve sayılarına bakmak yeterli olacaktır. Nitekim “din” kelimesini bir, “şafak” iki, “Hak” altı, “Huda” bir, “İlahî” iki, “hilal” iki, “helal” iki, “istiklâl” iki, “ezel” bir, “iman” iki, “kefen” bir, “naaş” bir, “millet” üç, “şehid-şüheda” üç, “cennet” iki, “Arş” bir, “ruh” iki, “ezan” bir, “şehadet” bir, “vecd” bir, “ebedî” bir, “mabed” bir, “secde” bir, “hayasız” bir, “bayrak” bir, “sancak” bir, “dünya” bir, “yurt” üç, “vatan” üç ve “toprak” kelimesini iki defa kullanılmıştır.
Netice itibarıyla mümin, mistik tavır ve duruşlu Âkif, “Hakk’a tapan” bir milletin şairi olarak inanç ve dünya görüşünü yazdığı Marş’a da mısra mısra işlemiş, “ezelden beri hür yaşamış” milletin adeta kimliğini on kıta ile özetlemiştir.
KAYNAKÇA
- 87-95.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.