Değerli dinleyenlerim, konuşmama başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum. Efendim, Âkif’in bir “hiciv şairi” olup olmadığı meselesine geçmeden önce, herhalde “hiciv” meselesine değinmekte fayda vardır. Önce “hiciv” dediğimiz edebî faaliyetin sınırlarını görüp anlamak herhalde Âkif’in bu sınırlar içindeki konumunu ve durumunu çok daha iyi belirlememize yardımcı olacaktır kanaatindeyim. Esasen Arapça bir kelime olan hic(i)v, sözlüklerde; “bir sözü harflerini sayarak ve heceleyerek okumak; bir kişinin veya toplumun ayıp ve kusurlarını sayıp dökmek, yermek”; “köpekleri ürkütüp kaçırmak anlamına gelen ‘hec’ kelimesinden türemiş olup küfür anlamına gelir” (Aytaç, 2004: 287) biçiminde tanımlanmıştır. Hiciv söyleyenlere veya yazanlara “heccâv” veya “hecâ-gû” denilmiş, bu türdeki eserler de “hicviye” olarak adlandırılmıştır (Mermer & Keskin, 2005: 92). Aslında “hicviye” için methiyenin zıddıdır, denilebilir. Methiyede nasıl realite aranmazsa, yani söz konusu kişiyi gerçekten bir övme sebebi olup olmadığına bakılmazsa, hicviyede de aranmaz. Esasen edebî bir terim olarak hiciv kelimesinin ansiklopedilerde, edebiyat tarihlerinde, sözlüklerde birbirine benzer birçok tanımına rastlamak mümkündür. Hicvin amacı, Tâhirü’l-Mevlevi’nin de dediği gibi; “teşrîh-i rezâil ve teşhîr-i erâzil” (Mevlevî, 1973: 53) sûretiyle insan davranışlarının düzeltilmesidir. Aytaç, buna karşılık hicvin “öğretici” bir yanının olmadığını ileri sürerek şunları söyler: “Bir yergi faaliyeti olarak nükteyi, mizahı, taklidi, parodiyi, hakareti, istihzayı, imayı kullanmalıdır. Hiciv, kişilere kurumlara, âdet ve geleneklere yöneliktir.
Bunların menfi yönlerini teşhir etmek suretiyle aksaklıkların düzeltilmesini sağlamaya çalışır. En yaygın anlamıyla hiciv; ferdin, insanlığın (insan tabiatının), kurumların, yerleşmiş âdet ve geleneklerin; akla aykırı gelen yönlerini, kötü alışkanlıkları, suç teşkil eden davranışları sergileyerek bu menfi yönlerini düzeltmek niyetiyle, bunlarla alay eden edebî bir tarzdır. Bu tarz kusurları, kötü adet ve alışkanlıkları ortaya çıkardığı için tenkidi bir analiz hüviyeti taşır. Batı kaynakları; hicvin ilk örneklerinin, kişisel kusurlar üzerinde yapılan konuşmalar, insanlığın kötülüğünü isteyen beddualar, düşmanlara yönelik aşağılayıcı ifadeler olduğunu ve bunların zamanla edebî bir çehre kazanarak hiciv türünü ortaya çıkardığını belirtirler” (Aytaç, 2004: 287-288).
Türk ve dünya edebiyatında, sosyal hayatın sorunlarına yer veren, sosyal hayatta gördükleri çarpıklıkları dile getiren birçok sanatçının, anlatımı daha etkili kılma özelliği nedeniyle, anlatımlarında ironik bir tavır sergilediği görülmektedir. (Şahin:165) Türk edebiyatında bazen “taşlama”, bazen de “yergi” biçimiyle karşımıza çıkan Hicviye’nin tarihçesine bir göz atacak olursak; edebiyatımızda var olan birçok edebî türde olduğu gibi Hicviye’nin de kaynağını Arap edebiyatına kadar götürmek mümkündür. Başlangıçta “kaside” tarzında ortaya çıkan bu manzumeler, cahiliye dönemi Arapları arasında bilhassa düşman kabilelerin birbirlerini şiir yoluyla hicvetmeleri geleneğinin vazgeçilmez unsurları olarak dikkati çekerler.
Türk edebiyatına baktığımızda; “hiciv” olmasa da “toplumsal eleştiri” başlığı altında değerlendirilebilecek ürünleri Göktürk abidelerinde yer alan metinlere kadar götürmek mümkündür. Ağırlıklı olarak devlet ve siyaset ahlakını telkini amaçlayan ilk islami eserlerde de aynı kaygı görülür. Bu ilk örnekler daha çok manzum olup, nazım şekli itibarıyla da bu metinlerde “kaside”nin kullanıldığı görülür. Ancak “kıta” ve “terkibibent” nazım şekliyle yazılmış hicviyeler de vardır. Şeyhî’nin Harnâme’si, Fuzûlî’nin Şikâyetnâme’si, Bağdatlı Ruhi’nin Terkib-i Bend’i, Nef’i’nin Siham-ı Kaza’sı; toplumsal eleştirinin en dikkati çeken isimlerinden Nâbi’nin özellikle Hayriyye ve Lütfiyye adlı eserleri bir bakıma Tevfik Fikret’in oğlu “Haluk” için; Mehmed Âkif’in “Âsım” için yazdıklarının öncüsüdür. Kânî’nin Hırrenâme’si, İzzet Molla’nın Mihnet-Ke- şan’ı bu türün belli başlı örnekleri arasında gösterilebilir. Zâtî, Nihâlî Cafer Çelebi, Bahâyî, Hevâyî, Osmanzâde Tâib, Haşmet ve Sürûrî de bu alanda tanınmış isimler arasında yer alırlar. Ancak Klasik edebiyatımız içerisinde bu türün en büyük ve en önemli temsilcisi hiç kuşkusuz Nef’i’dir (Durmuş, 2004: 292). Hicviye yazma geleneğinin Tanzimat’tan sonra da başta Namık Kemal ve Ziya Paşa olmak üzere çeşitli şairler tarafından sürdürüldüğü görülür. Halk şiirinde de yer yer hiciv, zaman zaman da “ironi” olarak tanımlanabilecek edebî örnekleri görmek mümkündür. “Taşlama”lar bunun en güzel örnekleri arasında yer alır.
Hiciv hakkındaki bu genel “bilgilendirme”den sonra, bir “hiciv şairi” olarak Âkif’e ve Âkif’in manzumelerine baktığımızda karşımıza çıkan tablo şudur: Öncelikle Âkif’in “karakter abidesi bir şahsiyet” olarak ömrü boyunca şahsi hesapların ve hesaplaşmaların içinde hiç olmadığını peşinen söylemek bir hakkı teslim etmek olacaktır. Yakın dostlarından Mithat Cemal, “Ölümünün 50.Yılında Mehmed Âkif” adlı eserinde, Âkif’in birçok yönüne dair tespitlerde ve değerlendirmelerde bulunurken; “Hicivleri” başlığı altında söylediklerine; “Hususi hicivler yazmadığı gibi, hususi hicivler yazan Sürûrî’nin Hez- liyyât’ını da sevmez, yanında ondan bir şey okunursa, başka bir yere bakardı” dedikten sonra; “Bu, Onun istiskal tarzıdır. Eşref’in “içtimai” hicivlerini sever ve birçoğu ezberindedir” kaydını düşer. Mithat Cemal, verdiği bir örnekten sonra esasen Âkif’in; “Tecavüzden ibaret kalan ve öfkeden başka farikası olmayan hicivleri değil, infialin eserlerini sever” tesbitini yapar (Cemal, 1986: 313). Ardından da Abdülhak Hamit’in “Nâkâfî” adlı manzumesinde yer alan;
“Felaket görmemişsin derdimi eylersin istihfaf
Felaket olsa layıktır bu halka sendeki evsaf”[I]
beytini örnek göstererek, “Pisin maddisinden ve manevisinden iğrenir ve pis hicivlerden kaçar. Öyleyken, Sultan Hamit’in çehresinden maddeten iğrenen aynı Âkif, Nâmık Kemâl’in Abdülhamid aleyhinde yazdığı ve bazı mısraları pek pis olan meşhur hicvini, istibdatta, büyük bir gayz ile, daima okurdu: Mesela şu mısra o hicivdendir: “Bostanda korkuluktur sanki kuru kafası”. Ama Âkif, Meşrutiyet’ten sonra bu hicvi unutmuştur. Yani hiç ağzına almamıştır.
Son dönemde daha çok söylediği “hiciv”leriyle tanınan Neyzen Tevfik, iki kişiden etkilendiğini söyler: Âkif ve Şair Eşref. Biz biliyoruz ki Âkif’in en çok etkilendiği iki kişi de Neyzen ve Eşref’tir. Ve bunların ortak tarafı da manzumelerini daha çok “hiciv” tarzında söyleyen şairler olmalarıdır.
Kuşkusuz yukarıda da birkaçının isimlerini zikrettiğimiz gibi, Türk edebiyatında sosyal hayata ışık tutan ya da hicve yönelen birçok şair bulunmakla birlikte Âkif, her şeyden önce, içinden çıktığı toplumun dertlerini ve sorunlarını öncelikle bir fikir adamı gibi ele alan, şiirle düşünen, aynı zamanda inandıklarını özenle yaşamaya gayret gösteren ve sonuna kadar savunan bir şairdir. Safahat incelendiğinde Âkif’in hicviyeye geniş yer verdiği görülür. Ancak Âkif’te hiciv, hemen herkesin söylediği gibi, amaç değil amaca ulaşmak için bir söyleyiş tarzı, bir araç olarak yer almaktadır. Âkif’in hicviyelerinde şahıslar yoktur. Şahısların içine düştükleri kötü durumlar ve açmazlar vardır. İnsanlar hicvedilirken onların şahsiyetleri ile birlikte toplum içinde düştükleri bu kötü durumlar onun hicivlerinin konusu olmuştur. Âkif, işte tam da bu yönüyle şiirlerinde hiciv ve ironiye yer veren diğer şairlerden ayrılır.
Esasen bir sanatçıyı doğru değerlendirebilmek, eserlerini doğru yorumlayabilmek için, yaşadığı dönemin tarihî ve sosyal şartlarını da iyi bilmek gereklidir. Sanatçının, içinde yaşadığı toplumun gerçeklerinden uzak kalması elbette mümkün değildir. Yaşadığı toplumun sorunlarına kayıtsız kalamayan Âkif de eserleriyle devrine ayna tutmuş bir şairdir. O, manzumelerinde geniş anlamda sohbet üslubunu tercih eder ve sosyal bozuklukları teşhis ederken, bunların düzeltilmesi için de herkesi göreve çağırır. Sanatının ilk devresinin ürünü olan küçük günübirlik olayların ağırlık kazandığı manzum hikâyelerinde, sürekli olarak dinî, insani, ailevi sorunlar üzerine eğilir.
Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!
Safahat’ın dördüncü kitabı olan Fatih Kürsüsünde adını taşıyan manzumesinde yer alan yukarıdaki mısralar, esasen Âkif’in sanat anlayışının temelini oluşturur. Buna göre de “tembellik ve çalışkanlık”, “cehalet ve eğitimsizlik”, “ayrılık ve gayrılıklar”, “ümitsizlik”, “bağnazlık” ve “yobazlık” Âkif’in üzerinde yoğun biçimde durduğu sorunlar haline gelir. Bu sorunlara Âkif bazen doğrudan bazen mecazi, ironik bir üslupla çözüm önerileri sunar.
Örneğin Âkif, tevekkülü yanlış yorumlayarak, tembellik edenler için; “Bırak çalışmayı”, “yorulma”, “Bütün o işleri rabbim görür: vazifesidir”, “Sen şimdi doğru kahveye gir!”, “Keyfine bak!” gibi ironik ifadeler kullanır. Bu ifadelerin şiire nasıl bir anlam kazandırdığı aşağıda görülmektedir:
Kadermiş” öyle mi? Haşa, bu söz değil doğru;
Belanı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu. “Çalış” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun, Onun hesabına birçok hurafe uydurdun! Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya!
Topluma istikamet vermek uğruna yapılanlardan bizardır.
“Hâli ıslah edecekler, diyerek kaç senedir, Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir? Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu! Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu. Bir selamet yolu varmış... O da neymiş? Mutlak, Dini kökten kazımak, sonra, evet, Ruslaşmak! O zaman iş bitecekmiş... O zaman kızlarımız, Şu, tutundukları gayet kaba, pek manasız Örtüden sıyrılacak... Sonra da erkeklerden, Analık ilmini tahsil edecekmiş... Zaten, Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş: Ki kadın “sosyete” bilmezmiş, esarette imiş!.. Din için, millet için iş görecek alçağa bak; Dini pâmâl edecek, milleti Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim;
Başka bir marifetin varsa haber ver görelim!”
“Al okut, Avrupa tahsili desinler, gönder,
Servetinden bölerek namütenahi para ver;
Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
Sade bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan...
Onu ikmal ediverdik mi, bizimdir meydan!
Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne...
Acırım tükürüğe billahi, tükürsem yüzüne.
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lazım...
Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım”
Evet, O’nun hüznü bütün bir islam ümmeti içindir: Örneğin;
“Uzanıp sonra Buhârâ’ya, Semerkand’a kadar;
Eski dünyada bakındım ki ne âlemler var?
Sormayın gördüğüm âlemleri, hiç söylemeyim:
Yâdı temkînimi toplumu sefalete sürükleyen, devletin çöküşünü hızlandırmak için çalışan fırsatçılara ve memleketin çöküşünü sağlayanlara karşı da çok ağır ifadeler kullanır:
“İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit
Bularak, fuhuş ekiyor salma gezen bir sürü it” (Ersoy, 2007: 160).
Onun, ferdî olayların yanı sıra sosyal aksaklıkları tüm çıplaklığıyla hicvederek vermeye çalışmasının nedeni, esasen Âkif’in karekter abidesi bir şahsiyet oluşundandır. O idealisttir. Onun ideali bir devleti, bir milleti de aşmış, İslamiyetin mensuplarını içine almıştır. Amacına ulaşması için, önce mensubu olduğu devletin kurtulması gerekmektedir. Yaşadığı asırda peş peşe büyük fe-
laketlerin kopmuş olması, Âkif’in idealist ve mücadele adamı olarak ortaya çıkmasında, hiç şüphe yok ki karakterinin yanı sıra sosyal, siyasal ve tarihî olayların da tesiri vardır. Âkif’in hicvettiği devri, bu olaylar ve felaketler hazırlamıştır. Mehmed Âkif’te amaç hiciv ya da ironi değil bunlar aracılığıyla dile getirilen ve giderilmesi gereken aksaklıklardır. Amacı, dinî, ahlaki ve insani davranışlar adına, dinin kötüye kullanılmasını, ahlaksızlığı ve insanlığa yakışmayacak davranışları hiciv ve ironi yoluyla tenkit etmektir.
“Fukaranız kılıyor, aklına geldikçe namaz;
Ağniyânızda da hiç yoksa, zekât olsa biraz.
Şöyle dursun bu temenniye kulak vermeleri,
Sadrazam paşanız fitre alır, sunsa biri!”
“Aslında Âkif, şairliğini bilerek dizginleyen, yeteneğini muhakemenin denetimi altına alan bir şairdir. Şair tabiatını kendi iradesiyle boğmak ve onun yerine bir idealisti, bir ahlakçıyı koymak ister. Çünkü onun anlatılacak toplumsal derdi ve verilecek mesajı vardır. Millî edebiyat anlayışının gereği olarak şair, şahsi duygularını kendine saklayarak milletinin derdiyle dertlenmek ister. Muhtevayı öne çıkarırken, şiiriyeti geri plana iter. Mahalle Kahvesi, Köse İmam, Hasta, Hasır, Meyhane, Selma, Seyfi Baba, Kocakarı ile Ömer, Azimden Sonra Tevekkül, Yeis Yok, Hâlâ mı Boğuşmak?, Alınlar Terlemeli, Umar mıydın? gibi manzumeler mesaj endişesinin hâkim olduğu metinlerdir. Ancak Âkif, kaleminin dizginini gevşettiğinde söylediği Gece, Hicran, Secde, Bülbül, Leyla, Bir Arıza gibi şiirleriyle de lirik bir şaire dönüşür (Şimşek, 2015: 106).
Türk şiirinin abide metinlerinden birisi olan “Çanakkale Şehitlerine” adlı manzumesi, içindeki imanın patlaması; katillere haykırışı da içindeki isyanın sesidir. Aslında onun hicivlerinde öfke yoktur, öfke gibi görünen bu haykırışlar olsa olsa saygı duyulacak bir imanın haksızlık karşısındaki isyanı olarak görülebilir. İsyanı da imanı gibi mukaddestir. O bir sanat eseri olarak “çirkin”i yapan heykeltraşa benzer. Ona göre “güzel” ve “güzellik” sanattadır, konuda değil. Onun hicivlerinde dolu bir tabanca kadar infilak gizlidir. Esasen şiirlerine “renk” koyan Âkif, hicivlerinde rezalete “boya” sürer. Ve toplumda yaşanan rezaletler, suratlarında parça parça boyalarla Safahat’a girerler. Bundan “saray” erkânı;
“Nerde bir maskara sivrilse, hayâsızlara pir
Haydi mabeyn-i hümayuna! Ya bala, ya vezir!
Ümmetin hâline baktım ki: yürekler yarası!
Ne bir ekmek yedirir iş, ne de ekmek parası Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok Ne kılıç var ne kalem.. her ne sorarsan, hep yok! Kalmamış terbiye askerde. Nasıl kalsın ki?
Birinin ömrü mülazımlıkta geçerken, öteki Daha mektepte iken tayy-i merâtiple ferik!
Bir müşirlik mi var? Allâhü veliyyüttevfik.”
haykırışları ile nasibini alırken, vasıfsız, ehliyetsiz ve liyakatsiz din ve ilim adamları da;
“Hele ilmiye bayağdan da aşağı bir turşu
Bab-ı fetva denilen dâire ümmi koğuşu
Anne karnından icazetlidir, ecdada çeker
Yürüsün, bir de sarık, al sana kazasker”.
serzenişlerine muhatap olacaktır (Cemal, 1986: 315).
Âsım, şairin kaleminin gücünü en net şekilde gösteren eserlerin başında gelir. Abdülhamid’ten “zalim” diye bahseden Mehmed Âkif, onu korkak ve suçlu olarak nitelendirerek çok sert eleştirilerde bulunur:
Çoktan beridir vardı benim bir derdim: Gideyim, zalimi ikaz edeyim, isterdim.
O, bizim cami uzaktır, gelemez, mâni’ ne?
Giderim ben, diyerek, vardım onun camii’ne. Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamit, Koca Şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümit. Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşorler; o fesli herifler sayısız.
Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı:
Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebzîri aşan masrafı, dersen, sorma.
Gördüğüm maskaralık gitti de artık zoruma,
Dedim ki: “Bunca zamandır nedir bu gizlenmek?
Biraz da meydana çıksan da hasbihâl etsek.
Adam mı, cin mi nesin? Yok ne bir gören ne eden
Ya çünkü saklanıyorsun bucak bucak bizden.
Değil mi saklanıyorsun, demek ki: Korkudasın;
Ya çünkü korkan adamlar gerek ki saklansın.
Değil mi korkudasın var kabahatin mutlak!..”
Dostu Mithat Cemal, Âkif’in Meşrutiyetten önce sadece iki tane “hiciv” olarak görülebilecek manzumesinin bulunduğunu belirterek birinin hikâyesini şöyle anlatır:
“Zat-ı hilafetpenâh dideden olmuş nihan
Bir sürü it gezmede bende-i has’ız diye
Var görünür bin kaza bir de görünmez kaza
Türbeler ihzar edin ümmet-i merhumeye!” kıtasını bana okuduğu gün: “Bu bende-i haslar, bu itler kimlerdir?” dedim. “... Paşa’nın Direklerarası’nda dolaşan oğulları!” dedi. İtler bu kadar mı? diyecektim, fakat sustum ve sarayın birçok adamı arasında münhasıran . Paşa’nın oğullarına niçin kızdığını sormadım. Meşrutiyet oldu, Âkif’in arkadaşı olan bir adam, İttihat ve Terakki Ce- miyeti’nin merkez-î umumisinde büyüdü büyüdü bir hükûmet kadar kocaman oldu. Bu gayritabii cesametin içerisinde bu adamın yüzünü fazla sevimsiz buluyordum ve bunun dostluğunu Âkif’e yakıştıramıyor, kendisine de söylüyordum. Âkif ısrar ediyordu: “Mert adamdır o!”. Öyle ben de mert olurum dedim, polis müdürü uşağım. Cemiyet evim. Babıali uşak odam.nazırlar kalem-i mahsus müdürüm. lafım kanun maddesi. Bu şerait içinde mert olmaktan kolay ne var! Âkif, kısa sakalını damla damla çekerek: “Hayır dedi, bu şeraitten dolayı mert değil, fıtraten mert adam! Sustu, sonra hırçın bir sesle; “Sen biliyor musun?” dedi, “Bu adamı ...Paşanın oğulları istibdatta Direklerarası’nda dövdüler. Meşrutiyet olup da bu adam İttihat Terakki’nin kuvvetli erkânından biri olunca vaktiyle kendisini döven bu oğlanlardan intikam almak şöyle dursun, isimlerini bile ağzına almadı. Bir şey soracağım, dedim. Sormadan cevap verdi: “Evet, o kıtayı bu dayak vakası üzerine yazmıştım” (Cemal: 1986: 314).
Âkif’in “İstibdat” şiiri, onun Sultan Abdülhamid’i ağır biçimde eleştiren, hicveden manzumelerinden birisidir:
Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdat, Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd! Diyor ecdadımız makberlerinden: “Ey sefil ahfat, Niçin binlerce masum öldürürken her gelen cellat, Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryat? Otuz milyon ahali üç şakinin böyle mahkûmu Olup çeksin hükûmet namına bir bâr-ı meşûmu! Utanmaz mıydınız, bir saysalar zalimle mazlumu? Siz, ey insanlık istidadının dünyada mahrumu, Semalardan da yüksek tuttunuz bir zıll-i mevhumu!”
Hamiyet gamz eden bir pak alın her kimde gördünse, “Bu bir cani!” dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse. Müvekkel eyleyip casusu her vicdana, her hisse, Düşürdün milletin en kahraman evladını yese... Ne melunsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e!
Sonunda beklediği olur ve Abdülhamid tahttan indirilir. Ne var ki, beklenen devrim, beklenen huzur ve mutluğu, özgürlüğü getirmemiştir. Sultan’ın gitmesini isteyen Âkif, bu kez de gelenler tarafından tam bir hayal kırıklığına uğratılır. Bu defa Âkif’in muhatabı bu çapulcu sürüsü olur:
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli,
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlayacak
-Yaşasın
-Kim yaşasın?
-Ömrü olan.
Şak! Şak! Şak!
Âkif, zaman zaman da hicivlerinde şairleri muhatap alarak şairlerin bu halleriyle halkı aydınlatmalarının mümkün olmadığını, olamayacağını söyler. Özellikle klasik dönem şairlerine ateş püskürür. Şairleri “simsar” diye tanımlarken son derece acımasızdır. Eski divanları adeta lanetler. “Gerçekten, her vadiye dalıp çıkan, yalancılıktan başka sanat sermayesi olmayan, işleyeceği konular tükendikçe ötekine berikine saldıran, herkesin özel sırlarını ortaya dökmek için dilini maymuncuk gibi kullanan; bir mazmun, bir kafiye uğruna bin hakikatı kurban ediveren, bir nüktenin hatırı için akla hayale gelmeyecek rezaletlere kucak açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki, bunlar o saçmalıkları nimet sayar gibi kabullenir ve gezdikleri her yere saçıp dururlar. İşte gerek bu mahiyetteki şairler ve gerekse onların yardakçıları, mensup oldukları millet için birer musibettirler. Bunların çokluğu, toplumsal çöküşün en sağlam kanıtıdır. Âkif bu yorumu yaptığı tarihten kırk dokuz gün sonra 15 Ağustos 1912’de Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzumeyi yazar. Orada eski yeni olumsuz şairlerden söz ederken üslubu çok serttir. Manzumesinde, büyük alim ve mücadele adamı Abdürreşid İbrahim’i Süleymaniye kürsüsüne oturtur ve onun dilinden bizdeki üdeba’yı, yani edipleri, şairleri eleştirir (Şimşek, 2015: 53). Elbette bu bir “hiciv” değil, sadece bir eleştiridir:
Üdebanız hele gayetle bayâ’ mahlukat
Halkı irşat edecek öyle mi bunlar? Heyhat!
Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbi simsar;
Kimi “İran malı” der, köhne alır, hurda satar!
Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarap;
Biradan, fahişeden başka nedir, şi’r-i şebap?
Serseri; Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok
Feylesof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok
Manzumenin devamında da Tarih-i Kadim odaklı tartışmada kullandığı ifadelerde Fikret, “Allah’a söven”, “para karşılığında satın alınabilen” ve kilisede çan çalan utanmaz” bir kişi olarak tasvir edilir. Âkif’in kaleminden yine öfke damlamaktadır:
Şimdi Allah’a söver. Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlar zangoçluk eder!”
Ne var ki Köse İmam’ın şiir ve şairler hakkındaki yermelerine karşılık Mehmed Âkif o eski şairleri bu defa da şöyle savunur:
“Ben ki Attâr ile Sadi’yi okur, hem severim
Başka vadileri tutmuşlara ancak söğerim
Hem senin şi’re müdafi çıkışın ma’nâsız
Sana şair diyen, oğlum, seni gördüm yalnız
Kimi mevlitci diyor ... Ah olabilsem, nerede!
Yetişilmez ki Süleyman Dede yükseklerde”
Safahat’ın altıncı kitabı olan Asım’da, Âkif’in muhatabı yine şairlerdir. Bu kez Hocazade’nin dilinden eleştiri oklarını para karşılığı ısmarlama şiirler yazan kalem erbabına yöneltir:
“Ben de tarih okudum, âlemi az çok bilirim.
Şuara” dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı güruh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki idmanları sermayeleri.
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespayeleri.
Bu sıkılmazlara, “methet!” diye mangır sunarak,
Ne erâzil, adam olmuş, oku tarihi de bak!
Edebiyata edepsizliği onlar soktu:
Yoksa din perdesi altında bu isyan yoktu”
Büyük şairin buradaki muhatapları, özellikle klasik dönemin caize karşılığı şiir yazan, devletlilere abartılı övgüler dizen şairleridir. Bazılarının kalemini yer yer tasavvufa daldırmış olması Âkif’in öfkesini yatıştırmaz. Hasan Basri Çantay’ın bir sorusuna verdiği karşılık da şudur: “Ben kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri sanattan ziyade cemiyeti düşünmek istedim.” İşte bunun içindir ki Mehmed Âkif, zamanındaki şairlerden ve onların yazdıklarından şikâyetçidir.
Peki bütün bu olumsuzluklara rağmen, makbul şiir hangisidir? sorusuna da Köse İmam’ın “Peygamberimiz şiiri sever” uyarısı karşısında Hocazade (kendisi) şöyle devam eder sözlerine:
“Sade pek sövme ki, Peygamberimiz şiiri sever
Vâkıâ “İnne mine’ş-şiri...” büyük bir nimet
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lakin hikmet” der. Âkif, Hocazade’nin ağzından “İnne mine’ş-şiri...” derken, “Öyle şiir vardır ki, hikmettir” mealindeki ha- dis-i şerife gönderme yapar. Özünde hikmet yani hakikat bilgisi varsa ancak şiirin kabul göreceğini sezdirir. Bu örnekten yola çıkılarak denilebilir ki, Âkif’in şiirinin asıl kaynağı ayet ve hadislerdir. Nitekim “biz edebiyattan ahlaki, sosyal bir fayda bekleriz. Bizim inancımıza göre edepsizliğin başladığı yerde edebiyat biter. Sosyal dertlerimizi dökmekten, yaralarımızı göstermekten çekinmeyiz. Meramımız kendimizi değil, maskaralıklarımızı maskara etmektir” der. Kısacası o, ayet ve hadisin makbul saydığı şiirin peşindedir (Şimşek, 2015: 117).
Nitekim Âkif, şair olarak Araplardan İbn Faris, Türklerden Fuzûlî, Nedim ve Eşref’i, Farsça yazanlardan Sadi Şirazi’yi sevdiğini söyler. Mehmed Âkif’in sevdiği doğulu şairler elbette bunlardan ibaret değildir. “Mukallitliği de Yapamıyoruz” başlıklı makalesinde şöyle der: İmru’l-Kays’ın, Nâbiga’nın, An- terî’nin, Mütenebbî’nin, Ebû Temmâm’ın, Buhteri’nin, İbn Faris’in, Ebü’l-Beka Sâlih’in, Tehami’nin karşısına çıkaracak hangi şairimiz var?” Bunlardan Mü- tenebbî hakkında da diyor ki, “Bizim Koca Ragıp Paşa merhumun hikmetiyle Nef’i’nin cezâleti, şiddeti bir yere getirilir de aynı şaire verilirse işte size bir Mütenebbî. Mütenebbî’nin çağdaşı bir de Ebû Firâs Hamdânî vardır ki Arap’ın en büyük şairlerindendir. Avrupalılarca, dünyaya gelen şairlerin Homer’den sonra en büyüğü tanınan Firdevsî’yi ne yapayım. Altmışbin beytlik Şehnâme’si, Bostan’ın yedi-sekiz beyte varan iki hikâyesi kadar insaniyete hizmet etmiş midir?
Mehmed Âkif’in yine eski şairlerimizden Hersekli Ârif Hikmet hakkında uzun bir mersiyesi vardır. Araplardan hikmetli şiirleriyle tanınmış Ebü’l-Feth Büstî’yi, İsmail Mıkrî’yi de çok severdi. Türklerden Mevlit nâzımı Süleyman Dede’ye meftundu. Yahya’yı, Nâbi’yi, Bâki’yi, Şeyh Galip’i, Âkif Paşa’yı, Ziya Paşa’yı daima takdir eder; Namık Kemal’i, Abdülhak Hamit’i hürmetle anar; üstat Ekrem’i, Osman Şems’i, hamasi şairimiz Mithat Cemal’i de çok severdi. Faruk Nafiz’in bilhassa teşbihlerini beğenirdi. Son senelerde Hindistan’da Mu- hammed İkbal’in kıymetli eserlerini de okuyan üstat, bu zatın Farsça şiirlerindeki derinliğe hayranlıklarını açıkça belirtmiştir. Fikret’i de çok severdi. Fakat bu sevgi Tarih-i Kadim şiiri ortaya çıktıktan sonra, söndü, hatta nefrete döndü (Gökyay, 1997: 24).
Mehmed Âkif’in zaman zaman kendisiyle şakalaştığı, alay ettiği manzumeleri de vardır. Örneğin şairin “Bir Arıza” adlı manzumesinde şunları okuyoruz.
“Mevzun düşürür saçmayı bir adam var
Manzum sayıklar gibi manzume sayıklar
Zannım mütekait şuaradan olacak ki
Hiçbir yenilik yok herifin her şeyi eski
Hâlâ ne sakaldan geçebilmiş ne bıyıktan
Asarı da memnun görünür köhne kılıktan
Hicri kameri ayları ezber bilir amma
Yirminci asır zihnine sığmaz, ne muamma
Ma’mure-i dünyayı dolaştıysa da yer yer
Son son, hadi sen kumda biraz oyna, demişler”
Âkif, özellikle “hiciv” türü manzumelerinde seslenirken de “fert”ten çok fertlerin oluşturduğu cemiyeti düşünür. Muhatabı fert gibi görünse de aslında endişeleri bütün bir cemiyet içindir. Zira fert insanlıktan çıkarsa, cemiyetin de yoldan çıkacağını iyi bilenlerdendir. Âkif, necip, asil bir milletin münevveri olma sorumluğu içinde seslenir muhatabına...
Herkes aç bekliyor, kaldırımın sırtında
Siz gidin perdelerin hepsini kaldırtın da
Aleni işret edin, âleme göstermek için
Be adamlar! Azıcık saygı sayın, gizli için
Meze tufanına dalmış, kulaç atmaktasınız
Yutkunun halka bakın pencerelerden: sayısız! / Safahat 6. Kitap
derken söyledikleri bir din adamının fuhşiyyat ve menhiyyat karşısındaki telkinlerinden çok, bunu yapan insanları “utanma” ve “sıkılma” gibi insani erdemlere davettir. “İçmeyin” demiyor, “bari gizli için!” diyor. Tıpkı “felaket karşısında ağlayamıyorsanız, bari hiç olmazsa gülmeyin” tepkisi gibi” (Cemal, 1986: 316).
Edebiyatımızda Şair Eşref ve Neyzen Tevfik’le birlikte birinci dereceden hicve yönelen şairin az olması ve Divan Edebiyatı’nda Şeyhî, Fuzûlî, Sürûrî ve Nef’i gibi isimlerin hiciv türünden şiir ve nesir yazmış olmaları onların sadece hiciv tarzından şiirler yazan şairler olduklarını göstermeyeceği gibi Meh- med Âkif’ten de bir hiciv ustası olarak bahsedilmemesi normaldir. Bu açıdan bakıldığında “Âkif, görüldüğü gibi doğrudan mizah şiiri denebilecek şiirler yazmamıştır. Ancak o sadece güçlü bir mizah ve yergi kabiliyetine sahiptir. Şiirlerinde ince alaylara, öfkeli yergilere, gerçek hayattan alınma trajikomik anekdotlara zaman zaman yer verir. Özellikle toplumsal aksaklıkları anlatırken düşündüren esprilere başvurur” (Kücet, 2009: 223).
“Mehmed Âkif’in şiirlerinde “Müstehcene, sövgüye, alaya varan ifadeler, normal konuşmaların içinde sırıtmayacak şekilde eritilerek verilir. Yoksa Âkif, yeri geldiğinde sözünü sakınmayan bir şairdir. Safahat’ta, okuyanların ya da dinleyenlerin ilk anda “şu söz şiire gitmemiş” diyeceği ifadeler bulunabilir. Ancak o ifadeleri metnin tamamı içinde düşündüğümüzde, o sözlerin anlamı kuvvetlendirmek ve zenginlik kazandırmak gibi bir görevle cümlede yer aldığını görürüz. Sözü sakındırmamak onun bir vasfıdır. Bu durum çoğu zaman da argolarla şiirine yansır. Şiirde bu tür ifadeler anlatıma tabiilik ve samimiyet katar. Argonun çağrışım zenginliği, okuyucu veya dinleyicide yeni imgelerin oluşmasına zemin hazırlar” (Kücet, 2009: 225).
Âkif’i yakından tanıyan dostları esasen onun yaratılıştan gelen “utangaç” bir mizaca sahip olduğunu söylerler. Ancak ondaki bu utangaçlık herhalde büyük karakterleri, büyük sanatları yapan gizli gururun sonucuydu. Mükemmeli yapmak hırsından doğan gururun, yapamamak korkusundan çıkan tereddüde bürünmesi yani. İyi bilmediği şeye karışmaması, fazla susması biraz da bundan olmalı. İstihzayı ve müstehziyi sevmezdi Âkif. Zira bilinen manada istihza inançlarına da terstir. Ancak dikkat edilirse ondaki müstehzi söyleyişler bile onun “gözleri dolarak” haykırdığı hakikatlerdir. Yani onun istihzasında kin, nefret ve kıskançlık değil, gözyaşı vardır. Edebiyatımızda bu anlamda, hicvin kaba sesinden iğrenerek, istihzanın kıvrak sesini İzzet Molla’nın “Mihnet-ke- şan” adlı eserinin bazı beyitlerinde, Eşref’in bazı siyasi kıtaları ile Ziya Paşa’da bulmak mümkündür. Bunların dışında bu müstehzi ama sevimli sesi Âkif’in özellikle “Ressam Haklı”, “Seyfi Baba”, “Mahalle Kahvesi” ve “Köse İmam” manzumelerinde görmek mümkündür. Bu şiirlerde karşımıza çıkan istihza; esasen “acı birer tebessüm”dür (Cemal, 1986: 298). Âkif’in hicivleri, alay ve istihzası tamamen ahlaki endişelerle söylenmiş sözlerdir.
Değerli dinleyenlerim, sözlerimizi bağlayalım isterseniz: Âkif hiçbir zaman Nef’î gibi bir hiciv şairi olmadı; belki işini yaptırmak için uğradığı devlet dairesini anlatırken; “Selam verdim rüşvet değil diye almadılar” diyen Fuzûlî ve devrinin aksaklıklarını acımasızca eleştiren Nâbi gibi bir şair oldu. Evet, Âkif’in “hiciv” şairliği meselesini irdelemeye çalıştığım bu sohbetimi yine onun yakın dostlarından Mithat Cemal’in şu veciz tespitleri ile bitirmek isterim: “Onun şiirleri esasen “iman”la “isyan”dan ibarettir: Vatan şiirleri de dinî manzumeleri de hicivleri de.”
KAYNAKÇA
Akar, M. (1994). Bir Hiciv Dolayısıyla. Türk Kültürü, C. XXXII, S. 372.
Akkuş, M. (1998). Hicvin Ankaları: Nef’i, Siham-ı Kaza. Akçağ Yay. Ankara.
Akkuş, M. (2006). Klasik Türk Şiirinin Anlam Dünyası, Edebî Türler ve Tarzlar. Fenomen. Ankara.
Akkuş, M. (1999). Kaside ve Hiciv Şairi Nef’i-I: Hayatı-Kişiliği-Sanatı Eserleri”, Kaside ve Hiciv Şairi Nef’i-II: Fahriye Tarzında Bir Kasidesinin Şerhi. Türk Kültürü, c.XXXVII, Sayı: 440, 705-713, 714717, Ankara.
Akkuş, M. (2000). Eski Türk Edebiyatında Hiciv. Osmanlı Edebiyatı Araştırmaları. Erzurum. 47-67.
Akkuş, M. (1998). Hiciv Madd. TDVİA. C.17, 450-452. (İskender Pala ile birlikte).
Apaydın, M. (1993). Türk Hiciv Edebiyatında Ziya Paşa. Doktora Tezi. Adana.
Arısoy, S. (1967). Türk Hiciv ve Mizah Antolojisi. İstanbul.
Aytaç, P. (2004). TDEK ve TAS. Hiciv Madd. c.1, 287-291. Ankara.
Batislam, H. D. (1998). Kânî’nin Mensur Letâyifnamesi ve Hezliyâtı. Yüksek Lisans Tezi. Çukurova Üniv. SBE. Adana.
Batislam, H. D. (2013). Divan Edebiyatında Latife ve Hezl. Çukurova Üniv. SBE Dergisi. C.22, Sayı: 1, 229-242. Adana.
Cambazov, İ. (2009). Bulgaristan’da Özel Türk Okullarında Mehmed Âkif Ersoy. 1. Uluslararası Mehmed Âkif Ersoy Sempozyumu. 19-20-21 Kasım 2008, Bildiriler Kitabı, Burdur, 413-416.
Çınar, B. (2006). Bir Hiciv Örneği: Tarzî’nin Zille-nâmesi. Türklük Bilimi Araştırmaları. Sayı:20,17-32. Niğde.
Çiftçi, H. (1998). Klasik İslam Edebiyatında Hiciv ve Mizah, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 10,139-162. Erzurum.
Çiftçi, H. (1999). Klasik İslam Edebiyatında Hiciv ve Mizahın Yöntemleri, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 11, 173-182. Erzurum.
Durmuş, T. I. (2004). TDEK ve TAS., Hicviye Madd. c.1, s.292. Ankara.
Ertem, S. (1939). Hiciv ve Mizah. İstanbul.
Gedik, N. (2015). Azmizade Haleti’nin Derviş Paşa Hicviyyesi: Hadd-i Mestân. DEAD. Sayı:15, İstanbul, 133-166.
Gökyay, O. Ş. (1997). Mehmed Âkif Ersoy’un Sanatı ve Şiir Anlayışı Üzerine. Kim Etti Sana Bu Kârı Teklif. Ankara, 285-301.
Güvemli, Z. (1955). Türk Mizah Edebiyatı Antolojisi. İstanbul.
Güven, H. F. (1997). Klasik Türk Şiirinde Hiciv, Doktora Tezi, Gazi Üniv. Sos.Bil.Enst. Ankara.
Güven, H. F. (2006). Klasik Türk Edebiyatında Hiciv ve Mizah. Türk Edebiyatı Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay. Ankara. C. 2, 576-585.
Kılıç, M. (2010). Divan Şairi Olarak Bayburtlu Zihni ve Hicivleri. Adıyaman Üniversitesi Ulusal Eski Türk Edebiyatı Sempozyumu. 15-16 Mayıs 2009. s.397-404. Bildiriler Kitabı, Ankara.
Kutlar, F. S. (2011). Klasik Türk Şiirinde Şehir Hicivleri ve Arpaeminizade Sami’nin Edirne Kasidesi. Tur- kish Studies (Halil Erdoğan Cengiz Adına Klasik Türk Edebiyatında Mizah), 6/2, 1-6.
Kücet, E. (2008). Mehmed Âkif ve Hiciv.1. Uluslararası Mehmed Âkif Ersoy Sempozyumu. 19-20-21 Kasım 2008, Bildiriler Kitabı, Burdur, 223-228.
Nar, A. (1989). İslami Edebiyat Açısından Mizah ve Hiciv. İslami Edebiyat, Sayı: 5, Temmuz-Ağustos-Ey- lül. İstanbul.
Oğraş, R. (2004). TDEK ve TAS. Hezel (Hezl) Madd. AKM Yay. c.3, s.278-279, Ankara, 2004.
Öbek, A. İ. (2003). Güçlü Bir Hiciv-Mizah Şairi: Şeyh Rıza. Türk Kültürü. C. XLI, S. 481-482, ss.242-256.
Öney, C. (1991). Yakın Örnekleriyle Hiciv. İslami Edebiyat, Sayı: 13, Temmuz-Ağustos-Eylül. İstanbul.
Şahin, D. (2009). Safahat’ta Eleştirel Tavır: İroninin Âkifçesi,165-178.
Şimşek, T. (2015). Mehmed Âkif’in Poetikası. A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED], 53, Erzurum,105-120.
[I] Hamit, ölen eşinden söz ettiği bu manzumesinde kullandığı “Nâ-kâfî” sözcüğüne, “nâ”nın Acemce ve “kâfî”nin de Arapça olduğunu söyleyerek itirazda bulunan birisine bu beyitle cevap vermiştir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.