Sevelim sevmeyelim bu iki kelime hayatımız boyunca bizi yakından takip eder. Çünkü tohumları genlerimizde saklıdır. Bazen biri önümüze, diğeri ardımıza düşer, bazen birlikte yan yana yürümeyi tercih ederler.
Bu kaide, toplumlara yön veren insanlar; âlim, arif ve sanatkârlar için de geçerlidir. Her ne kadar onlar vazifeleri gereği daima umut tarafına ağırlık verseler de her zaman açıkça telaffuz edemedikleri umutsuz dalgalanmalar da yaşarlar. Güzel sanatların herhangi bir dalında ustalaşan kimselerin bu dalgalanmalardan daha çok etkilendikleri de söylenebilir. His ve düşünce dünyasını nesir veya nazım olarak kaleme alan insanların bıraktıkları yadigârlarda bu maceranın izlerini sürmek mümkündür.
Burada konumuzla ilgili olarak İstiklâl Marşı şairimizin bazı şiirlerinden hareketle bir değerlendirme yapılacaktır.
Mehmed Âkif, kendisinin, dolayısıyla arkadaşlarının, yani I. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllarda, bir başka ifade ile yüz elli sene önce bu topraklarda doğan insanların yetişmesinden şöyle bahsediyor (Düzdağ, 2006):
Doğduk “yaşamak yok size” derlerdi beşikten
Dünyayı mezarlık bilerek indik eşikten
Telkin-i hayat etmedi asla bize bir ses
Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes
Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı
Mel’ûn aşı bir nesli uyuşturdu bıraktı
Hemen hatırlatalım: Onun çocukluğu, Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkışından sonra patlak veren, Osmanlı-Rus Savaşı veya 93 Harbi (1877-1878) olarak bilinen sıkıntılı bir zamanda geçer.
Henüz kırk yaşına ulaşmadan 24 Mart 1910 tarihinde yayımlanan Musahabe şiirinin son satırlarında, umut ve umutsuzluk birlikte zikredildikten sonra tercihini net olarak ortaya koyuyor (Düzdağ, 2006: 549):
İki şeydir verecek mülke hayat-ı câvid
O da hiç gevşemeyen azm ile hiç bitmez ümid
Ye’s ecelden daha salgın, ona yaklaşmayarak
Yaşamak isteyelim hem ebediyen yaşamak
Balkan Savaşlarının sıkıntılarıyla birlikte hatırlanan 1912 yılında yayımlanan Süleymaniye Kürsüsünde de bu ikili birliktedir (Düzdağ, 2006: 172):
Ansızın başladı beynimde ümidin, ye’sin
Doğduğumdan beri hiç görmediğim bir harbi
O ne müthiş helecanlardı, aman yâ Rabbi
Ben de ruhumdaki zulmetleri artık koğdum
En büyük hasmım olan ye’si nihayet boğdum
Bırakın matemi yahu! Bırakın feryâdı
Ağlamak faide verseydi babam kalkardı
Göz yaşından ne çıkarmış? Neye ter dökmediniz
Bari müstakbeli kurtarmaya birazmediniz
Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan
Sade siz derdi bulun, sonra kolaydır derman
Hakk’ın Sesleri, 1913
Kırk yaşında olan bir insanın tesbitleri:
Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyarından
Şu yüzbinlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından
Yürekler parçalar bir nevha dinler rehgüzârından
Bu matem kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından
Huruş etmekte son ümidinin son inkisârından
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhitimde dönen mâtem ki
Âh! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi..Nasıl yerlere geçmez insan?
Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz
Kendin mi, senin yoksa ümidin mi yüreksiz
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın
Esbâbı elinden atarak ye’se yapıştın
Karşında ziya yoksa sağından ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver..Kalma yolundan
Âlemde ziya kalmasa, halk etmelisin halk!
Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam kalk!
Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun
Ümmide sarıl sımsıkı seyret ne olursun!
Azmiyle ümidiyle yaşar hep yaşayanlar
Me’yûs olanın ruhunu, vicdanını bağlar
Mâdâmki alçaklığı bir, ye’s ile şirkin
Mâdâm ki ondan daha melûn daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsûr-ı imân
Nevmîd olarak rahmet-i mevûd-i Huda’dan
Hüsrana rıza verme ..Çalış.. Azmi bırakma
Kendin yanacaksan bile evlâdını yakma!
“İş bitti... Sebâtın sonu yoktur” deme, yılma!
Ey millet-i merhûme sakın ye’se kapılma! (Düzdağ, 2006: 196)
Fatih Kürsüsünde, 1914
Safahat’ın 4. Kitabı olan bu bölümde Âkif o günkü toplumda yaşayan insan tiplerini tahlil ve tenkit etmektedir. Bir grup, yarını düşünmeyen, tatlı uykusuna devam edenlerdir. Diğer bir gurubu, zevküsefadan başka bir şey düşünmeyen sözüm ona aydın gençliği “şebâb-ı münevver denen şu nesl-i sefih” diye belirttikten sonra hemen şerhini de koyuyor:
“Fakat nezihini borcumdur eylemek tenzih”
Gelelim diğer guruba:
İkinci zümreyi teşkil eden cemaat ise
Hayata küskün olandır ki: Saplanıp ye’se
“Selâmetin sonu yoktur ne yapsalar boşuna”
Demiş de hırkayı çekmiş bütün bütün başına
Bu türlü bir hareket mahz-ı küfr olur,zira
Taleble âmir olurken bir âyetinde Huda
Buyurdu “Kesmeyiniz rûh-i rahmetimden ümid
Ki müşrikîn olur ancak o nefhadan nevmîd” (Düzdağ, 2006: 265)
Hatıralar, 1915
Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh?
Yok mu gelip gayrete bir intibâh
Beklediğin subh-i kıyâmet midir
Gün batıyor sen arıyorsun sabah! (Düzdağ, 2006: 283)
Âsım, 1924
1919-1924 yılları arasında kaleme alınan Âsım da Âkif’in bazı temel fikirlerini bir piyes çerçevesinde sunmaktadır. Eserin kahramanı Âkif’in dostlarından Ali Şevki Hoca’dır. Âsım da onun oğludur. Aslında Ali Şevki Hoca evlenmemiştir. Dolayısıyla Âsım muhayyel bir şahsiyettir. Bir başka ifade ile Âsım ideal nesli temsil ediyor. Âkif’in dostlarına söylediğine göre eserin ikinci cildi Âsım ile birlikte İstiklâl mücadelesini ele alacaktı. Ne yazık ki buna imkân bulamamıştır. Bunun bir sebebi Mısır’da zamanını daha çok meal hazırlamaya tahsis etmesidir. Meal bitince de hastalık başlamıştır.
Âkif, Âsım’ı
Çünkü milletlerin ikbali için, evlâdım
Marifet, bir de fazilet iki kudret lazım
diyerek tahsil yapmak üzere “maddenin kudret-i zerriyyesi” için Avrupa’ya gönderir. Eser, bu konu ile sona erer.
Şimdi sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir
Göreceksin ki: Bu millette fazilet en uzun
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübarek suyu var,hiç kurumaz: Din-i mübin
Hâdisât etmesin oğlum seni asla bedbin
İki üç balta ayırmaz bizi mazimizden
Ağacın kökleri madem ki derindir cidden
Dalı kopmuş ne olur, gövdesi gitmiş ne zarar?
O, bakarsın,yine üstündeki edvârı yarar
Yükselir, fışkırıp âfâk-ı perişânımıza
Yine bin vâha serer kavrulan imanımıza
Vakıa ortada yüzlerce mesâvi yüzüyor
Sen de bu kâbusu bütün şerre değil hayra da yor
Çünkü yoktur birinin kalb-i cemaatte yeri
Arasan: Hepsi beş on maskara ferdin hüneri
Bu cihetten hani hiç yılmasın oğlum gözünüz
Sade Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz
O çocuklarla beraber gece gündüz didinin
Giden üçyüz senelik ilmi sık elden edinin
Fen diyarında sızan nâmütenâhi pınarı
Hem için hem getirin yurda o nâfi suları
Aynı menbaları ihya için artık burada
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada (Düzdağ, 2006: 432)
Gölgeler, 1933
Artık altmış yaşındadır.
Safahat’ın son ve yedinci kitabı Gölgeler 1933 yılında Kahire’de basılmıştır. 1918-1933 yılları arasında kaleme alınan şiirleri ihtiva eden bu kitapta konumuzla ilgili mısralar da vardır.
1918-1919 tarihini taşıyan bazı şiirlerin başlıkları bile bir şeyler hatırlatma gücüne sahiptir. Bu şiirlerin başlıkları ve son beyitleri şöyledir:
1.Şark (1918)
Serilmiş sineler, kâbusu artık silkip üstünden
“Hayat elbette hakkımdır” desin, dünya “değil” derken (Düzdağ, 2006: 440)
2.Alınlar Terlemeli (1918)
Bu hürriyet bu hak bizden bugün âheng-i sa’y ister:
Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter (Düzdağ, 2006:442)
3.Umar mıydın? (1918)
İlâhî bir müeyyed, bir kerim el yok mu, tutsun da
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda (Düzdağ, 2006: 444)
4.Hâlâ mı Boğuşmak (1918)
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda (Düzdağ, 2006: 448)
5.Yeis Yok (1919)
Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol (Düzdağ, 2006: 450)
6.Azimden Sonra Tevekkül (1919)
Ey yolcu uyan! Yoksa çıkarsın ki sabaha
Bir kupkuru çöl var ne ışık var ne de vâhâ (Düzdağ, 2006: 453)
Son Şiir
Gölgeler’in, dolayısıyla Safahat’ın son şiiri 208 mısralık San’atkâr başlığını taşıyan manzumedir. Çok sevdiği, udi Şerif Muhyiddin Targan Bey (ö. 1967) ABD’de bulunduğu zamanda onunla yakından ilgilenen ABD’nin eski baş- kanının oğlu Mister Archibald Roosevelt’e ithaf edilen şiirin satır aralarında Âkif’in iç âleminin fotoğrafı gizlidir.
Son şiirin son mısralarını okuyalım:
Harim-i kalbime indim mi titrerim tir tir
Adım başındaki iz, lâkin adem misali derin
Tulûu mahşere kalmış batan güneşlerimin
Neden, fakat heyecanın? Nedir yüzündeki yaş
Sonunda yolcunu incitme, ey güzel yoldaş!
Huda bilir ki dayanmaz taş olsa bir sine O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman Bırak, ben ağlayayım,sen çekil de karşımdan Belâ mı kaldı ki dünya evinde görmediğim? Bırak, şu yaşları, hiç yoksa, görmeden gideyim. (506)
Hilvan 22 Ağustos 1349/1933
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.