Değerlerle ve değer uğruna yaşamak, beşerin insan olma macerasıdır. İnsan, değer bilinci olan, mukaddesleri olan varlıktır. Ya da tersinden söylenecek olursa, insandan değerler çıkarıldığında geriye kalan, tabiatın en vahşi yaratığıdır. İnsanı olgular ve olaylar düzleminden, ülküler ve gayeler boyutuna değerler çıkarır ve ulvi bir varlık hâline getirir. Değerler beşerî, insan yapan manevi bir transformatör gibidir. İnsan değerleri olan, mukaddesi olan varlıktır. Bu değerler insandan insana aktarılır. Öyle şahsiyetler ve eserler vardır ki onların varlığı, her temas ve idrak edeni yeni baştan inşa eder. İşte Mehmed Âkif ve İstiklâl Marşı’mız da bunun en güzel örnekleri arasındadır.
Âkif, bu dünyaya niçin gelmiş olduğunu bilmiş ve hayatı ile eserini birleyerek kıvam bulmuş bir abide şahsiyettir. Onun bütün tavır ve davranışlarında temel ölçü hakikattir. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” düsturu onun için her nefeste idrak ve tatbik edilmesi gereken bir sünnet-i seniyye hükmündedir. Bunun için de derin bir idrak ve bitmez tükenmez bir tecessüs ve gayret gereklidir. Âkif’in hayatı ve asarı bu tecessüs ve gayretin teşahhus etmiş hâlidir.
Âkif’in kâmil bir şahsiyet olarak duygu ve düşünce dünyasının dayanışma içerisinde olduğunu, mütenasit, tesanütlü bir bütün olduğunu görüyoruz, düşünüyoruz, hissediyoruz. Çünkü karşımızdaki insanın yılmayan, gayretli, ümitsizliğe kapılmayan kahraman bir tarafı var. Bu moral gücü nereden buluyor, nasıl buluyor? Mesela çoğu insan tereddüt ederken o hiç tereddüt etmeden bir gecede Anadolu mücadelesine destek vermek için İstanbul’dan Anadolu’ya geçiyor. Oğlunu da yanına alarak Millî Mücadele’ye katılıyor. Bu noktada “ben nerede şehit olursam oğlum da orada şehit olsun” diyebilmiş olması hem kendini hem canından özge canını feda etmeye hazır bir ruh metaneti içinde olduğunu göstermesi açısından önemli bir örnek olarak okunabilir. Bu hadisenin ayrıca bir de din psikolojisi, iman psikolojisi açısından da irdelenmesi gerektiğini görüyoruz. Buradaki ruh metaneti, ruh dirayeti, ruh salabeti açıktır. Aksi takdirde bu ruh, İstiklâl Marşı’na nasıl yansıyabilirdi? Yaşanmamış bir duygu metne nasıl geçirilebilirdi? İstiklâl Marşı kafiye hesabı yapılarak yazılmış bir metin değildir. İstiklâl Marşı, doğmuş bir metindir ve bu hayat bu marşı belki doğurmak için yaşanmış bir hayattır. Âkif’in bütün hayatı İstiklâl Marşı’nı yazmaya hazırlıktır. İstiklâl Marşı bütün bu hayatın şahidi ve gayesi gibi görünüyor. Benzetmek caizse; hayat hamlesinin en tam ve olgun ürününü insanı yaratarak ortaya koymuş olması gibi Âkif’in bütün hayatı da İstiklâl Marşı’nı yazmak amacıyla yaşanmış ve onun için hazırlanılmış bir hayat gibi görünüyor. Bunu anlayabilmeli, fark edebilmeli bunu takdir edebilmeliyiz.
Bunun hem eğitim sahası için hem değerler eğitimi için hem de bir sos- yal-psikolojik hakikat olarak idrak edilmesi lazımdır. Nasıl oluyor da bir insan kendisini bütün bir milletin, bütün bir medeniyetin, bütün bir tarihin sembol şahsiyeti ve sembol iradesi olmak için hazırlıyor? Hegel felsefesinde “Geist”ın kendisini bir insanda açması gibi, Âkif’in zihninde, gönlünde ve dilinde Türk milletinin yüce değerleri kendisini açmıştır. Âkif’in dile getirdiği şeyler sanki Türk milletinin kolektif bilinçaltıdır, Türk milletinin kolektif bir iradesi ve idealidir. Bu bakımdan bu metnin herhangi bir güfte, herhangi bir şiir olarak telakki edilmemesi gerekir.
Âkif’in İstiklâl Marşı’nı yazabilmiş olması bütün hayatı boyunca bu ideal uğrunda yaşamış olmasıyla mümkün olmuştur. Âkif, İstiklâl Marşı’nı sanat göstereyim, bana şair desinler, ölümsüzlüğü elde edeyim, tarihe geçeyim, konulan mükâfatı ben kazanayım diye yazmamıştır. Zaten mükâfat konulduğunda şiirini vermekten vazgeçmiştir. Dolayısıyla, benlik gösteren, benliğin tuzaklarına düşen bir şair değil, benlikten geçerek varlık gösteren bir şahsiyet olarak yazmıştır İstiklâl Marşı’nı. Âkif’in hayatının sufiyane bir hayat olduğunu söylemek mümkündür. Ancak böyle bir sufiyane hayatın bu kadar yüksek idealleri kavramış, hissetmiş olması ve dile getirebilmiş olması söz konusudur. Âkif böyle sufi meşrep bir insan olmuş olmasaydı, mala mülke düşkün, dünya ikbalini gözeten bir insan olmuş olsaydı bu metni yazması da mümkün olamazdı. Kısacası Âkif, gerçek bir şahsiyettir. Fakat elbette bu şahsiyet boşlukta oluşmuyor. Bu şahsiyet niyetle, iradeyle, gayretle oluşuyor. Dolayısıyla Âkif’in duyguları da burada gizlidir. Âkif, nefsi için bir duygu beslemiyor, şahsi bir ikbal beklemiyor. Milletinin ve medeniyetinin idealleri onun da idealleridir. Yani fenafilmillet ya da fenafiddin olmak, kendini milletinde, dininde ve medeniyetinde eritmiş olmak, orada yok olmuş ve orada dirilmiş olmak! Âkif’i tanımlamak için kullanılabilecek ifadelerdir. Bu çok yüksek bir karakterdir. Hayatını nefsi için değil idealleri için yaşamıştır diyebiliriz. Âkif, bütün bir tarihin yükünü sırtına yüklenebilmiş, bütün bir dinin ve medeniyetin yüklerini yüklenebilmiş bir insandır. Duygularını, düşüncelerini, değerlerini, inançlarını, imanını birlemiş bir insandır. Karşımızda bölünmüş bir şahsiyet yok. Karşımızda bütünleşmiş, tamamlanmış, kâmil bir şahsiyet var ve bütün kâmil şahsiyetlerde ortak olan husus o insanların birlik timsali olmalarıdır. Yani bir tevhide, müşahhas bir şahsiyete bürünmüş olmalarıdır. Bu tevhidin temelinde elbette İslam’ın tevhit inancına bağlı olmaları vardır. İslam medeniyetinin kâmilleri için konuşuyoruz. Âkif de İslam medeniyetinin kâmillerinden bir şahsiyettir. Onda ruhla bedenin, madde ile mananın, ilimle irfanın, hatta dünya ve ukbanın birlenmesi söz konusudur. Bunu başka türlü izah etmek mümkün değildir. Yaşarken hayatını ölüm gerçeği karşısında yaşamak ve ölürken de ölümün bir hayat olduğunu bilerek nefsini feda edebilmek, İslam medeniyetinin kahraman şahsiyetlerinin hayatlarında gördüğümüz yaşama biçimidir. Bunun temeline inildiğinde, hakikat ve adalet duygusunun insana egemen olduğu bir hayat görürüz.
Âkif, “sözüm gerekirse odun gibi olsun, ama doğru olsun” diyen bir sanatkârdır ve bu tarafıyla da eleştirilmiştir. Onun süslü ifadeler kullanmıyor olması, edebiyatla şiirle bir hakikat arayışı içine girmiş olmasından kaynaklanır. Onun düz yazılarında anlattığı, resmettiği hakikatle şiirlerinde resmettiği hakikat bir ve aynı hakikattir. Aksi takdirde şair şahsiyetiyle anlattıkları ile dinî ya da manevi hassasiyetle anlattıklarında başka başka dünyalar kurması gerekirdi. Âkif’te böyle bir ikilik yoktur, orada da bir birlik vardır. Düz yazılarında, derslerinde, edebiyat derslerinde, Sebilürreşâd’da, Sıratımüstakîm’de ne yazdıysa Safahat’ında da onu yazmıştır. Üstelik “ne yazdımsa onu yaşadım; ne yaşadımsa onu yazdım” demiştir. Bu da bütünlüklü bir şahsiyetle karşı karşıya olduğumuzun göstergesidir. Böyle bir şahsiyet olarak Âkif, tüm bu yazdıklarıyla bir mücadele insanıdır. Aslında belki duygu olarak böyle bir mücadeleyi seçmeyebilirdi. Zira yazdığı şiirlerin mana derinliğinden anlaşılıyor ki; kendisini aşk ve vecd içerisinde unutmayı, terk etmeyi de seçebilirdi. Ama şartlar buna imkân vermemiştir. Âkif’in tercih edebileceği mistik, metafizik, deruni, tasavvufi, sufiyane hayat, zühd ve takva hayatı, mükaşefe hayatı onun için bir lüks olmuştur. Çünkü memleket yanmaktadır. Memleket yanarken onun inzivaya çekilip manevi, mistik ve metafizik bir hayatı yaşaması mümkün olmamıştır. Belki memleket çok daha sağ salim olsaydı böyle bir hayatı arzu edebilirdi. Çünkü onun ne kadar feragat ehli olduğunu, fedakârlık ehli oluğunu görüyoruz. Böyle bir insanın kendi kabuğuna çekilerek bir vecd hayatı yaşamayı tercih etmesi mümkündür, lakin memleketin mukadderatı buna izin vermemiştir ve o bir aksiyon adamı olarak yaşamak durumunda kalmıştır. Bu mânâda bir iman insanıdır. Mistiklik genellikle kendi kabuğuna çekilmek, uzlete çekilmek ve o uzlette kendi kişisel ikbalini ya da manevi aydınlanmasını oluşturma gayreti gibi anlaşılır. Oysa Âkif’te gördüğümüz mistiklik; millet, medeniyet, devlet ve din adına gerekli aksiyonu yerine getirmek şeklinde tezahür etmiştir. Çünkü Âkif tüm yaptıklarını ve yazdıklarını bir ibadet olarak yaşıyor. Böyle bir insanın bütün hareketleri ibadet hâline geliyor. Mistik insan, nasıl ki Allah’la beraberse, nasıl o mistiğe bir Allah adamı diyeceksek, o her an zikir hâlinde, her an ibadet hâlinde, her an Hakk’la nefes alıp veriyor ise; Âkif de Millî Mücadele’yi Hakk’ın rızası uğrunda, her an Hakk’la münasebet olarak görüyor, yaşıyor. Dolayısıyla bu yaşantı hem dinî hem millî bir zirve hayat anlamına geliyor. O yüzden Âkif’in dinî olanla millî olanı ve insani olanı birlemiş olduğunu söyleyebiliriz. Âkif’te millî olan ile manevi olan birlenmiştir. Bunlar birbirinden farklı şeyler değildir, çünkü bu millet İslam’ın son ordusudur. Buradaki vecd hâlini anlayabiliyoruz ve bu noktada istiklâlin, hürriyetin yaşanması ibadet hâline geliyor.
Hürriyet ve istiklâl en yüksek değerdir. Zira diğer bütün değerlerin yaşanması bunlara bağlıdır. Esaret altında insanın millî ve manevi varlığını koruması ve tahakkuk ettirmesi mümkün değildir. Hatta temel biyolojik düzeyden bir hayatın bile sürdürülebilmesi muhaldir. Millî Mücadele’yi muzaffer kılan temel umdelerden olan “ya istiklâl ya ölüm” iradesi bir varoluş imkânı ve kudretidir. Esir olmaktansa hürriyet ve istiklâl uğrunda candan, canandan geçmek, yüce değerler için benlikten feragat etmek, vatanın istiklâlini temin eylemiştir. Tabir caiz ise vatanın istiklâli, fenafil vatan olmakla tecelli etmiştir. Vatan ve istiklâl uğrunda şehadet şerbetini içenler bekabillah mertebesine nail olmuşlardır. Âkif bu duygu ve düşünce ile; “Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber / Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber” demiş olmalıdır.
İstikâl Marşı “hürriyet” ve “istiklâl” bakımından incelendiğinde, meselenin iki boyutu olduğu görülür. Hem bireysel bir insan varlığının hürriyeti söz konusudur, hem de bütün bir milletin ve bütün bir vatanın, hatta bütün bir alem-i İslam’ın istiklâli söz konusudur. Âkif bunları birbirinden ayrı düşünmez. Yani bir yandan insanın hürriyetini tasdik eder, hürriyeti en yüksek değer olarak görür ve öte taraftan vatanın, bayrağın ve devletin istiklâlini gözetir.
Kendisini milletin müşahhas bir evladı olarak ya da bir sembol şahsiyeti olarak ya da bütün bir milletin sorumluluğunu yüklenmiş, mesul kişisi olarak görür ve “sahipsiz vatanın batması haktır / Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır” der. Yani sorumluluğunu üzerine al, vatanına sahip çık dediğini görüyoruz. Aynı şekilde; yazıktır, çiğnetme, verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı diyor. Yani “irade beyan et, sorumluluğunu al, insan olma onurunu, Müslüman olma haysiyetini idrak et, mücadeleni yap ve neticede de istiklâlini elde et” diyor.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” ne demektir? Bu, Türk milletinin tarih boyunca hiçbir zaman esaret altına girmemiş olmasına bir atıftır. Burada derin bir tarih bilinci vardır, burada derin bir millî ideal, millî mefkûre vardır. Yani ezelden beridir hür yaşamış ve ebede kadar, kıyamete kadar hür yaşama azminde olan bir milletin ifadesi vardır.
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım. / Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! / Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner, aşarım; / Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Bu, esaret kabul edilemez, esir olmaktansa hürriyet uğrunda şehit olmak yeğdir bilincidir. Bu bilinç işte insanı reşit kılar, insanın istiklâlinin önünü açar ve dolayısıyla istiklâlin de hak edilmiş bir istiklâl olduğunu gösterir. Ama biz bunu hazır olarak bulduk, bunun anlamına, manasına nüfuz etmek için özel bir gayret sarf etmemiz gerekiyor. Daha 1926’larda Hayat Mecmuası’nda, Âkif’in de hayatını romanlaştırmış olan Mehmet Emin Erişirgil, Gençliği Bekleyen Tehlike diyerek bunu anlatıyor. Yani istiklâlin önümüzde hazır olarak bulunmuş olması, onun anlamının kavranamamış olması ve mefkûresizlik tehlikesi olduğundan bahsediyor. O, tehlikenin adını böyle koyuyor; Gençliği Bekleyen Büyük Tehlike: Mefkûresizlik! Yani bir idealinin olmaması, bir değerler nizamına tabi olmamak. Değerlere tabi olmayınca neyle yaşar insan? Gündelik bir hayat yaşar. Oysa Âkif tüm eserlerinde gündelik olanı aşan değerlerden bahseder. Mefkûresizliğin bir tehlike olmaması için belki de Âkif’in “Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı” ifadesini tam manasıyla kavramak gerekir.
Âkif’in sanatını da, tefekkürünü de kuran, oluşturucu kavramların içerisinde şehitlik, şehadet ve şahitlik vardır. Âkif’in düşüncelerini özetleyecek üç anahtar kavramdan bir tanesi hürriyet, bir diğeri istiklâl, diğeri de şehadettir. Şehadet aynı zamanda bir insanın İslam’a girerken dille ikrar, kalp ile tasdik anında ulaşmış olduğu söz ve bilinç durumudur. Bir de bunun hayat boyunca yaşanması ve hayatının kendi imanına şahit kılınması vardır. Yani kendi kendine şahitlik etmek, kendi kendine şehadet etmek diye bir bilinç düzeyi, hayat düzeyi vardır ki Âkif’in hayatı da bu anlamda bir şehadettir ve söz ile ikrar edilenin hayat ile tasdik edilmesi ne kadar yüksek bir seciyedir. Gerçek manasıyla İslam olmak, gerçek manasıyla mümin olmak söz ile ikrar edilmiş olanın hayat ile tasdik edilmesidir. Bu nedenle Hakk ve hakikat Âkif için sadece birer kavram değildir. İnsan olmanın idrak ve tahakkuk ettirildiği en yüksek kavrayış alanıdır. Bu idrak ve kavrayış, dini de dünyayı da hakikati ile bilme iştiyakı uyandırmaktadır. Dinin hakikatine ulaşmak için Kur’an ve sünnetin özünün kavranması, dine sızmış olan hurafelerin ayıklanması gerekmektedir. Aynı şekilde dünya işlerinde de hakikatin aranması, İslam ahlakının hâkim kılınması gerekmektedir. Böylece hakikat arayışı ve ona tabi oluş, gayret ve cesaretle birleştiğinde terakki ve tekâmül yoluna girilmiş olur. Çünkü mümine ümitsizlik yasaktır.
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakkın / Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın” ifadelerini sarf ettiren mutmain ruh hâli “Allah var gam yok” şeklinde ifade edilen hikmetin bir tezahürüdür. Âkif, ümitsizliğe kapılmadan gayret etmeyi aziz bilir ve bunu mümkün olan en geniş anlamda kavramak gerekir. Çünkü insan yeryüzünde halifetullah makamındadır. Bu yüzden insana yakışan en şerefli işlerle uğraşmalı ve hem kendisini hem de toplumunu reşit kılmanın yollarını aramalıdır. Bunun en kestirme ve kesin yolu insanın hakikat muhibbi ve talibi olabilmesidir. Hakikat hem asıl varlık hem de onun hakkında doğru ve sahih bilgi demektir. Bilmek ve sevmek karşılıklıdır. Hakikate duyulan sevgi ve iştiyak ona yaklaşmayı, yaklaşmak pay almayı, pay almak kemale doğru yürümeyi ve yaklaşmayı getirir. Âkif medeniyetimizin yükseliş devirlerinde bu idrakin ve ahlakın hâkim olduğunu düşünür.
İstiklâl Marşı’nın “korkma” diye başlıyor olmasını çok doğu tefsir etmek gerekir. Bu bir hakikatin idrak edilmiş, ifade edilmiş hâlidir. Çünkü bu sözler şiir yazma merakıyla ve kafiye bulma endişesiyle yazılmış değildir. İmanla yazılmıştır. Eğer, bu metnin imanla yazılmış bir metin olduğunu fark edebilirsek, hakikatleri dile getirdiğini de anlayabiliriz. İstiklâl Marşı ile Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in sünnetinde olanların, hadislerde söylenenlerin bir ve bütün olduğunu teslim etmek gerekir. İstiklâl Marşı’nın aslında bir tarz tefsir olduğu da söylenebilir çünkü orada dinî hakikatten gayrı bir şey yoktur. İstiklâl Marşı, psikolojik savunma mekanizmasıyla üretilmiş bir metin ya da sadece orduyu, askerî şevke getirmek için yazılmış bir propaganda metni değildir.
İstiklâl Marşı baştan sona medeniyet değerlerini konu almaktadır. Hak, hürriyet ve istiklâl şuuru ve talebi; cesareti, gayreti, dirayeti beraberinde getirir. Bu değerler ise insanı değiştiren ve dönüştüren değerlerdir. İstiklâl Marşı da, Âkif’in tüm eserleri de, Âkif’in hayatı da yabancılaşmamak için bir mücadeledir. İnsanlığa ve kendine yabancılaşmamak için. İnsanın çaresizlik karşısında, kendinden maddi olarak güçlü bir düşman karşısında ne yapması gerektiğini, nasıl ayakta kalabileceğini anlatıyor. Zihninde kurmuş olduğu insanı yaşatan o medeniyetin hangi idealler uğruna, değerler uğruna kurulabileceğini ve yaşatılabileceğini anlatıyor.
Sadece teknik ve güç ile azgınlaşmış olan medeniyetin tek dişi kalmış bir canavar olarak tasvir edildiğini görüyoruz. Onun zihnindeki medeniyetin mutlaka değerlerle kaim ve daim olması söz konusudur. Medeniyetin içinden değerleri çıkardığında geriye bir canavar kalıyor. Tıpkı insan bedeninden ruhu çıkardığında geriye bir cesedin kalması gibi. Demek ki yabancılaşmamak için, yaşayan bir ölü hâline dönüşmemek için insanın da, vatanın da, medeniyetin de birlenmesi lazımdır. İnsanın ruh ve beden olarak birlenmesi, vatanın madde ve mana olarak birlenmesi, aynı şekilde medeniyetin de hem değerlerle hem de maddi organizasyonla birlenmesi gerekiyor. Bu birlenmenin yapılamadığı durumda insan bunalıma giriyor. Bu birlenmenin yapılamadığı durumda medeniyet krize giriyor. Bu birlenmenin yapılamadığı durumda yabancılaşma ortaya çıkıyor. Yabancılaşma insanın fıtratına yabancılaşmakla başlıyor. İnsan, fıtratına döndüğünde, fıtratına tabi olduğunda, ona baş eğdiğinde bir şahsiyete dönüşüyor. Dolayısıyla buradaki tabi olmak ve baş eğmek bir pasifizm değil tam tersine insanın kendisini bilmesi, bulması ve olması durumuna karşılık geliyor.
Âkif’in eserlerinde bu vatanla asli vatanın birlenmesi de söz konusudur. “Hubbü’l vatan minel iman” ifadesinin hikmetinden hareketle, eğer bu vatana sahipseniz öteki vatanı, asli vatanı sevme ve özleme imkânınız olduğu söylenebilir. Eğer bu vatanda hür ve bağımsızsanız asli vatan için anlamlı bir varoluş gerçekleştirme şansınız olabilir. Esirken ruhunuzu ikmal edemezsiniz. Esirken tekâmül edemezsiniz. Esirken kâmil bir insan olamazsınız. Onun için istiklâlinizin, hürriyetinizin olması lazım ki kendi kemalinizi bulasınız ve onun için gayret sarf edesiniz. Dolayısıyla vatan sevgisi hem dini, hem millî, hem insani bir gerçeklik zeminidir. Vatan bizim kendimiz olma imkânımız ve zeminimiz- dir. Asli vatana layık olabilmek bu vatanda gerçekleşen bir şeydir. Bu vatan yoksa tehlikedeyse asli vatanın kazanılması diye bir şey söz konusu değildir. Çünkü bu vatanda ne yaparsak orada onu göreceğiz. Burada görmediğimiz bir şeyi orada görmeyeceğiz. Burada hak etmediğimiz bir şeye orada sahip olmayacağız. Bu vatanda hak etmek gerekecek. Bu vatanda hak etmek için de bu vatanın hür ve müstakil olması lazımdır, bu vatanın mamur olması, zelil olmaması, izmihlale uğramaması lazımdır. Bu vatanda birlik olamazsak orada da birlik olamayız demektir. Âkif bunları çok yüksek bir bilinçle ve imanla söylüyor. Hakikate açık ve hakikatten ilhamını alarak, oradan cesaret alarak, ilmini oraya yaslayarak yazdığı için de bu kadar net ifade edebiliyor.
Vatanın olmadığı hiçbir durumda insan olarak varlığımızı tahakkuk ettirmek imkânı yoktur. Âkif bunu çok iyi biliyor. O yüzden “sana yok, ırkıma yok izmihlal” diyebiliyor. Âkif ırkçı bir insan değildir, herhangi bir ırkla, kavmiyetle övünen bir insan değildir. Hatta dinen kavmiyetçiliğin menedilmiş olduğunu da en iyi bilen insanlardan biridir. Hem Kur’an mealinden hem Kur’an tefsirinden, hem almış olduğu İslami ilimlerden; İslamiyet’te kavmiyetçiliğin olmadığını, kavimle tefahür etmenin, övünmenin men edilmiş olduğunu bilen bir insandır. Ama “ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal”, “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet / Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” diyebiliyor. Bunu çok temiz, berrak, arı duru bir şekilde idrak etmek ve oradaki ırk kavramının milleti ve medeniyeti ima ettiğini kavramak durumundayız. Hatta oradaki ırk kavramıyla bütün bir Türk ve İslam dünyasını birlediğini de düşünebilmeliyiz. O sadece bir İslam şairi değildir, aynı zamanda bu milletin şairidir. Âkif’te milletin şairi, millî şair olmakla İslam şairi olmak arasında bir tefrika yoktur. Dinî olanla millî olanın birlendiği bir bilinçten bahsediyoruz. O yüzden Âkif’in bu birleyen tavrını anlamak durumundayız.
Âkif her şeyden önce bir İslam âlimidir. İslam şairi olmanın yanı sıra bir İslam âlimidir. Çok küçük yaşlarda geleneksel olarak dört yaşında iken Kur’an hıfzetmeye başlıyor. Babası Fatih Medresesinde müderris ve ilk öğretmeni de babası ve daha sonra babasının arkadaşlarından derin bir tahsil aldığını, eğitim öğretim gördüğünü kaynaklar zikrediyorlar.
Demek ki Âkif’in daha içine doğmuş olduğu evin manevi hayatından itibaren İslam ortamında, Kur’an ortamında yetiştiğini, yaşadığını görüyoruz. Dolayısıyla Âkif için Kur’an, bir oryantalistin Kur’an öğrenmesi, İslami ilimleri öğrenmesi gibi bir mesele değil. Âkif için Kur’an-ı Kerim ve İslami ilimler bir iklimdir. Onun içinde nefes aldığı, soluduğu bir iklim, bir ortam ve o, buna çok erken yaşlarda dâhil oluyor. Onun anlam dünyası, duygu ve değer dünyası bu iklim içerisinde şekilleniyor. Merkezinde mutlak varlığın olduğu bu iklimde onun anlam, duygu, değer ve tefekkür dünyası yeşeriyor. Onun mutlak varlığın adil olduğuna inandığını ve Allah’ın sıfatlarını anladığını, kavradığını eserlerinde hemen fark edebiliriz. Âkif’in ilim adına, ilmin kutsalla, mutlak olanla ilişkisini kurmak açısından bu kavrayış çok önemlidir. İslam ilim tasnifini hemen hatırlayacak olursak akli ilimler ve nakli ilimler olmak üzere ilim, insana iki kanaldan geliyor ve bu iki kanal arasında bir irtibatsızlık, bir çatışma, bir çelişki de söz konusu değil ve Âkif bunu çok net bir şekilde kavrıyor.
Âkif’in eğitim hayatını değerlendirmeye devam edecek olursak, Mülkiye Mektebine yazıldığını görüyoruz. Daha sonra Baytar Mektebine devam etmek zorunda kalıyor. Orada fen eğitimi alıyor ve işte bu noktada Âkif’in zihninde ve gönlünde; fen, biyoloji, veterinerlik eğitimiyle dinî ilimler arasında kurmuş olduğu bütünlük bizim medeniyetimizin bugün dahi fark emek zorunda olduğu, muhtaç olduğu bir bütünlüktür. Çünkü bizim medeniyet krizimiz bu bütünlüğü kavrayamamış olmaktan ya da bu bütünlüğün gerektiği gibi felsefi şuuruna ulaşamamış olmaktan kaynaklanıyor.
İşte Âkif’in, aynı zamanda bütün öteki vasıflarının yanı sıra akıl ve iman arasında, ilimle irfan arasında, ruhla beden arasında kurmuş olduğu birliği ve bütünlüğü fark etmek gerekir ki buradan gerçek manasıyla bir birlik medeniyeti, gerçek manasıyla bütünleşmiş bir toplum idealine ulaşmak mümkün olsun. Yani hâlâ bize ilham vermeye ve anlaşılması gereken hususiyetler sunmaya devam ediyor. Âkif bitmiş, tamamlanmış, eskimiş bir tefekkürün sahibi değildir. Hem İstiklâl Marşı’mız hem Âkif’in bırakmış olduğu entelektüel, manevi, felsefi, dinî miras her fırsatta anlaşılmaya, açılmaya, şerh edilmeye muhtaç bir mirastır.
İstiklâl Marşı bir kurucu metindir. Bu sadece istiklâlimizi kuran, yaşatan, temellendiren bir metin değil; aynı zamanda bizim millî varoluşumuzu da anlatan ve koruyan bir metindir. Bu idrak edildikçe görülecektir ki Türkler tarih boyunca hep bir ideal uğruna yaşamışlardır ve bu ideal de bir emperyalizm, bir sömürgecilik, bir yok etme ideali olmamıştır. Bu ideal, Hakk’ın hakikatinin yeryüzünde hâkim kılınması ideali olmuştur. Burada nefis yoktur, nefisten feragat vardır. Burada kendi varlığını millet varlığında ve mutlak varlıkta eritmek vardır ve kendi hayat gayeni onun gayesiyle birlemek vardır. Bu çok yüksek bir meziyet, çok yüksek bir idealdir.
İstiklâl Marşı dikkatli okunursa görülecektir ki orada bir ‘öteki’ yoktur. “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar / Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” ifadesindeki çelik zırhlı duvara ya da medeniyet denilen tek dişi kalmış canavara mutlak manada ‘öteki’ demiyor ve onu mutlak manada bir düşman ilan etmiyor. Onların ortadan kaldırılması, yok edilmesi gibi bir birincil gaye de gütmüyor. Birincil gaye, kendimizi ıslah etmek, kendimizi ilâyı kelimetullah uğruna yüceltmek, Hakk’ın rızasını kazanacak bir bilince yükselmektir. Âkif, İstiklâl Marşı’mızda ötekileştirici bir metin ortaya koymuyor; birleştirici, bütünleştirici bir mefkûre ortaya koyuyor. Ahlaki bir medeniyet projesi teklif ediyor. Âkif burada hürriyetin, istiklâlin hak edilmiş olmasının sürurunu yaşamaya davet ediyor. İstiklâlin bile hak edilmiş olmasını niyaz ediyor. Yani “ya Rabbim, bizi hürriyet ve istiklâlden mahrum bırakma, ama bu hürriyet ve istiklâlin de hak edilmiş olmasını nasip et” diyor. Bize helalinden bir istiklâl, helalinden bir hürriyet ver demiş oluyor. Buradan dinamik, aktif bir gayret ve ümit felsefesi türetiyor. Âkif bir pesimizm, bir kötümserlik telkin etmiyor. Bir pasifizm de telkin etmiyor. Tam tersine gelecekten ümitvar olmak, Hakk’ın yardımından, inayetinden şüphe duymamak ve gayretten de geri kalmamayı tavsiye ediyor.
Âkif ölçüyü aşkın, müteal, Hakk ve hakikat olarak koyuyor. Ölçünün Hakk ve hakikat olduğu yerde O’na iman, O’na sadakat ve O’nun rızasını kazanmaktan daha yüce bir varoluş biçimi de tasavvur edilemiyor. Hiçbir şeyi beşerî ölçülerle tartmıyor Âkif; ilahi ölçüyle, hakiki ölçüyle tartıyor ve onun için de hak edilmiş bir hayat, hak edilmiş bir hürriyet, hak edilmiş bir istiklâl tasavvuru var. Zira ona göre Hakk, en yüksek varlıktır, bizatihi varlıktır. Hakk’tan gayrı olan her şey bigayrihi varlıktır. Hak’tan gayrı olan her şey varlığını Hakk’tan alır, ama Hakk’ın varlığı kendindendir. Hak, zorunlu varlıktır, mutlak varlıktır. Hakk’tan gayrı olan varlıklar, varlıklarını o zorunlu varlıktan alırlar ve hak aynı zamanda bir hukuki terimdir. Kişinin payına düşen şeydir, kişinin hak ettiği şeydir. Kişinin hak ettiği şeyi alması adalet, adaleti tesis etme mekanizması da hukuktur. Burada gerçek varlık, gerçek varlığın nizamı ve o nizama uygun hareket etmek birlenmiştir.
Gerçek varlık, mutlak varlık, o mutlak varlığın evrene koymuş olduğu nizam ve o nizama uygun hareket eden insan Hakk’ın rızasına uygun iş yapmış demektir. Ölçüyü böyle koyduğunuz zaman yeryüzünde ne kin kalır ne kibir ne zulüm kalır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.