• İstanbul 9 °C
  • Ankara 6 °C
  • İzmir 13 °C
  • Konya 7 °C
  • Sakarya 10 °C
  • Şanlıurfa 11 °C
  • Trabzon 9 °C
  • Gaziantep 9 °C
  • Bolu 6 °C
  • Bursa 10 °C

Prof. Dr. Celal Türer: Şehir Bilincinin Boyutları (2)

Prof. Dr. Celal Türer: Şehir Bilincinin Boyutları (2)
"Şehir ve Sanat" Şehri, kolektif birliğin estetik sembolü olarak tanımlamak mümkündür.

O, estetik deneyimin dinamik birliğini sembolize ederek sadece şahsi ifadenin karmaşık ve talepkar aşamalarını desteklemekle kalmaz; aynı zamanda kendisini bizatihi sanat olarak tezahür ettirir. Kabul edilmelidir ki hayat ve estetik deneyim, harmoninin yanı sıra değişim ve çatışma ihtiyacını vurgular. Gerçekten hayat tek tip, müdahale edilmeyen bir yürüyüş ya da akış olarak değil; aksine her birinin kendine ait planı, kendisine ait başlangıç ve bitişi, kendisine ait özel ritmik hareketi ve tekrarlanmayan niteliği olan hususların toplamı olarak tezahür eder. Nitekim hayatın medeni bir tarzda gelişmesi ancak zengin iş bölümü ve artan nüfuzla mümkün olur. Böylelikle giderek karmaşıklaşan hayat, artan talepler istikametinde insan dehasını yaratıcı buluşlara yöneltir. Zira deha kendi başına anlam kazanamaz; ona hareket veren ortamdır. Bu ortam birlikte yaşamayı mümkün kılan medeni hamlelere imkân sağlar. Neticede bireysel varlıklar, kolektif ideallerini ya da birlikte yaşamanın uygun tarzlarını üretirler.

Şehir estetiğinin şehir hayatında yaşanan etkili olayların tümüne işaret ettiğini ileri sürebiliriz. Bu çerçevede şehir estetiğinin ödevi, şehir tecrübesinin diline uygun bir biçimde olayları dile getirmektir. Onun dile getirdiği hususları sadece görsel yolla değil; bunun yanı sıra içgörü, hafıza, hareket, duygu ve dille algılarız. Bu şekildeki yaklaşım, şehir hayatını hem daha yoğun hem de daha köklü bir kavrayışı temsil eder. Bu kavrayışı geliştirme çabalarımıza yardımcı olabilecek, zaman ve mekân bağlamlarını göz önüne getirmek gerekir. Gerçekten şehrin bilinçlenen kişiler üzerindeki en dramatik ve uzun süreli etkileri mekân ve zaman kavramlarında belirir. Onlar yaşam tasarımlarımızın gelişmesine ve zenginleşmesine imkân sağlarlar. Öyle ki zamana bağlı varlıklar olarak bizler mekânsal şeylere dokunur ve onlar tarafından dokunuluruz.

Hatırlanacağı üzere mekân sözcüğü hem kökeni hem de kullanımı bakımından insan kavramıyla yoğun biçimde iç içedir. O, tehlike ve fırsatların dolu olduğu boşluğu ya da felsefe okullarının ifade ettikleri gibi biçimsel ilişkileri değil; yapma ve eylemlerin sahnesini temsil eder. Bu çerçevede mekânı insanın damgasını vurduğu yer olarak tanımlamak mümkündür. Nitekim arkeolojik buluntuların topluca bulunduğu alana artık insan eli değmediği ve nefesi sinmediği için ören yeri denir. Keza fırsat buldukça kaçtığımız ağaçlık ve deniz kenarlarındaki alanlar gezinti yeri olarak isimlendirilir. Hafta sonu uğranılan kafeler ise eğlence yerleridir. Anlaşılmaktadır ki mekân insan iziyle dolu olanı temsil etmektedir. O, insani, toplumsal varoluşsal olarak düzenlenmiş dolu alana işaret eder. Oysa aynı anlamda kullanılan uzam, matematik ve doğa bilimlerinin tasarlanmış alanına, uzay ise fiziğin yer kürenin dışında bulguladığı gerçek boşluğa işaret eder.

Açıktır ki insan olarak duymanın, düşünmenin ve var olmanın olmazsa olmaz şartlarından biri mekân bilincine sahip olmaktır. Kişide mekân bilinci ne kadar gelişkinse, kişinin eşyanın hakikatiyle kurduğu ilişkilerde zihnen mesafe kat edebilmesi de o derece gelişmiş olur. Mekân bilinci, en Uzak'ı bile şahdamarından daha yakın kılabilecek kadar insanı sarabilir ve sarsabilir. Mekân bilinci, en temelde insanın çevreyle derin ve süreklilik içeren varoluşsal bir ilişki kurmasını sağlar. Böyle bir ilişki çevreye dair güven ve aşinalık yaratarak estetik bir ahenk oluşturur. Böylelikle deneyimlerimizin organizasyonu estetik hale gelebilir. 

Şehir tıpkı mekân gibi zamanı da hissettirir, yaşatır. Hatırlanacağı üzere şehir zamanından farklı olarak tabiat zamanı; mevsimler şeklinde işleyen, yıllar içeren dolgun/bereketli bir zamanı temsil eder. Çünkü o, mevsimlerle ve on yıllarla ölçülmektedir. Tabiat zamanındaki en kısa vakit, güneş ve ay zamanıdır, bunların her ikisi de her zaman şehirlerde yaşanan saattin tik taklarından daha büyüktür. Tabiat zamanı, insan bedeniyle uyum içindedir ve insan psikolojisindeki doğal sürece yakındır. Sözgelimi o, ürettiği imkânlarla yeniden gruplaşma ve yeniden değerlendirmeye olanak verir. Tabiatın yeniden üretici güçlerine duyduğumuz güvenden beslenerek zaman, meydana getirici ve özgürleştirici bir büyüme kaynağı olarak addedilir. Tabiat zamanının ritmi mekânla genişleyebilir ve bu yüzden tabiatta “zamanımız olduğuna” ve “zaman içinde” yeniden üretileceğimize inanırız. Bunun aksine şehir zamanı ince zamandır, şeffaftır, sıkıdır ve saklanmak için hiçbir mekâna gereksinim duymaz.[1] O, pek çok kimse hâkimiyetinden kurtulmak adına takmayı reddetse de bir saat zamanıdır ve çoğu zaman her yerdedir.[2] 

Şehir zamanı, ince ve şeffaf bir zamandır, hemen hemen sanal bir tecrübedir. Güneşten ziyade saat ile idare edilen şehir zamanı, tecrübemizi kısa aralıklarla ölçer. Şehir zamanın yardımcı bir uzama ve yere sahip olmadığı görünür. Şehir zamanında mantıklı bir şekilde var olmak için kendimize ait bir hayat ve içe dönük bir kale inşa etmemiz gerekir. Bu yüzden şehir zamanı ikincil bir zamandır ki “ikinci şans” veya “sürpriz” zamanı demektir. O, bize geride kalmak, demode olmak istemiyorsak, ne kadar hızlı olmamız gerektiğini söylerler, çünkü şehirler geçmişe pek az tahammül gösterirler. Bugün şehir zamanı, geleneksel zaman algılarındaki çeşitliliğin ve farklı zamanların yerine, mekândan ayrışmış, giderek daha standardize olmuş, tek tipleşmiş ve boşaltılmış zamanı önermektedir. Oysa şehir zamanının tek tipleşmiş ve boşaltılmış zaman değil; ritmik bozulmaların organize edildiği bir vasat olması gerekir. Bu vasatın şehrin farklılaşan sosyal çevreleri tarafından kendilerine özgü biçimde yeniden tanzim edilmesi ve ayrıştırılması gerekir. Bu ise, zaman bilincinin derinleşmesini gerekli kılar.[3]

 

Şehir ve Bilim

Şehirler hem iç hem dış dinamiklere bağlı olarak sürekli bir değişim ve dönüşüm sürecindedir. Artan nüfus ve göç gibi etkenler şehirlerin büyümesine ve kalabalıklaşmasına sebep olurken değişen, farklılaşan ve çeşitlenen ihtiyaçlar ise ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan şehrin yeniden yapılandırılması sorununu gündeme getirir. Bu sorunlar bir “iç dinamik” olarak şehri değişime zorlarken, mekâna yapılan büyük sermayeli yatırımlar, sosyo-politik niteliği farklılaştıran dış dinamikler bilimsel ve teknolojik gelişmelerle birleşerek şehrin yapısını tümüyle dönüştürür.[4] Bu değişimler ancak bilimsel yaklaşımlarla analiz edilip değerlendirilebilirse şehirlerin sağlıklı gelişimi ve değişimi sağlanabilir.

Şehirlerin bilimsel verilere ve prensiplere dayalı olarak tasarımı, sürdürülebilirlik, yaşam kalitesi ve toplumsal etkileşim açısından önemli faydalar sağlamaktadır. Sözgelimi nüfus yoğunluğu, ulaşım akışı ve çevresel etkiler gibi veriler şehir planlaması için kritik öneme sahiptir.  Bu veriler, şehirde hangi alanların öncelikle geliştirilmesi gerektiğini belirlemeye yardımcı olur. Yine coğrafi bilgi sistemleri mekânsal verileri analiz ederek yeşil alanların artırılmasını, ekosistem dengesini sağlamayı ve hava kalitesini iyileştirmeyi ve yenilenebilir enerjilerin kullanılmasını teşvik edebilir. Aynı şekilde mekânsal veriler yürüyüş yolları, bisiklet yolları ve toplu taşıma sistemleriyle insanların kolayca hareket etmelerini ve sosyal etkileşimlerini artırabilir. Konut, iş ve sosyal alanların bir arada bulunduğu bölgelerde etkileşimi artırıcı uygulamalar öncelikli hususlar olarak görülebilir. Binaların tasarımında, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi ve doğal havalandırma gibi yöntemler kullanılarak enerji verimliliği artırılır. Yerel ve geri dönüştürülebilir malzemelerin tercih edilmesi, bilimsel sürecin bir parçası kabul edilebilir.

Şehirler, doğal kaynakların yoğun olarak kullanıldığı yerlerdir. Bilimsel bilgi, bu kaynakların nasıl yönetileceği ve korunacağı konusunda rehberlik eder. Sözgelimi doğal afetler ve acil durum yönetimi konusunda bilimsel bilgi, şehirlerin bu tür olaylara hazırlıklı olmasını sağlar. Yine şehirlerin iklim değişikliğine karşı dirençli olması ve değişen koşullara uyum sağlayacak şekilde tasarlanması; su yönetimi, sel önleme ve sıcaklık kontrolü gibi unsurlarla yapılandırılabilir. Nitekim günümüzde şehirler akıllı uygulamalar, dijital alt yapı ve iletişim teknolojileriyle daha etkin bir biçimde yönetilebilir. Tüm bu süreçlerin esnek mimari ve altyapı tasarımlarıyla desteklenmesi ve yerel halkın görüşleri ve katılımlarıyla beraber sürdürülmesi oldukça önemlidir. Günümüzde sürdürülebilir ulaşım çözümleri ve yeşil alanların artırılması konusunda Kopenhag öncü bir şehir olmuştur. Barcelona ise akıllı şehir uygulamalarıyla veri analizi yaparak ulaşım ve enerji sistemlerini optimize etmiştir.

Şehirler, bilimsel bilginin üretildiği, dağıtıldığı ve uygulandığı merkezler olarak toplumun bilimsel bilgiye erişimini ve dağıtımını da sağlamalıdır. Şehirlerde bulunan üniversiteler ve araştırma kurumları, bilimsel bilginin üretilmesi ve paylaşılması açısından önemli rol oynar. Bu kurumlar, şehirlerin sosyal ve ekonomik gelişiminde kritik katkılarda bulunur. Yine toplumun bilim ve teknoloji konusundaki farkındalığını artırmak, sürdürülebilir uygulamaların benimsenmesini kolaylaştırmak şehirlerin geleceği açısından önemlidir. Bilimsel ve teknolojik bilgilere erişim, sosyal adalet, demokrasi ve eşitlikle doğrudan ilişkili olduğu için; Ar-Ge merkezleri, sanayi ve inovasyon hub’larının artması şehirlerin sosyal olarak daha dinamik hale gelmesine sebep olur.

Bilimsel bilgi, şehirlerin dinamiklerini anlamak ve bu dinamiklere uygun politikalar geliştirmek için kritik bir araçtır. Sözgelimi şehirlerin estetiği, bilimsel ve mühendislik bilgisi ile şekillenir. Felsefi açıdan, bu durum şehirlerin tasarımı ve estetik değerleri üzerine tartışmalara yol açar. "Güzel bir şehir nasıl olmalı?" sorusu, bilimsel bilginin estetik ile birleştiği bir noktadır. Diğer taraftan şehirler, farklı düşünce sistemlerinin bir arada bulunduğu yerler olarak bilimsel düşüncenin toplumsal normlar ve inançlarla nasıl etkileşime girmesi gerektiği inceleyebilir. Bilimsel gelişmelerin etik boyutları, şehirlerdeki uygulamalarla çeşitlendirilebilir. Sözgelimi biyoteknoloji veya yapay zekâ gibi alanlardaki gelişmeler, şehirlerde sosyal ve etik tartışmalarda yol gösterici olabilir. Yine bilimsel veriler şehirlerdeki sağlık hizmetlerinin etkinliği ve toplum sağlığıyla ilgili politikalarının şekillendirilmesinde önemlidir. Şehirlerin ekonomik yapıları da bilimsel veriler kullanılarak ekonomik büyüme ve istihdamı geliştirebilir.

 

Sonuç Yerine

Şehir özünde biçim verilmiş bir mekân ve bu yönüyle tabii mekân olan ‘yer’den, biçimlendirilmiş yer olan “mekâna” geçişin merkezidir. Toplumlar şehirlerle birlikte “yer”den “mekân”a taşınmışlardır. Gümümüzde kentsel dönüşümler ve toplu konut uygulamalarıyla “ileri mekân” sürecine geçilmiştir. Bu çerçevede “yer” şehirli olmayan toplumların yaşadığı alana; “mekân” şehirde yaşayan insanların bulunduğu ortama ve “ileri mekân” da şehir ortamında kapsamlı planlarla mekânı tekrar biçimlendirilen insanların yaşam alanına işaret etmektedir.[5] Peter Wagner “biçimselleşmeyi dünyayı yeniden yorumlamanın ve yönetilebilirliği artırma kaygısıyla dünyayı oluşturan öğeleri yeniden sınıflandırmanın bir yolu”[6] olarak niteler. Lefebvre’in de işaret ettiği gibi, her iktidar mücadelesi, aynı zamanda mekânı da ele geçirme ve ona hükmetme mücadelesi olmuştur.[7] O halde mekânı alt etmek için, mekânsal örgütlenme her daim olagelmiştir.

Nüfusun artmasına bağlı olarak kentlerin kalabalıklaşması, teknolojinin olağanüstü gelişmesi nedeniyle sanayi sonrası dönüşümlerin ivme kazanması ve kapitalist düzenin mekânı yeniden keşfetmesi gibi gerçeklikler sonucunda şehirlere fiziksel ve mekânsal yeni bir form verilmiştir. Basit bir gözlemle fiziksel bir yapı değişikliği gibi görünen bu durumun arkasında ekonomi ve politika gerçeği bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, kentlerin ihtiyaçlarını karşılamak içinmiş gibi gösterilen ya da hissettirilen bu mekânsal değişiklikler, aslında ekonomik, politik ve sosyolojik gerçekliklerden bağımsız değildir. Nitekim barınma ihtiyacından doğan mekânın tarım öncesi toplumdan sanayi sonrası olarak nitelendirilen günümüz toplumuna kadar geçirdiği niteliksel ve niceliksel değişim süreci bulunmaktadır. Kullanılan malzemeden, malzemenin şekline; içinde barınanlar için yerine getirdiği işlevden ifade ettiği anlama; “kullanım değer”inden “değişim değeri”ne kadar durağan bir mekân olgusundan bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla değişen ve dönüşen süreçler dizisi tarafından etkilenen, içinde yaşamını sürdüren kişinin sınıfsal konumuyla, eğitim, gelir, kültür seviyesi ve alışkanlıklarıyla karşılıklı etkileşimini yansıtan mekân gerçekliği gözlemlenmektedir.[8]

Nüfus hareketleri açısından durağan “geleneksel” toplumlarda, konutun “barınak” olarak algılandığı ve sadece “kullanım değeri” olduğu bilinmektedir. Bu toplumlarda, konut üretimi yerleşmiş kurallara bağlı olarak sürmekte ve konutun toplumsal konum belirlemekten başka bir anlamı olmamaktadır. Buna karşılık piyasa ekonomisinin ve özel mülkiyetin yaygınlaştığı günümüz toplumlarında konutun niteliği karmaşıklaşır. Ticarileşmenin yaygın olduğu toplumlarda, konutun anlamı salt “barınak” olmanın ötesine çıkarak, spekülasyon, gelir, yatırım, birikim ve güvence gibi çok boyutlu alanlara yayılmaktadır ki bu konut bağlamında “değişim değeri”ne karşılık gelir. Değişim değeri açısından konut, geleneksel toplum söylemiyle artık bireyin “başını soktuğu dört duvar”dan oluşan bir yapıdan ziyade onun kim, hangi sınıftan olduğunu açıklayan bir birimi ya da kimliğinin tamamlayıcı bir unsuru olabilmektedir.[9]

Modernleşmenin özündeki rasyonelleşme bir tür biçimselleşme olduğu için modern toplumlar artık gerçekliğin belli fenomenler düzenine sokulduğu ve bu düzenlerin de belli dilsel bir ifade içinde verildiği “demir bir kafes” içinde yaşamaktadır.  Bu yüzden modern kent sakinleri “demir bir kafese” hapsedilmiş, hayatın özünden koparılarak ruhsuzlaştırılmış, yozlaştırılmış bir insan sürüsüne dönüştürülmüştür. Yine biçimselleşmenin ikinci karakteri indirgeyicilik olduğu için gerçeklik bir ya da birkaç tayin edici niteliğe indirgenerek kavranabilir ve yönetilebilir bir hale gelir. Şehir yönetimi için orada yaşayan bir kişi, o şehirde bulunan binlerce kapı numarasından sadece birisidir. Şehir yönetimi onu ve ailesini bu numarayla kategorize edebilmekte ve ilgili idari işlemleri kolaylıkla yapabilir. Hatta ileri mekânsal biçimselleşmeyle “mekânsal homojenizasyon” ve tektipleşme, sosyal ilişkileri soyutlaştırır ve idari işlemler sanal boyuta kadar indirgenip, kitleselleştirilen kent sakinlerinin yönetimi son derece kolaylaştırılabilir.[10]

Kentsel dönüşüm uygulamaları ilk olarak kent sakinlerinin zihin dünyalarına tesir eder ve onların kentle ilgili imajlarını etkileyip değiştirir. Kevin Lynch’in belirttiği gibi, “Kent ... karmaşık bir toplumun güçlü bir sembolüdür” ve insanlar zihinlerinde kenti belli uyaranlarla imlerler. Kentin büyümesi, genişlemesi, dokusunun değişmesi kent sakinlerinin zihnindeki kent imgesini de bozacaktır. Zira tek tip yollar, caddeler, sokaklar, binalar ve diğer şehir donatıları, şehrin karmaşık yapısını ve homojen olmayan demografisini temsil etmekten uzaktır. Oysa kentin kendine has sahici imgesinin oluşması bakımından bu tek tip olmama hali ontolojik bir gerekliliktir.”[11] Günümüzde potansiyel olarak karmaşık bir toplumun güçlü bir sembolü olan kent kapitalizm kapsamında, birikimin ve çelişkilerin hem yeri hem de dengeleyicisidir.”[12]

Bugünün şehirlerinde güncel tahakküm biçimlerinin ötesine geçebilen direniş ve yaratıcı alternatif imkanları var mıdır? Müşterekleşme direniş ve yaratıcı alternatiflerin gerçekleşmesinde rol alabilir mi? “Günümüzün şehir sakinleri mevcut kentsel düzen içinde ya da ona karşıt bir şekilde kendi şehirlerini sahiplenecek, yeni paylaşım mekanları ya da iş birliğine dayalı yaşama pratikleri yaratacak ve hatta yeniden icat edecek fırsatları keşfediyor mu? Müşterekleşme pratikleri içinde veya bu pratikler sayesinde bugün bir kent medeniyetinin imkanının anlamları, getirileri ve değerleri sorgulanıyor mu? Bugün dünyanın pek çok yerinde insanlar yolsuzluğa batmış hükümetlere, adaletsiz politikalara ve gündelik hayattaki sömürüye karşı sadece ihtiyaçlarını talep ederek değil aynı zamanda bizzat kendileri ortak bir yaşamı örgütleyerek savaşıyor mu?”[13] Şehir ve şehrin unsurları olan mekanlar, müşterekler ve müşterekleşme kelimelerinde anlamları bulunabilecek kelimelerdir. Şehri ve mekânı, “bir meta, devlet idaresindeki bir alan ya da savaşın getirdiği saf bir yıkıntı olarak sorunsallaştırmak” ile “müşterekler olarak sorunsallaştırmak” birbirinden farklıdır. Şehir “kimseye ait olmayan ve herkese ait olan geçiş ağları olarak” sahiplenilmeye dönük toplumsal eylemlerin nesnesidir.[14]

Şehri yeniden inşa ederken ya da şehrin sorunlarına çözüm ararken meseleleri üst dilin uyumlu bütünü içinde anlamak, şehrin özünü teşkil eden diyalog ve diyalektiği metafiziksel bir gerçeklik şemasından hareketle üretilmek gerekir. Kavranacak üst dilin ortak varoluşu şehre çağırması, bu çağrıyı estetik bir bilinçle mekân ve zamana yansıtması ve böylelikle şehrin kendine mahsusu gerçekliğini gelecek tasavvuruyla birleştirmesi şehir bilincinin felsefi boyutlarını açığa çıkaracaktır. Tam bu noktada üst dillerin koordinasyon ekseninin estetik bilinç üzerinden ilerlemesi daha faydalı ve daha anlamlı gelmektedir. Zira estetik, diğer üst dillerden farklı olarak şehir bilincini başka bir biçimde yönlendirir. O, şehri görkemli bir tören eşliğinde tarihi ve kavranabilir maneviyatıyla anlatır. Nitekim şehri ziyaret eden kimse, herhangi bir atlastaki açıklamalardan farklı olarak bu deneyimleri pekâlâ elde edebilir.

Modernleşme süreciyle birlikte mekân ve şehir tasavvurumuzun, tarihimizden ve geleneğimizden koptuğu ya da en azından zayıfladığı bir gerçektir. Şehirlerimizin ciddi problemlerle karşı karşıya olduğu apaçık bir gerçektir. Artan yoksulluk ve anomi gibi durumlar bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Tehlikeli düzeylere varan bu gidişe çare arayışları da yeterli değildir. Çareler önerenlerin çözümleri de temelli değildir. Sözgelimi şehrin en hayati karakteristiğinin insani yönü olduğunu unutalı çok uzun zaman oldu. Aynı şekilde bir şehrin soyut ve ruhani gerçekliğin maddi bir ifadesi olduğunu ya da şehrin insan yüzü olduğunu hatırlamıyoruz. Şehrin fiziki sürekliliğinin esasen komşuluk, samimiyet ve kişisel iletişim duygularını korumakla gerçekleştiğinin farkında bile değiliz. Artık şehrin, tüm insani yolları birleştiren, birbirimizle temas sağlayan bir mekân olabileceğini tasavvur dahi edemiyoruz. Oysa geleneksel olarak şehirlerimizin niçin dağlarla, göllerle ya da ırmaklarla bir arada bulunduğunu hatırladığımızda, dağın bizdeki çağrışımının bütün maddi tezahürlerine rağmen "aşkın" olana bir çağrı olduğunu görebiliriz. Zira dağın yüksekliği benliklerde en yakıcı biçimde hissedilir. O, yüce olana yaklaştıran, aczimizi hatırlatarak yücelmemize kapı aralayan bir iklime dönüşür. Aynı şekilde su, yaşam kaynağına, ruhun arınmasına ve huzuruna işaret eder. Doğanın gösterenleriyle kurulan bu ilişkiler bize asıl yerimizi hatırlatır. Tıpkı Varlık gibi şehir de bir bütündür ve bu bütünlüğün her bir parçası birbiriyle alakalıdır. O halde herkesin varlığa ve dolayısıyla şehrine sahip çıkması umulur.

Sonuç olarak şehir ve mekân bir anlayış ve zihniyetle doğru orantılıdır. Mekân bir boşluktan, uzamdan, toprak parçasından ibaret değildir. Onu mekân kılan aşkın bağlamıdır. Ev, mahalle ve şehir oluşurken bu anlam boyutuyla oluşur. İslam şehirleri, ölülerinin de can bulduğu, mânâ boyutunda yaşadığı şehirlerdir. Çünkü mezarlıklar, türbeler, kümbetler de bütün anlamıyla mekâna dâhildir. Şehir ve mekân bizim inancımızı, mânâ boyutumuzu, din tasavvurumuzu, insan telakkimizi, tabiat tavrımızı ve anlayışımızı yansıtır. Bu yanıyla şehirler, bir dünya görüşünün somutlaşmasıdır. Mekân bizim tahayyülümüzün, anlam dünyamızın temsil edildiği alanlardır. Bu yanıyla mekân bir iz, bir göstergedir. Şehirlerimizin en büyük zaafı; bir toplumun değer yargılarıyla yaşayacağı insani ölçekte mekânlar oluşturmaktan ziyade resmî ideolojilere uygun toplum, insan ve mekân modeli oluşturmaya ayarlı olmasıdır.

İnsanların huzurlu ve huzurda olduğu ideal şehirdir. Bu şehrin sabitleşmiş bir kalıp formu yoktur. Aslolan insanın / mimarın / şehircinin içinde kurduğu, büyüttüğü şehirdir ve nihayetinde dışa aktardığı ve somutluklar âlemine yansıttığı şehirle bütün diğer insanların iç / ideal şehirlerinin kesişim kümesidir. Bu küme her daim şunları birleştirmelidir:

“Varlıksal aidiyet dünyasını: İslam inancı, İslamî davranış tercihleri

 Tarihî aidiyet dünyasını: Medeniyet, İslam medeniyeti, Osmanlı medeniyeti, Akdeniz medeniyeti

Mekânsal (Coğrafi) aidiyet dünyasını: Geleneksel çevre, şehir, sokak, mahalle, ev

Geçmişle gelecek arasında kurulan köprüleri: Tarih, kültür, günlük yaşamı” birleştirmelidir.

 

 

 

 

 


[1] John J. McDermott, “Glass without Feet: Dimension of Urban Aesthetic”  in Drama of Possibility. Ed. Douglas R. Anderson, New York, 2007, s. 213

[2] Neden saatler kola takıldıklarında watches adını alırlar? Watch’ın ilk anlamı ara vermeksizin devam etmek, yani tabiatı yenmektir. Şehir, geçen zamanı “izlemek” mi, yoksa kimsenin bizim zamanımızı çalmadığından emin olmak mı? Hiç zamanım yok derken zamanı mı istifliyoruz?

[3] John J. McDermott, “Space Time and Touch” içinde Drama of Possibility. Ed. Douglas R. Anderson, New York, 2007, s. 201.

[4] Ünal Şentürk, “Mekân Sadece Mekân Değildir; Kentsel Mekânın Yeni Tezahürleri,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014), s. 94.

[5] Musa Yavuz Alptekin, “Şehirden Kente Mekânsal Dönüşüm,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014), s. 41.

[6] Peter Wagner, Modernliğin Sosyolojisi, Çev. Mehmet Küçük (Sarmal Yayınevi: İstanbul 1996), s. 55.; aktaran Musa Yavuz Alptekin, “Şehirden Kente Mekânsal Dönüşüm,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014), s.42

[7] Musa Yavuz Alptekin, “Şehirden Kente Mekânsal Dönüşüm,” Doğu Batı 67 içinde, s.42

[8] Ünal Şentürk, “Mekân Sadece Mekân Değildir; Kentsel Mekânın Yeni Tezahürleri,” Doğu Batı Düşünce Dergisi Şehir Yazıları-I: 67 (2014), ss. 85-86.

[9] Ünal Şentürk, “Mekân Sadece Mekân Değildir; Kentsel Mekânın Yeni Tezahürleri,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014), s. 100.

[10] Musa Yavuz Alptekin, “Şehirden Kente Mekânsal Dönüşüm,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014), ss. 44-45.

[11] Musa Yavuz Alptekin, “Şehirden Kente Mekânsal Dönüşüm,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014)ü, s. 48.

[12] Ünal Şentürk, “Mekân Sadece Mekân Değildir; Kentsel Mekânın Yeni Tezahürleri,” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Şehir Yazıları-I: 67 (2014), s. 87.

[13] Stavros Stavrides, Müşterek Mekân; Müşterekler Olarak Şehir, terc. Cenk Saraçoğlu (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019), s. 15.

[14] Stavros Stavrides, Müşterek Mekân; Müşterekler Olarak Şehir, terc. Cenk Saraçoğlu (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2019), s.229.

Bu haber toplam 318 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim