Kurucu metin
Burada öncelikle, “kurucu metin” kavramından ne anladığımızı ifade etmek isterim. Kurucu metin yerinde bazen “kök metin” ve “zemin metin” gibi ifadeler de kullanılmaktadır. Her üç isimlendirmede de kastedilen mana, büyük oranda aynıdır. Nedir burada kastedilen mana? En genel anlamıyla kurucu metin, telif edildiği dönemde geniş kitleleri etkilemiş olmakla birlikte, daha sonraki dönemlerde de edebî ve sosyal hayatı derinden etkileyen metinleri ifade eden bir tabirdir. Edebî hayat açısından, yeni bir türün, tarzın ve geleneğin oluşmasını temin eden metinler. Düşüncede, paradigma inşa eden; kavramlara içinde alışılmışın dışında anlamlar yükleyen, yeni usul ve esaslar telkin eden ve içinde yaşanılan zamanı tavsif ve tahlil eden metinler. Fakat bunu yaparken, tarihî hakikatlerden beslenmeyi de ihmal etmezler. Diğer bir ifadeyle, yeni bir perspektif inşa ederken, sadece güncel siyasi zemin ve anlık duygulardan beslenmezler. Kuşkusuz bu metinler, bir yönüyle hâlin eserleridir; ancak tarihî birikime, tevarüs eden manaya ve bu manayı besleyen ana kaynaklara dayanmaktan da imtina etmezler. Bu bakımdan kurucu metinler, ana kaynaklardan beslenen, köklü bir tarihî birikime atıfta bulunan, zamanı münderecatı içinde anlamlandıran ve yarını inşa eden metinlerdir.1
Kurucu metinler, zaman penceresinden bakıldığında, mazi, hâl ve istikbali bir arada bulundurur. Dolayısıyla yazıldığı dönemden sonra da tanzir veya tercüme edilerek ve şerhleri yazılarak her dönemde yeniden üretilme imkânına sahiptirler. Böylece klasikleşen bu metinler, her dönemde münderecatıyla tesiri görülen ve inşa ettikleri tür itibarıyla daha sonraki dönemlerde benzeri birçok eser yazılmış olsa da hiçbir zaman değerini yitirmeyen “ana metin”ler- dir. Bu yönüyle bu metinler, milletin hafızasıdır. Bir önek üzerinden gitmek icap ederse, kurucu metinlerden birisi olarak tavsif ettiğimiz Vesiletü’n-necât’ı burada zikredebiliriz.[1] [2] Halk arasında Mevlid olarak tanınan eser, toplumun Fetret döneminde içine düşülen sosyal ve kültürel bunalımdan çıkmasını temin sadedinde kaleme alınan bir eserdir. Süleyman Çelebi, eserini kökü Asr-ı Saadete kadar varan bir tarihî birikim ve temel kaynaklardan aldığı ilhamla tanzim etmiştir. Ama konuları dile getirişi, zamanın ruhuna uygun olarak yaşadığı dönemin sorunlarına çözüm sadedinde ele almıştır. Nitekim bu dönemde bir yandan Mehdilik iddiaları, öte yandan Hup-Mesihlik akımı içerisinde tezahür eden fikrî karmaşa toplumsal bunalıma sebep olmuştur. O, bu bunalımdan kurtaracak iksiri, vesîletü’n-necât yani kurtuluş vesilesi olarak tavsif ettiği Hz. Peygamber’in veladeti (doğumu) etrafında aramaktadır. Bu arayış ma’kes bulmuş, Çelebi Mehmet devleti yeniden derleyip toparlamıştır. Metin, sadece dönemi içinde kalmamış; bir yandan edebî alanda mevlid, mirâciye ve mucizâtu’n-nebî gibi türlere hayat verirken, öte yandan da mevlit merasimleri ve mevlit cemiyetleriyle kültürel zeminde toplum içerisinde dirlik ve düzeni tesis ederek birlik ve beraberliği inşa etmiştir. Zira millet olmak, aynı türküyü söylemek, aynı kıssanın parçası olmak ve aynı destanın kahramanı olmakla mümkündür. Mevlid, bunu sağlamıştır; bu itibarla, her bakımdan kurucu metin hüviyetini haizdir.
Bu toprağı mayalayan kelam, kurucu metinlerden beslenmiştir. Bu me- yanda Asya’nın steplerinden Anadolu toprağına doğru akan kelama hayat veren arkına nefes olan bazı isimleri hatırlamakta yarar vardır. Bunlar; Ebu Said Ebu’l-Hayr, Yusuf-ı Hemedânî, Pir-i Türkistan, Korkut Ata, Yunus Emre, Mev- lânâ, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran ve Âşık Paşa gibi isimler silsilesiyle Emir Sultan’a, Somuncu Baba’ya, Hacı Bayram-ı Veli’ye, Süleyman Çelebi’ye, Yazıcı- zade Muhammed’e ve Eşrefoğlu Rûmi’ye ulaşan zengin bir kadroya sahiptir. Bu silsile, Cumhuriyet’e “büyük İslam şairi” olarak İstiklâl Mücadelesinde önemli bir misyonu yüklenen “millî şairimiz” Mehmed Âkif’e kadar ulaşır. Keza onun “kahraman Türk ordusuna armağan” ettiği İstiklâl Marşı da milletin niyetini, ufkunu ve umudunu tanzim ve tahkim eden; böylece onları “istiklâl” ideali etrafında derleyip toparlayarak millî birlik ve beraberliği tesis eden bir “kurucu metin” olarak tarihte yerini alır.
Şairi Anlamak
Bu topraklar, asırlardır iki membadan beslenmiştir. Bu pınarların ilki, kılıç, ikincisi kalemdir. Kılıç, Alparslan’ın açtığı kapıdan akın akın Anadolu topraklarına intikal eden ve oradan Rumeli’ye, Tuna’ya ve Adriyatik’e kadar uzanan “yüce idealler” uğruna yola düşen “alperen” veya “akıncı” olarak da anılan askerîn mücadelesini ifade eder. Kalem ise, yazılı yahut sözlü olarak vücut bulan kelamın ifadesidir. Bu ifade bir veçhesiyle, “Horasan Erenleri”, “abdallar” ve “dervişler” gibi nitelemelerle, Ebü’l-Hasan Harakânî’den başlayarak, Sarı Saltuk’a, Gül Baba’ya ve Abdullâh-ı İlâhî’ye doğru varan mana erlerini kasteder. Öte yandan kalem, Divan-ı Hikmet, Oğuznâme, Garipnâme, Mu- hammediye, Mevlid, Müzekkin Nüfus ve Kâbusname gibi halk irfanını besleyen metinleri ifade eder. Fetih, açmaktır; toprağı, Türk boylarına açmak... Bu kılıçla olur. Ancak orada temekkün edebilmek, orayı yurt haline dönüştürmek için insan toprağını işlemek gerekiyor. Bunu temin eden de kalemdir. Şairler, mütefekkirler ve âlimler, bu kalemi temsil eden kahramanlardır; onlar, zaman içerisinde yaşanan sıkıntılara ve karşılaşılan problemlere çözümler üretmek için gayret etmişlerdir. Kurucu metinlerin tedris edilmesi yahut yazılı olarak şerh edilmesi de bu anlamda önemlidir.
Mehmed Âkif, aldığı eğitim ve buna bağlı olarak ortaya koyduğu hizmetlerin dışında, bir “kalem ehli” olarak şair ve müellif vasıflarıyla yüklendiği misyon itibarıyla “kurucu metin” yazacak tecrübe ve yetkinliğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle o, tanzim ettiği şiirler ve tecrübesi itibarıyla, “kelam arkı” olarak nitelendirdiğimiz Yesevî’den başlayarak devam edegelen vazifeyi bihakkın yerine getiren bir şahsiyettir. Nitekim o, Balkanlardan esen ayrılık rüzgârlarıyla birlikte, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Mücadelesi dönemlerinde bir yandan bizim kahramanlık hikâyemizi yazarken, öte yandan ahlaki ilke ve değerleri hatırlatmış ve daima “umut” aşılayan bir “bilge” olarak hizmet sürdürmüştür. Bu bakımdan o, Cumhuriyetin Korkut Ata’sıdır. Evet, o bizim hikâyemizi yazmış, destanımızı kayda almıştır. Bu mütalaamızı tevsik eden metinler olarak, Safahat’ta Balkan Harbi’ne dair düştüğü dipnotları, Berlin Hatıraları’nı, Necit Çölleri’ni, Çanakkale Destanı’nı, Bülbül’ü, Millî Mücadele’de yaptığı konuşma ve vaazlar ile yazdığı metinleri hatırlamak kâfidir.
Burada teker teker o metinleri kaydedecek yahut tarihî malumatları zikrederek meseleleri yeniden tahlil edecek değilim. Lakin şu kadarını söylemek isterim: Mondros Mütarekesi sonrası, İtilaf devletlerinin topraklarımızı işgale başlamaları sürecinde tek başına askerî mücadele kâfi değildi. Görebildiğim kadarıyla, bu hakikati, mücadelenin asıl kadrosu biliyordu. Zira Anadolu’da başlayan hareket, askerî toparlanmanın yanında millet olarak da toparlanmayı zorunlu kılıyordu. Buradan hareketle, milletin toparlanmasının akil ve öncü insanlarla gerçekleşeceğini “kurucu irade” görüyordu. Bu sebeple Âkif Anadolu’ya çağırılmıştır. Çünkü Âkif, sıradan bir şair değildir; o vazife bilincine sahip, inanan ve hürriyetin farkında olan bir şair olarak bir misyon yüklenmiş, bunun için Berlin’e ve Necit Çöllerine gitmiştir. Yukarıda temas edilen şiirler, bilhassa Çanakkale Destanı bunu tevsik eder. Nitekim davete uyarak oğlu Emin ile birlikte Anadolu’ya geçmiş, Kuvayımilliye’nin şehri olan Balıkesir’de mücadeleye başlamıştır.
Mehmed Âkif’in Balıkesir’de Millî Mücadele konusunda dile getirdiği görüşlerini şu iki hususta temerküz eder:
Bu mücadele büyük bir gazadır.
Zafer yolu, mücadele yoludur.
Çıkılan yolu bu şekilde tavsif ettikten sonra, iki tehlikeden söz eder. Ona göre,
Ümitsizlikten
Azimsizlikten kaçınmalı.
Âkif’e göre, yaşadığımız felaketlerin sebebi, “din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerinde de gevşek davranmamız...”
Balıkesir’de Zağanos Paşa Camiinde verdiği vaazında bu konulara dikkat çekiyor. Bu vaazın metni, Sebilü’r-Reşad’da yayımlanıyor. Böylece daha geniş bir alana yayılmış oluyor.
Âkif umut şairidir. Ama umudun temelinde mücadele vardır. Berlin Hatıralarından şu bölümü burada hatırlayalım:
Korkma
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz; Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun, Meğerki harbe giden son nefer şehid olsun. Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa, Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa, Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar Taşıp da kaplasa afakı bir kızıl sarsar, Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir; Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz, Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!
Mehmed Âkif, Anadolu’ya geldiğinde, İstanbul’daki vazifesi Dârü’l-Hik- meti’l-İslâmiyye azalığından ayrılmak durumunda kalmıştır (Albayrak, 2017). O, Anadolu’da hem bu üyeliği hem meselelere yaklaşımı sebebiyle İslam Şairi olarak karşılanmış; öyle takdim edilmiştir.
Şunu demek istiyorum: Kader, bu büyük ruhu, İstiklâl Marşı’nı yazmak için hazırladı. Bu süreci kısaca şöyle özetleyebiliriz:
Nitekim mücadelenin merkezi Ankara’ya geçerken iki kişiye haber veriyor: Ömer Rıza ve Eşref Edip... “Ben gidiyorum, siz de arkamdan Sebilü’r-Reşâd’ın klişelerini alıp gelin” diyor.
Âkif, oğlu Emin’le birlikte Ankara yollarına düşüyor. Tarih 11 Nisan 1920.
O yola düştüğünde, İstanbul hazin ve kara günlerini yaşıyordu.
Ankara’ya 24 Nisan 1920 yani 23 Nisan 1920’den yani TBMM’nin açılışından bir gün sonra geliyor. Hemen kendisine tevdi edilen görev gereği, Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli Camii ve başka şehirlerde vaazlar veriyor. Burada şunu ifade etmek mümkündür: Millî Mücadele temel konu sadece askerî güç değildi; inanmak gerekiyordu. Halkın ve en önemlisi aydınların inanması gerekiyordu. Zira zafere, inanmakla, derlenip toparlanmakla, birlik ve beraberlikle ulaşılacaktır. Bilhassa siyasetin, bu noktada derlenip toparlanması mühimdir. Nitekim Kuvayımilliye’nin karşısında Mandacılığı savunanlar da vardı. İngiliz Muhipleri Cemiyeti vs. Keza Fransız mandasını savunanlar da var.
Âkif, bu çalışmalarını vekil olarak da sürdürüyor. Önce 4 Haziran 1920’de Biga vekili olarak mecliste çalışmalara başlıyor. Bilahare, 8 Temmuz 1920’de Burdur vekili seçiliyor. Bilahare Biga vekilliğinden istifa ediyor. I. Meclis’te Burdur vekili olarak görev yapıyor. Mesela, Meclis Bozkır isyanının sebeplerini araştırmak üzere bir komisyon oluşturuyor. Komisyon, sebepleri, sonuçları araştıracak ve muhtemel isyanları önlemek için araştırmalar yapacak. Neticede bu vesileyle bir İrşat heyeti tertip ediliyor. Bu heyette Hamdullah Suphi, Ali Şükrü, Refik Bey ve Mehmed Âkif var. Âkif, Konya’ya ve Kastamonu’ya bu vesileyle gidiyor. Meşhur Nasrullah Camii’ndeki vaazı bu vesileyle veriyor.
Gazeteler, “büyük İslam şairi” ve “edîb-i âzâm” olarak niteliyorlar onu. Bu meyanda Açıksöz gazetesinde önemli malzemeler var.[3] Burada şu fikirleri dile getirir:
“Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır...”
Kastamonu’dan Ankara’ya döndüğünde, Taceddin Dergâhı şeyhi, şaire dergâhta bir oda tahsis etmiştir. O, burayı dostlarıyla “edebî meclis” ve “bir sohbet meclisi”ne dönüştürmüştür. Bilindiği gibi, Bülbül şiiri ve İstiklâl Marşı burada yazılmıştır.
Kurucu Metin: İstiklâl Marşı
İstiklâl Marşı, tarihî süreç içerisinde bir milletin yeniden var olma mücadelesinin destanı olarak doğmuştur. Bu cümlede “doğmak” fiilini yahut “doğuş” ifadesini sufi literatürde tecelli, zuhurat, sunuhât ve varidat gibi zengin ıstılahı da dikkate alarak özellikle kullanıyoruz. Zira bu kavramlar, bilginin birdenbire ortaya çıkmasına delalet ettiği gibi, şiir dili içinde sufi şairin hâli olduğu gibi dışarı vurması anlamına da gelir. Buradan hareketle, İstiklâl Mar- şı’nın şiir yazmak için yazılan bir metin olmadığına dikkat çekmek istiyorum. Elbette ortada bir metin vardır; ama bu metin, milletin İstiklâli için bizzat sahada mücadele eden bir “yüce gönüllü” şairin şiirdiliyle yaşadıklarını terennümünden ibarettir.
Burada şu notu düşmek isterim: Eserin ortaya çıkmasına sebep olan tarihî saikleri, ta Balkan mücadelesinden başlayarak milletin var olma mücadelesinin serencamını bilmeden İstiklâl Marşı’nın mana yüzünü bihakkın açmayacağı aşikârdır. Nitekim metin, şairin ruhi hâl ve duyuşlarının zuhurudur. Hadiselere karşı “devlet” ve “millet” ekseninde samimi bir duyarlılığa sahip olan ve bu anlamda kendisine tevdi edilen vazifeleri ve misyonu yüklenen “İslam şairi”, sanki ta başından itibaren, kendisine bu marşı yazmak görevi tevdi edilmek üzere Ankara’ya davet edilmiştir. Zira Erkân-ı Harbiye Reisi İsmet Bey’in, devrin Maarif Vekili Rıza Nur’dan, “millî heyecanı koruyacak, millî azim ve imanı manevi alanda besleyecek, zinde hâlde tutacak, Marsailles örneğinde bir millî marşın hazırlanmasını teklif etmesi” fikri Millî Mücadele sürecinin başlangıcından beri komuta kademesinin zihninde var olmalıdır. Zira bu teklif hemen kabul görmüş ve Maarif Nezareti bir yarışma açarak duyurulmuştur. Yarışmaya 724 şiir gönderilmiş.
Bilindiği gibi, tam da bu dönemde Maarif Nezaretinde değişim oluyor; Hamdullah Suphi göreve geliyor. Hamdullah Suphi’nin bu göreve gelmesi de sanki Âkif’i yazmaya memur etmek için bir hazırlık emaresi olarak değerlendirilebilir. Zira Hamdullah Suphi, Türk Ocakları Başkanı olarak, “devlet” ve “millet” kavramları etrafında “İslam şairi” Âkif ile benzeri duygu ve düşüncelere sahip olan bir hatip ve şair olarak dikkat çekmektedir. Demem o ki, bu marşı ancak Âkif yazardı; ona da bu vazifeyi teklifsizce tevdi edecek ve bir bakıma sonuçta alacak isimlerden birisi Hamdullah Suphi’dir. Nitekim o vazifeyi yüklendiğinde, Âkif’in yarışmaya katılmadığını bu vesileyle görmüştür. Keza yazılan hiçbir şiir de İstiklâl Marşı’nda aranan ruhu yansıtmamaktadır. Netice olarak onun ısrarı Âkif’i marş yazmaya götürmüştür. Bu süreçte Hamdullah Suphi, Hasan Basri (Çantay) Bey’le koordineli bir şekilde “büyük İslam şairimiz” diye nitelendirdiği Âkif’i şiir yazmaya teşvik edeceklerdir. Evet, ortam hazırlanmıştır; devleti kuran “akıl”, millet ruhunu yansıtan bir marş istemiştir. Şiir, Taceddin Dergâhı’nda böylece “doğmuş”tur.
İstiklâl Marşı, metin itibarıyla, gerek göndermeler (telmihler) ve gerekse referanslar itibarıyla milletimizin ruhen ve aklen beslendiği değerler manzumesine müstenittir. Nitekim marşımız, “korkma” emriyle, “Korkma Allah bizimledir” (Tevbe, 9/40) hakikatini ve bu hakikatin içinde barındırdığı zaferi tebşir ederek başlamaktadır. Hak için, vatan için, millet ve maneviyat için cenge çıkan kahraman Mehmetçiğin gönlünde “korku” emaresinin yer etmemesine matuf bu çağrı, tek başına bu marşın kurucu idealini tevsik eder. Zira verilen ideal açıktır: Samimi niyetle yola çıkanı, Hak mahrum ve mahcup etmeyecektir. Eseri bu minval üzere burada şerh edecek değilim; ancak bu pencereden bakarak, İstiklâl Marşı’nın “hürriyet”ine düşkün asil milletimizin askerî alanda olduğu kadar, toplumsal, kültürel ve iktisadi alanda da derlenip toparlanmasına delalet eden derin anlamlar ortaya çıkartılabilir. Nitekim şairin bu metni şiirlerini cami olan Safahat’a almak ve böylece bir nüfuz devşirmek yerine, “kahraman ordumuza” ithaf etmesi ve bir yönüyle içinden geldiği millete hediye etmesi anlamlıdır. Millet, askerî ve halkıyla “yüce idealler” etrafında cem olursa düşmanı defettiği gibi, toplumsal ve iktisadi alanda terakki eder. Mesele birlik olmak, beraberliği tesis etmektir. Keza verilen ödülü, Ankara’da şehit ve gazilerin eşlerine iktisadi açıdan katkı sunan bir Dâru’l-Mesâî’ye bağışlaması da “ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” diye haykıran bir milletin bütün badireleri atlatacağına inanan bir şair portresini bize sunmaktadır.
Sonuç
Kurucu metin, köklerden beslenir, içinde yaşanılan zamanı doğru anlamlandırır ve yarına umutla bakmayı telkin eder. İstiklâl Marşımız, bu anlamda sahih bir bakışla öz kaynaklarımızdan beslenerek, adeta milletimizin tarihini yeniden yazan bir metindir. Bu anlamda o, millî mutabakat metnimizdir. Mutabakatın görünen yanı, Meclis’te kabul edilmiş olmasıdır; ama batını ise, mıs- ralarda, kelime ve kavramlarda sırlanmış olan manada münderiçtir. Bilhassa bağımsızlığımızın sembolü olan bayrağımızdaki “hilal” ve ruhi yetkinliğimiz olan “hürriyet”e yapılan vurgular, bu kurucu mutabakat metninin anlamına derunilik kazandırmaktadır. Bu derunilik sebebiyledir ki, İstiklâl Marşımız her okunuşunda yenilenen, taze ve canlı bir anlam dünyasına sahiptir. Her yaşta okuyucunun nefesiyle yenilenen ve okunduğu an içinde maziyle istikbale köprü olan bir mahiyete sahiptir.
[1] Bu konuda, İbn Haldun Üniversitesi’nde yürütülmekte olan “kök metinler projesi” bu topraklarda var olmamızı Cumartesi günü yapılan “Kök Metinler” Projesi İstişare Toplantısı’na iştirak etmiş, orada konuyu farklı boyutlarda tartışma fırsatı yakalamıştık. Buradaki değerlendirmeler, bahse konu toplantıdan mülhemdir. Bu meyanda Muhammet Yazıcı’nın da “medeniyet kurucu metinler” başlığıyla kaleme aldığı değerlendirmeleri de ilham vermiştir.
http://muhammetyazici.com.tr/medeniyet-kurucu-metinler/ (20.02.2021)
[2] Bu konuda ayrıntılı bakmak isteyenler, KETEBE yayınları için hazırlamış olduğumuz “Türkçeyi kuran şairler projesi”nin ilk metni olarak neşredilen Süleyman Çelebi ve Mevlid (2018) kitabımızı inceleyebilir.
[3] Bu meyanda Mustafa Eski’nin Millî Mücâdele’de Mehmed Âkif Kastamonu’da (1983) kitabı önemlidir.
Süreci takip etmek isteyenler oraya müracaat edeceklerdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.