Melike Çelik'in "Pencere" başlıklı yazısını paylaşıyoruz.
Günden güne annene daha çok benziyorsun, dedi. Gözlüğünün üzerinden kısa bir bakış attıktan sonra elindeki sudokusuna geri döndü. Camda süzülen yansımama dikkatle baktım. Elimden tutup beni anneme götürmeye davetkârdı.
Benziyor muydum gerçekten? Oysa yalnızca kavga ettiğimizde söylerdi bu sözleri. Annemden pek hazzetmez, bunu saklama gereği de hissetmezdi. Ben hep babamın kızı olmuştum. Ona benzetilirdim ve hep onun gibi olmak isterdim. Belki de onun gibi olmak istediğim için ona benzetilirdim, şimdiki aklımla bunu ben de pek bilmiyorum. Annem hep hasta ve muhtaçtı benim gözümde. Peki ama neden şimdi söyledi bunu bana? Sebebini soramazdım. Sorarsam kabul payı bırakmış olurdum ve o zaman şimdiye kadarki tüm kavgalarımızda galibiyeti ona vermiş sayılırdım. Aldırmaz aldırmaz çiçekleri sulamaya devam ettim. Çiğ boşluğu doldurmak için, bu karantina da işe yaradı, dedim. Nedenmiş o, diye sordu. Karşılık verdiğine göre o da biraz muhabbet etmek istiyordu. Yıllarca beni dinlemediğinden yakınmıştım. Belki de sadece sohbet etmek istiyordu ve beni kışkırtmak için söylemişti o sözleri. Baksana çiçeklerime ne güzel oldular, başka zaman olsa hemen kuruturdum, dedim. İlgilenmedi.
Sardunyalarım renk renk açmıştı, kırmızı, pembe, beyaz. Bahar ne sessiz gelmişti bu yıl. Erik dallarının bembeyaz cümbüşünü bile göremeden gelip geçiyordu. Erguvanlar da şimdi Bebek sırtlarını sarmış olmalıydı. Nakış nakış ne de güzel yakışırdı İstanbul’a. Baktıkça gönlüm genişlerdi. Her seyrimde kendime erguvani renkte bir elbise almaya niyetlenir, haftalarca arayıp istediğim gibisini bulamayınca hayalimi bir sonraki bahara bırakırdım. Boğazın en parlak, en işveli zamanlarıydı şimdi. Mayıs gelince iş çıkışı sık sık Emel’le Aşiyan’dan Emirgan’a inip sahil boyu yürür, sonra küçük çay bahçemizde oturup denizin neşesini içimize işlerdik. O an bütün yorgunluklar, kaygılar, hüzünler çaylarımızın buharına eşlik eder simit attığımız martıların kanadına takılıp uçar giderdi sanki. Özledim, dedim. İnsan neden yaşarken hissetmez ki mutluluğunu? Mutluluk hep Kaf Dağı’nın ardındadır, dedi. O çay bahçesindeki küçük masadan kalkmak istemiyordum. Ali Amca ne yapıyordur şimdi, diye hayıflandım. Onun çayının tadını hiçbir yerde bulamaz ya suyundan ya havasından, diye düşünürdüm. Boğaz efil efil eserken çayın demini damağımızda ezerek içer, kâh koyu sohbete dalar kâh susardık. Ali Amca suskun olduğumuz bazı günler yanımıza oturur, gençliğindeki İstanbul’dan, en çok da kavuşamadığı Eleni’sinden bahsederdi. Ali Amca, Emine Teyze duymasın bunları çok üzülür deyince, aramızda bunlar, derdi. Bazen de ha Emine ha Eleni ne fark eder diye takılırdık.
Bulutların boğazın üstüne çöktüğü bir gün, insan yaşlanınca yapamadıklarına daha çok hayıflanıyor be kızım, dedi. O gün o sözler kalbime ok gibi battı. Yâdıma annem düşmüş günlerce vicdanımda taşımıştım onu. Annemle bir kez bile oturup şöyle karşılıklı çay içmedim ben. Neden, diye sormadı Emel, beni yaralamaktan korktu. Yine de çocukluğumun hapishanesine girip anlattım tüm yoksunluklarımı. O masada hafifledim mi yoksa yüküm daha da mı arttı bilmiyorum.
Pencereyi kapat üşüdüm, dedi. Ali Amca’yı hatırlıyor musun, şu küçük çay bahçesi olan. Gidip baksak mı bir ihtiyacı var mı diye, yasaktan sokağa da çıkamıyordur, dedim. Çoluğu çocuğu bakıyordur, şimdi hastalık mı kaptıracaksın bize, dedi. Pencereyi kapatmadım. Yolun sağ çaprazında kalan çocuk parkına ilişti gözlerim. Oğlanlar parka gitti mi eve dönmek bilmezlerdi. İlk bisikletlerini, ilk patenlerini, ilk dostluklarını hep burada deneyimlemişlerdi. Şimdi park çocuk sesine hasret sararıp solmuştu sanki. Sıcak yaz akşamları bizim de az kahrımızı çekmezdi. Termoslarımızı doldurup çekirdek, kek, poğaçalarımızı yanımıza alıp saatlerce laflardık parkta. Neslihan yarın akşama da patates salatası yapsan bol yeşillikli, bol limonlu, demiştim bir akşam. Bu sefer kız benden söylemesi diye sevinmişti. Kestane renginde uzun saçlı kız çocukları tüterdi burnumda. Annem depresyon ilaçlarından başını kaldıramayınca bir gün anneannem oturup tüm kız kardeşlerimle benim saçlarımızı budamıştı. Kız çocuğu dediğinin saçı kısa olur ki büyüsün, serpilsin diye avutmuştu bizi. Okula başlayınca en çok kırmızı kurdeleli saçlar boynumu bükmüştü. İçimde öksüz kalan kız çocuğunu ancak kendi kızımla büyütebilirdim ama o da olmadı. Yıllarca, bayramlarda süslenen, okul merasimleri için pembe, beyaz elbiseler giydirilip ellerinden tutulup şenliğe götürülen çocuklar kaldı hasretimde.
Veysel’i görünce saate baktım. Öğle ezanına az var, birazdan servise çıkar. Geçen gün, bize bir şey getirme dediğimden beri kapımızı çalmıyor. Salgın yüzünden kimse evden çıkamayınca ona yüklenmişlerdi. Garibim işsiz kalırım korkusuyla sesini de çıkaramıyordu. Abla ne yapayım, ben de korkuyorum ama evde herkes elime bakıyor. Çalışsam salgın, çalışmasam açlık var, demişti. Virüs sende olursa bütün apartmana yayılır aman dikkat et, dediğimde ellerini iki yana açıp kafasını eğerek gitmişti. Bir gün normal hayatımıza dönebilecek miyiz yoksa bu şekilde yaşamak normalleşecek mi hayatımızda, bilmiyorum. Emel’i özledim. Keşke görüşebilsek. Yıllardır kahrımı çeken tek dostum, tek arkadaşım benim. Emel de anneme benzetiyor muydu acaba beni? Neden böyle bir söz söylemişti hâlâ anlam veremedim.
Çay ister misin, diye sordum. Olur, dedi. Şimdi çengel bulmacaya geçmişti. Bunlardan hâlâ kaldı mı, yıllardır görmemiştim? Geçen kilerde buldum, oyalanıyorum işte, dedi. Sence annem güzel bir kadın mıydı, diye sordum. Bilmem, dedi, güzeldi herhalde. Neden sevmezdin? Sen sever miydin, dedi. Severim tabi, o benim annem. Yorum yapmadı. Çayın yanında getirdiğim kurabiyelerden bir ısırık aldı. Sol üst köşede kısa sarı saçlı, 90’ların en popüler kadın sanatçılarından birinin fotoğrafı vardı. Çengellere baktım, yazmıştı adını. Kısa saç yakışırdı, dedim. Annene mi, dedi. Yok canım. Bulmacadaki şarkıcıya. 90’larda modaydı. Hıı, dedi. Haklısın annem de hep kısa saçlıydı ama yakışır mıydı hiç düşünmedim. Nerden çıktı bugün annen konusu, diye hafiften serzenişte bulundu. Bilmem, konuyu sen açtın ya. Camdan gelmeyince ben öylesine söyleyiverdim, dedi. Rahmetli de gece gündüz yolunuzu gözler, camdan ayrılmazdı. Öyleydi, doğru ya. Hiç yareni olmadı. Bu kurabiyeler çok güzel olmuş, hava almayacak güzel bir kavanoz ayarla da ona koyalım. Çayın yanına iyi gidiyor, dedi. Olur, dedim. Elim saçlarıma gidince, bunlar da uzadı rahatsız ediyor, çayın bitince keser misin, diye sordum. Sonra kalkıp pencereyi kapattım.
Melike ÇELİK
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.