Postkolonyal edebiyat (Postcolonial literature), postmodernizmin bir alanı olarak daha önce sömürgeleştirilmiş ülkelerin bağımsızlık sonrası yayınlanan eserler üzerinde değerlendirmeler yapmaktadır. Yani genellikle bir ülkenin sömürgeden kurtulmasının sorunlarını ve sonuçlarını inceler. Dahası özgürlüğünü kazanmış halkların siyasi ve kültürel bağımsızlığına ilişkin ırkçı ve sömürgeci uygulamaların oluşturduğu sorunlara yöneltilen bir eleştiridir. Dolayısıyla bu tür sorunlar çerçevesinde bir dizi edebi eser ve ürünler verilmiştir. Bu alanda eser vermiş yazarlar genel olarak eserlerinde geleneksel kolonyal söylemi ya değiştirerek ya aşağılayarak ya da her ikisini birden işlemişlerdir.
Postkolonyal edebiyat teorisi, konu olarak sömürgeci ile sömürge arasındaki diyalog ve ilişki yumağını oluşturan ve üreten sosyal söyleme özel bir önem vererek, sömürge ve sömürge sonrası edebiyatı yeniden inceler. Farklı bir bağlamda, “postkolonyal teori, Avrupa-merkezcilik, milliyetçilik (ulus biçim), sömürgeci ideoloji ve ekonomik determinizm eleştirisi olarak bilinir (Vivek Chibber, 2016: 18). Kelimenin başındaki “post” ifadesi bilincin silinmesi olarak ifade edilmesinden ziyade yeni bağlantılar ya da bağlantısızlıklarla yeni bir duruma işaret eder. Diğer bir ifadeyle sömürge sonrası dönem, bir yandan, sömürgeci güçlere karşı direnişin büyük tarihsel başarılarını işaret eder; öte yandan, paradoksal bir biçimde, pek çok temel iktidar yapısının hâlâ var olduğu bir sonraki dönemi anlatır.
Bu bağlamda postkolonyalizmin kökenlerinin sömürgeci işgale ve emperyalist denetime karşı tarihsel bir sorgulama bir direniş sergilediği görülür. Bununla birlikte direnişin başarısı, bu hakimiyetin dayandığı sistemlerin siyasi ve kavramsal yapılarına köklü bir meydan okumanın yolunu açmaktadır. Tarihsel olarak postkolonyal teori farklı eksenlerden hareket etmektedir. Bu eksenlerin doğurduğu teoriler, bazı araştırmacı ve yazarların literatürdeki pek çok kavram, fikir ve söylemi revize etmelerine ve genişleterek eleştirmelerine sebep olmuştur. Özellikle W. Edward Said ve Oryantalizm Çalışmaları, Homi K. Bhabha’nın Melezleşme ve Üçüncü Alan Kavramları, Frantz Fanon ve onun Psikanalitik Belirlemeleri, Gayatri Chakravorty Spivak ve Madun Çalışmaları temel örneklerden birkaçıdır. Yine J. Derrida’nın yapısöküm yöntemi, Michel Foucault’nun iktidar söylemi, gibi “özel adlar” bu konuda gündeme gelen önemli çalışmalardır.
R. Yung bu tarz söz konusu postkolonyal teorileri, “on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların ulusal kurtuluş hareketleri tarafından benimsenen devrimci Marksizim’in meyveleri” (Yung, 2016: 82) olarak görür. Bunu 1950'ler, 1960'lar ve 1970'lerdeki özgürlük hareketlerinin, üç kıtaya yönelik ekonomik ve kültürel eleştirilerin ve geçmişteki ve günümüzdeki zorunlu ve gönüllü göçün başarısının, siyasi ve kültürel bir sonucu olarak değerlendirir. Fakat Yung’a göre bu durum “yalnızca kendi betimledikleri baskıcı rejim ve pratiklerle eleştirel bir ilişki kuran “sömürgecilik”, “emperyalizm” ve “yeni-sömürgecilik” kavramlarının aksine postkolonyalizm, bir yandan uluslararası toplumsal adaleti sağlamaya yönelik siyasi ülkelere muhalefet eder; bir yandan da muhalefet ettiği bu ülkelere gönülden bağlıdır” (Yung, 2016:78).
Bu yorumlamadan yola çıkarsak, postkolonyal edebiyatı da iki gruba ayırabiliriz: Bunlardan ilki ve daha dar olanı, eski kolonilerin bir yerlisi tarafından yazılan ve kolonyal deneyimden bahseden herhangi bir metindir. İkincisi ve daha geniş olanıysa, sömürgeciliği ve metropol-sömürge ilişkilerini çeşitli şekillerde araştıran diğer bir metindir. İlk grubun içine esas olarak Hindistan, Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya'dan yazarların yazdığı metinler girerse de ikinci gruba metropolleri kendi gözlemleriyle keşfeden ve hangi kolonyal mekanizmaların işlevsellik gösterdiğini anlamaya çalışan yazarların metinleri girer.
Söz konusu metinler, genel ya da kısmi olarak insanların kimliğini, sömürgeciliğin modern ve küresel bir sorun olduğunu incelemektedir. Yani bu eserler her zaman sömürge geçmişinden bahsetmezler, ancak insanın kendisini ve kültürlerin etkileşimini keşfetme çabası sergilemektedirler. Dünya çapında bu tarz eserler veren yazarlar ve şairler arasında Derek Walcott, J. M. Coetzze, Kazuo Ishiguro ve Abdulrazak Gurnah zikredilebilir. Bu yazarların dünya edebiyatına katkılarından dolayı Nobel Ödülü’ne layık görüldüklerini dikkate alırsak, edebiyat dünyasında madunların konuşabileceklerine dair küçücük bir fırsat varsa, onun da yazı olduğu kanaati bizde oluşur.
Tarihsel süreçte XX. yy birincil anti-emperyalizm siyaseti haline gelmiş ve daha sonra eski, hem sömürge karşıtı hem de sömürgeci kılıfına bürünmüş Sovyet Yönetim Sisteminin (Yung, 2016: 168) dağılmasıyla, Orta Asya topraklarında da ezilmiş halkların derdini anlatan birçok yazının kaleme alındığını ifade edebiliriz. Bu eserler düşünce yazarları dâhil şairlerin de ortak ürünü olarak karşımıza çıkar. Bunlardan biri de Sovyet sömürgeciliği döneminde ve sonrasında Kazak Türkleri’nin kültürel ve siyasi konumlaşma sorunlarını ele alan Kazak-Türk yazarı Muhtar Magavin’dir.
Sovyet döneminde edebiyat dünyasına adım atan Muhtar Magavin, Kazakistan’ın bağımsızlık sonrası postkolonyal Kazak edebiyatında önde gelen yazarlardan biridir. Geniş bir alanda eserler vermiş olan Magavin, bir yazar, bilim adamı ve tarihçi olarak Kazak tarihine, diline, edebiyatına ve maneviyatına ciddi katkılar sunar. Özellikle Sovyet ideolojisinin baskınlığına rağmen eserleriyle milli değerleri ön plana çıkarmayı başaran, milli ruhu canlandıran ve milli kimliğin korunması için mücadele eden bir düşünürdür. Kazakistan’ın bağımsızlığının ilk yıllarından itibaren bugüne kadar Kazak edebiyatını yeni bir milat noktasına yükselttiği görülmektedir. Kendini bildi bileli zihninde ve yüreğinde taşıdığı milli değerleri, daha sonraki yıllarda hayatı boyunca sürecek olan uzun ve kapsamlı araştırmalar sayesinde elde ettiği tarihî gerçeklerle yoğurarak edebiyata ve bilim dünyasına aktarır (G. Ospanova, 2021:299).
Kazak dünyasının ilmi faaliyetlerinde büyük bir yankı uyandırdığı görülen “Alasapıran”* romanı, Kazak Sovyet edebiyatının en eski tarihi ayrıntılarını işleyen ilk romanlarından biridir. Yazarın “Qazaq Tarixınıŋ Älippesi”*, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla yeniden değerlendirilen ulusal tarih üzerine seçkin bir el kitabıdır. “Kıpçak Aruvı”*, “Kesik Bas - Tiri Tulıp”* ve “Jarmaq”* adlı eserlerinin de modern kazak düzyazısına yeni bir soluk getirdiği görülür. Muhtar Magavin, eserleri ve düşünceleriyle ilim ve edebiyat çevresini ve tüm Kazak okurlarını derinden etkilemiş efsane bir şahsiyettir. Yazar, aynı zamanda yurtdışında yaşayan Kazak göçmen edebiyatının güçlü bir temsilcisi sayılmaktadır.
Makalemizin araştırma konusu olarak yazarın 2007 yılında Prag'da yayınlanan “Jarmaq” adlı romanını ele almayı düşünmekteyiz. “Jarmaq” kavramını Türkiye Türkçesine çevirdiğimizde, bölünme ve parçalanma olarak ifade edebileceğimizi belirtmek isteriz. Bu kavram bize 2007 yılında Man Booker Uluslararası Ödülünü kazanan Nijeryalı postkolonyal yazar Chinua Achebe’n “Parçalanma” romanını çağrıştırmaktadır. Fakat adı aynı olsa da kolonyalizm ve kolonyalizm sonrası her iki eserde de farklı şekillerde anlatılmaktadır.
“Jarmaq” romanının anlatım tarzı Kazak edebiyatı için yeni olsa da dünya edebiyatında ele alınmış bir yaklaşımdır. Özellikle Hermann Hesse'nin “Bozkır kurdu” romanı veya Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanında da benzer anlatım tarzının mevcut olduğu görülmektedir. Bu eserler gibi “Jarmaq” romanında da anlatıcı giriş bölümünde ele alacağı metni vefat etmiş bir arkadaşından aldığını söyler. Eseri arkadaşının adıyla basmak için birçok güçlükle karşılaştığını, karşısına çıkan engelleri kaldıramadığından dolayı da, eseri kendi ismiyle yayınlamaya karar verdiğini belirtir. Ancak biz bu yazımızda yazarın üslubundan daha çok eserdeki karakterler üzerinden minyatür okuma şekliyle madunun postkolonyal sancı sürecini inceleyeceğiz.
Sovyetler Birliği ideolojisi içinde yazılan ve toplumcu gerçekçiliği işleyen eserlerin ardından, bağımsız Kazak nesrinde yeni bir yaklaşım olarak “Jarmaq” romanı eleştirmenler ve yazarlar tarafından çeşitli yönlerden incelenmiştir. Bu romanın aynı zamanda da kazak toplumunda ciddi bir ilgi uyandırdığı söylenebilir. Elbette, tüm araştırmaların kendi düzeyinde eserin içeriğini ve anlamını ortaya çıkarmada büyük rol oynadığı dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda bu romanın “postkolonyalizm” açısından da ele alınmaya layık olduğunu ifade edebiliriz.
“Jarmaq” Romanında Postkolonyalizm
Genel bir bakış açısıyla sömürge sonrası edebiyat kategorisine, bağımsızlıktan sonra yazılan birçok eseri dâhil etsek dahi, ele aldığımız bu eserin farklı özellikleri vardır. Sözü edilen eser, postkolonyal kimliğin ikiye parçalanması konusunu işler. Nasıl ki eserin anlatım tarzı bizim için yeni değilse, roman kahramanının ikiye bölünmesi de yeni değildir. Çünkü dünya edebiyatında Edgar Poe'nun “William Wilson”, Fyodor Dostoyevski'nin “Öteki”, Jose Saramago'nun “Kopyalanmış Adam” adlı eserleri ve hatta eserinde 24 çeşit kimliği ele almış Daniel Keyes'in Billy Milliganı’nın da bu kategoride eser verdikleri söylenebilir. Fakat bizim dikkatimizi çeken sorun, kimliğin parçalanması değil, kolonide kimliğini oluşturan madunun arafta kalmasıdır. Frantz Fanon'un tabiriyle söyleyecek olursak, postkolonyal nevroz denilen şey de tam olarak budur.
Marx’tan esinlenerek, “Bütün proletaryalar birleşin” diye Avrupa'nın sömürgeciliğine meydan okuyan anti-emperyalist devlet, zamanla hakiki bir sömürgeci devlete dönüşerek, ulusal kimliği ve ulusal dili bir kenara iterek, “İşçilerin ülkesi yoktur. Biz onların sahip olmadıkları bir şeyi alamayız” (Marx ve Engels, 1952: 71) diyen Sovyet Birliği’nin sureti ve sireti “Jarmaq” romanında net olarak ele alınmaktadır. Franz Fanon’un çalışmasında ezen ve ezilenleri beyaz/siyah olarak ikiye ayırdığı gibi Sovyetler Birliği'ndeki insanları Sovyet ve Sovyet olmayanlar olarak iki kategoride sınıflandırabiliriz. Genel bir kabul haline gelmiş bu durum, Fanon’un “ırkı beyazlaştırmak, ırkı kurtarmak” (Frantz Fanon, 2022: 41) ifadesiyle örtüşmektedir. Aynı sürecin “Jarmaq” romanında da işlendiğini görebiliriz. Çünkü söz konusu eserde de roman kahramanının kendini kurtarmak için “ırkını beyazlaştırmayı”, daha doğru bir ifadeyle kendi komplekslerinden kurtarmayı amaçladığını söyleyebiliriz.
Bu nedenle şimdiye kadar edebiyatçılar “Jarmaq” romanında Murat'ı, yani romanın ana karakterini bir özne bir ben olarak ele alırken, onun parçası Marat'ı öteki olarak incelemişlerdir. Fakat biz bu ayrımı Spivak'ın “Madun konuşabilir mi” sorusu etrafında sorgularsak, özne ve öteki ayırımına dair bir şüpheye yöneliriz. Sömürülmüş bir madun, yani Murat konuşabilir mi, özne olabilir mi? diye bir soruyla da bu sorunu cevaplamaya çalışırız.
Bu durumda Murat, Murat haliyle özne değildir, aynı zamanda özne olarak da konuşamaz. Çünkü Chibber’in söylediği gibi “sömürgeleştirilmiş madun belli bir kuramsal yönelimin işaretçisi, sömürgecilik ya da imparatorluk tarihi ya da hatta genel olarak siyaset analizine olan bir yaklaşımı tarif eden bir sıfattır (Vivek Chibber, 2016:20). Dolayısıyla özne kendi özneliğinin değil, sıfatlarının mahkûmudur. Yani Spivak’ın dediği gibi “özne geri dönüşü olmayan bir şekilde heterojendir” (Gayatri Chakravorty Spivak, 2020:50). Genel anlamda madunun ses çıkarmamasının sebebi dilsiz olması değildir. Özne’nin özne oluşunu belirleyen, hiyerarşik olarak aşağı derecede bulunanın buyruk altında olmasıdır. Bu yüzden madun konumundaki özne, “emir veren değil, emir alandır” (Spivak, 2022: 19).
Madun olarak Murat bireyselliğini kurtarmak ve kimlik kazanmak için Marat ile yani toplum içinde asimile olmuş zengin bir kişiyle parçalanmak zorundadır. Başka bir karakter olarak sahneye çıkmak istemektedir. Bu psikolojik çıkmaz sosyolojik açıdan da bir benzerlik arz eder. Çünkü yazarın yaşadığı coğrafyadaki Sovyet kolonyalından çıkmış bir toplumun, hüküm sahibi olabilmesi için maddi bir güç elde etmesi gerekmektedir. Roman karakteri Marat’ın ifadesiyle, “sömürge ülkenin egemenliği, maddi bir kazançtır, sadece bireylerin servet elde etmesine hizmet eden bir yapıdır” (Muhtar Magavin, 2007: 68). Yine roman kahramanlarından diğeri olan Murat açısından ise kendisi “…gibi zavallı Muratlar değil, büyük ve ulu Muratlar bile o zamanlar dilenci ve fakir durumdadır” (Muhtar Magavin, 2007: 49).
Sömürülmüş, ötekileşmiş, “dilenci ve fakir” Murat arafta kalmış bir toplumda asla bir özne, yani kendi olmayacaktır. Murat’ın bu durumda kendisini bulması için Marat olması gerekecektir. Daha doğrusu, Murat, yani madun kendini ifade edebilmek için Marat ile parçalanacaktır. Romanın geneline bakacak olursak, Kazak tarihi üzerine yaptığı tezini yazmak için izin alamayan ve birçok engelle karşılaşan Murat, sevgilisiyle, kayınpederinin yanına, köye gitmeye karar verir. Kayınpederi zengin ve müreffehtir. Gitmek ve gitmemek arasında kararsız kalan Murat, giderse özneleşeceğini umut etmektedir. Gitmezse genel kanaate göre mevcut durumundan kurtulamaz ve ötekileşir. Bu açıdan maduniyet her zaman bir sınırda, yani özne olmakla olmamak arasında bir durumdur. Madun bilinci deneysel, parçalanmış ve çelişkilidir.
Romanın akışında Murat kimlik kazanmak için bir tercih yapmak zorundadır. Ya kendi olarak kalacak ya da egemen anlayışa uyum sağlayabilmek için yeni bir kimliğe bürünecektir. Bu kimliği kazandıracak olan ise zengin sevgilisinin yaşadığı bölgeye gitmesi ve kendini ispat etmesidir. Çünkü zengin olmak genel kabul gibi, onun açısından da özne olarak bir kimlik sahibi olmaktır. Bu yönde karar alır. Fakat sabah uyuyakalır ve trenini kaçırır. Uyandığında sevgilisinin köye gittiğini öğrenir. Öğrendiğine göre sevgilisi de yalnız gitmemiştir. Murat'ın diğer yönü, yani kimlik kazanmak isteyen Marat'la birlikte yola koyulmuştur. Marat’ın gidişini Deleuzeyen tabiriyle betimlersek, kahramanın “yerini-yurdunu içten patlatıp, başka yere giderek, kendini yadsıyarak, kendi kendini yersizyurtsuzlaştırmıştır” (Deleuze ve Guattari, 1990: 29).
Bundan sonrasında uyuya kalmış olan Murat artık bir karakter olmaktan çıkar. Ancak Marat'ın vicdanında bir yer bulabilir ve tekrar bir anlam kazanabilir. Olayın aslını irdelersek, gerçekten Murat uyumamış, sevgilisiyle köye gitmiş, fakat kendi olarak değil, Marat olarak gitmiştir. Murat’ı ise tam ifadesiyle mağdur madun olarak geride bırakmıştır. Bundan sonrasında artık Marat, yani kimlik kazandırdığı birey özneleşmiştir. Özne olmaktan çıkan Murat ise madun ve öteki haline gelmiştir.
Kendisini Marat’ın düğünde bulan ötekileşmiş Murat, yeni bir kimlik verdiği özne olarak, Marat’ı şöyle tasvir eder:
…Bugünkü Marat, iki üç yıl önce başım belada değilken, fakirliğe düşmeden önceki benim halimdir. Saçları ve kaşları siyahtır. Yüzünde muhtemelen kırışıklık yoktur. Benim gibi sıska değil, bazı insanlar gibi buruşuk değil, şişman değil ama çakmaktaşı etli bir at gibi mutlu görünmektedir (Muhtar Magavin, 2007:15).
Romanın ilerleyen safhasında varlıklı ve özne Marat ile öteki Murat’ın buluştuğunu görürüz. Buluşmadan önce elbette Murat'ın sesini çıkarmasını engelleyen toplumdaki birçok entelektüelin varlığına şahit oluruz. Hatta Murat’ı birçok noktada eleştirdiklerini de öğreniriz. Spivak’ın “Madun Konuşabilir mi?” adlı eserinde belirttiği gibi, madunun konuşamamasının önündeki en büyük engel aydınlardır. Ona göre, aydınlar (entelektüeller) hiçbir zaman kendilerini madunla eşit görmemektedirler. Madunlardan çok uzakta, yukarıda ve daha yüksektedirler. Hatta entelektüeller madunla ilgili bilgilere, araştırmaları sonucunda değil, daha çok kendilerine farklı kaynaklardan aktarılan bilgilerle, madunu ‘değerlendirirler’ (Gayatri Chakravorty Spivak, 2020: 44-51). Bu düşünceyi biraz genişletirsek sözü edilen ‘değerlendirmenin’ sadece entelektüeller için değil, kendini madundan bir kat üstün gören tüm insanlar için geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Spivak’a göre, “Çoğullaştırılmış "özne-etkileri" teorisi, özne hükümranlığını sarsıyormuş yanılsaması yaratmakta, bunu yaparken de çoğu zaman bu bilgi öznesine bir kılıf sağlamaktadır. Özne olarak Avrupa’nın tarihi, Batı’nın hukuku, ekonomi-politiği ve ideolojisi tarafından üretilmiş bir anlatı olmasına rağmen, bu gizlenmiş Özne sanki “hiçbir jeopolitik belirlenimi yokmuş” gibi davranmaktadır. Bu yüzden, hükümran öznenin o meşhur eleştirisi aslında bir Özneyi resmen göreve başlatmaktadır” (Gayatri Chakravorty Spivak, 2020: 17).
Spivak tarafından eleştirilen entelektüellerin tavrı Muhtar Magavin’in de romanında önemli bir alan işgal eder. Hatta romanının basılması ile ilgili yaşadığı sorunlar üzerine yoğunlaşarak konuyu ele aldığı görülür. Romanın basılmasında birçok engelle karşılaşması ve madun Murat’ın eserleri ve makaleleri üzerinde yazılmış şikâyetlerden yola çıkarak, madunun konuşamamasının ve varlığının önündeki en büyük engelin entelektüeller olduğunu onun anlatımından çıkarabiliriz. Madundan bir kat üstün olan ‘şairler’, ‘yazarlar’, ‘sanatçılar’ da bu denklemin içine dâhil edilebilir. Çünkü onlar da madunları bir kalabalık, bir yığın olarak bilirler ve kendilerini tırnak içinde eğitimli görürler. Yaşam tarzları veya yaşamak istedikleri tarz elittir, fakat konuşmalarında o elitist yaklaşım söz konusu değildir.
Muhtar Magavin’in romanının üzerine biraz daha yoğunlaştığımızda söz konusu engellerin farkında olan Marat, Murat'a yarım kalmış tezi tamamlaması ve Murat değil, Marat olarak yayınlaması için büyük bir miktarda para teklif eder. Murat Marat’ın bu çabasının nedenini sorduğunda, Marat ona bunun gerçekleştirilememiş bir hayal olduğunu söyler. Burada da gördüğümüz gibi klasik incelemede eserin ana karakteri sayılan Murat, sesini duyurabilmek için Marat ile parçalanır ve henüz bitmemiş olan çalışmasını tamamlamak için tezinin üzerine yoğunlaşır. Bu çalışma, Murat’ın kanısına göre, her ikisinin de ortak ürünü olacaktır. Fakat madun olan Murat, özneliğinin sınırındadır. Artık kendi özüne yabancılaşmıştır. Çünkü Spivak’ın tezine göre, madun konuşabilse bile kendisi olarak konuşamaz, bunun yerine genel bir bilinç konuşur. Aslında madunun konuşması bir anlatıdan daha çok bir mırıldanıştır ve özgün bir bireyin konuşması değildir.
Roman karakterlerinden Murat’ın egemen sınıfın kısıtlayıcı etkisinden dolayı tezini tamamlayamadığı görülür. Dolayısıyla tezinden ve hayal ettiği kariyerinden uzak kalmıştır. Kendi özneliğinden vazgeçen Murat’a tamamlanmamış hayalini tamamlaması için para teklif edilmesi ve Murat’ın tezini bitirmek istemesi yaşadığı durum özelinde doğaldır. Çünkü Marat, Murat gibi madun değil, artık bir öznedir. İşin en ilginç yanıysa, bu yorumlardan sonra biz bu eserde Murat adında bir karakterin olmadığını daha net olarak anlarız. Murat sadece dünkü trene geç kalan Marat'ın vicdanıdır. Söz konusu vicdan eserin ana karakterini hayattan koparacak kadar güçlü bir iç sestir. Her ne kadar Marat ana karakterden rol çalmış olsa da, varoluşsal açıdan bütünüyle Murat’a bağlıdır. Fakat Murat ilerleyen süreçte yaşamına son vererek mevcut durumdan kurtulmayı hedeflemiştir. Yaşanan bu olay özneleşmiş karakteri çıkmaza sokan kabullerin sonlandırılmasına yöneliktir. Yani kahraman açısından hedef, sadece kendisi yok etmek değil, parçalanmış kısmını da yok etmektir. Eserde kendini kurtardığını zanneden karakter Marat gibi gözükse de, sonuçta onun varlığa da Murat’ın varlığıyla son bulacaktır. Bu ise Marat’ta postkolonyal bir nevroz oluşturur ki, bu da onu ıstıraba iter. Jean Baudrillard’in deyimiyle orijinalden kaçış ve kopyadaki mutluluk budur ve özneleşmiş kopya (Marat) hakikati gizleyen simülakr değildir. Çünkü burada hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Artık simülakr, yani Marat hakikatin kendisi olmuştur (Jean Baudrillard, 2011: 13).
Kurtarılan Marat ile trene geç kalan Murat'ı tek bir şey ayırır, o da romanda karakterize edilen sevginin sembolü olan Baljan isimli kadındır. Murat için bu sevgili hayalinin merkezindedir, hatta yakın bir tarihte evlilik planları yapmaktadır. “Tek bir anda, tek bir gün içinde, yarım saat içinde kaybolan ve o zamandan beri, hayatımın geri kalanında aklımda olan bir ızdırabım, yüzünden nur saçan Baljan’ım...” (Muhtar Magavin, 2007: 14) diye hitap etmesinden bu anlaşılmaktadır. Frantz Fanon, Germaine Guex “Terk Edilme Nevrozu” adlı çalışmasından hareketle yukarıda sözü edilen sorunu tanımlamaya çalışır. Guex’un “Ortodoks yaşam tarzını tanımladığı Oidipus-sonrası dönemdeki gerçek çalışmaların karşısına adına terk edilme nevrozu denen, Oidipus-öncesi bir nevrozu koyduğu görülmektedir. Bu nevrozun bütün belirtileri her türlü terk edilişin uyandırdığı kaygıdan, onun doğurduğu saldırganlıktan ve bundan dolayı kişinin kendini değersiz bulmasından oluşan sacayağının üstünde yükselmektedir” (Fanon, 2022: 60).
Örneğin, Murat çok çalışkan ve çok okur bir kişiliğe sahiptir. Hatta tarihi bir konuda doktora tezi yazmaktadır. G. Guex’ e göre, kendi kendinin tutsağı olan ve her şeye mesafeli duran olumsuz-saldırgan kişi yitirmeyi sürdürdüğü ya da edilginliği yüzünden elinden kaçırdığı şeylerle tesellisi imkânsız duygusunu daha da şiddetlendirir. Bu nedenle entelektüel yaşam ya da mesleği gibi özel alanları bir kenara koyarsak, derin bir değersizlik duygusu taşır” demektedir (Fanon, 2022: 64-64). Dolayısıyla “sonunda terk edilme korkusu yaşayan kişi terk eder” (Frantz Fanon, 2016: 64) fikrinin Murat’ta oluştuğunu görebiliriz. Romanda da görüldüğü gibi, sonunda terk edilme korkusunu yaşayan Murat, Baljan’ı, Marat’a terk ederek, kendince postkolonyal toplumda ayakta durmayı başarmaya çalışır. Biz bu romanda bir karakterin ikiye bölündüğünü, terk edildiğini ancak Baljan aracılığıyla biliriz, hatta Baljan aracılığıyla Murat ve Marat bile kendilerini farklı iki kişi gibi hissederler. Romanda “Yarım bir insan gibiyim, bütün değil. Eskisi gibi. Baljan’ı ilk kaybettiğim zamanki gibi” (Muhtar Magavin, 2007:37) ifadesinde bulunan Murat’ın, kendini ötekileştirmekle birlikte, kendini tamamlanmamış bir insan olarak formüle ettiğini anlayabiliriz.
Romanda Murat karakterinin ifadesiyle “Buldum! Baljan'ın kaybolduğu gün ikiye ayrılmışız” (Muhtar Magavin, 2007:21) cümlesi bize bütün bir romanın dönüm noktasını gösterir. Romanın adının “Jarmaq” (Parçalanma) olmasının sebebi de kanaatimizce budur. Söz konusu durumu hesaba kattığımızda; metin, bir makine olarak gösterilen Baljan’ın üzerinden işlenmeye devam eder. Baljan her iki kahramanın da ortak sevgilisi olarak işlenir. Metnin akışında Baljan ile ilgili diyalog şu şekilde gerçekleşir:
Murat, “İlk kez Baljan’ın yüzünü ben açtım, benim!”.
Marat, “Boş laftır”, “Sen değil, ben”.
Murat, “HAYIR. İlk ben açtım. Ondan sonra aldatan ve kaçıran sensin.
Marat, “Tamam, tamam” dedi gülerek.
“Çalmadım, aldatmadım, söz verdiğim sevgilimle evlendim…”
(Muhtar Magavin, 2007:71) demektedir.
Deleuzeyen tabirle yukarıdaki diyaloğu yorumlayacak olursak, Murat’ın önce yersiz-yurtsuzlaştırılıp, sonra yeni ve farklı kimlikle yerli-yurtlu hale getirilerek, Oidipuslaştırılmış bir karakter olduğu görülür. Fakat Murat’ın Marat ile yeniden-Oidipuslaştırılması metnin bittiğinin işareti değildir. Aksine, burada oluşları süreklileştiren kimliksizleştirme, sonsuz bir döngüye evrilme vardır. Murat Marat’ı kaçmaya zorlayarak ona bir yersiz-yurtsuzlaşma dayatır. Bununla birlikte Marat Murat’a bu durumdan çıkış ve kaçış yolları göstermekten de geri kalmaz. Marat’ın Murat’a sunduğu bu kaçiş yollarında da aslında yersiz-yurtsuzlaşma çizgisi bulunmaktadır. İşte “bu iki yersizyurtsuzlaşmanın her biri diğerine içkindir, her biri diğerini hızlandırır ve bir eşikten aşırtır” (Deleuze ve Guattari, 2000: 53).
Burada madunun yani Murat'ın Marat ile parçalanması sistematiğini incelemek için Frantz Fanon'un “Siyah Deri Beyaz Maske” adlı eserine başvurursak, Fanon’un eserinin bir bölümünde “Koyu Tenli Adam ve Beyaz Kadın’ın” psikokolonyal nevrozu tanımlamak için Rene Maran'ın “Diğerleri gibi bir adam” (Un homme pareil aux autres) adlı romanını örnek olarak ele aldığını görürüz. “Un homme pareil aux autres” romanın karakteri Jean Veneuse siyah bir adam, dolaysıyla zencidir. Antil kökenli, fakat uzun süredir Bordeaux’da yaşamaktadır. Bu onun bir Avrupalı olduğunu ispatlamaktadır. Fakat Jean Veneuse ne kadar Avrupalı olsa bile, bir zencidir. Dolayısıyla bu durum bize postkolonyal nevroz kavramını daha anlaşılır hale getirir. Jean Veneuse tam olarak nereye ait olduğunu anlamaz ya da gerçekten hiçbir yere ait değildir. Çünkü soyut ve somutsal anlamda da sömürülmüş bir siyahi toplumun asıl amacı, beyazlaşmaktır. Dolayısıyla beyaz olarak kendisini kurtarmaktır. Jean Veneuse sanki kendisini siyahilikten kurtarmış ve sömürülmüş topluma ait değilmiş gibi görür. Fakat tam manasıyla beyazlaşabilmiş midir?! Hayır. Uzun süredir Avrupa’da yaşasa bile kendisini beyaz topluma sokamamıştır.
Bu nedenle kendi ırkı da, beyazlar da Jean Veneuse’yu anlayamazlar. Bizim ele aldığımız roman karakteri Murat ise tıpkı Veneuse gibi asosyal, toplumla düzgün bir ilişki kuramayan, sadece kitapları ve yazılarına sığınan bir kişiliktir. Veneuse de kolayca gün ışığına çıkmayan, yatılı bir lisede okuyan, hiçbir yere gidemediği için tatillerde bile okulda kalmak zorunda olan bir karakterdir. İki (makinesel) kuvvetin, yani ırkı ve yaşadığı toplumun birbirini kimliksizleştirmesi ve birbirinin sınırını aşmasının imgelenmesi yersiz-yurtsuzlaşmanın temel nedenini oluşturur. Yani Murat ve Veneuse’nin kendi köşelerine çekilerek kitaplarla arkadaş olması postkolonyal nevrozun etkisinden başka bir şey değildir. Topluma karışamadığı, sesini çıkaramadığı, yeterince ilgi çekmeyi başaramadığı için, Murat ve Veneuse içine kapanmış bireyler olarak kendini anlayabilecek, belki de hayatta olmayan roman yazarlarıyla ‘dost’ olmakla yetinmişlerdir. Fakat burada ne Veneuse, ne de Murat özne değildir. Bir bakıma sessiz çığlık gibidirler. Belli bir toplumun mensubu olabilmek için her iki karakter de aynı yolu seçmektedir. Seçimlerini belirleyen etken özneliklerini koruma güdüsüdür. Murat Baljan, Veneuse de Mariella aracılığıyla kendi özneliklerini garanti altına almaktadırlar.
Rene Maran’ın romanında bu durum şu ifadelerle tasvir edilir: “Clarisse’i seviyorum, Madam Coulanges’i seviyorum… Asıl Andree Marielle’i seviyorum. Yalnızca onu, başkasını değil…” (Fanon, 2022:56). Veneuse için bütün kadınlar aynıdır. Fakat Veneuse’nin asıl sevdiği metinden anlaşıldığı kadarıyla başka bir karakterdir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Marielli’nin beyaz olmasıdır. Veneuse’n ise “…tek bir olanağı, tek bir tasası vardır: beyazlaşmak” (Fanon, 2022:46).
Romanın akışında Veneuse Marielle’yi ne kadar sevse bile, bilinçaltında “ırkı beyazlaştırmak, ırkı kurtarmak” (Fanon, 2022:41) fikri yatmaktadır. Murat'ın hikayesi her ne kadar Veneuse karakteriyle farklılık arz etse de her iki romanda da kahramanların benzer varoluş kaygısı taşıdıklarını söylememiz mümkündür. Çünkü Murat’ın sevgilisi Baljan da ekonomik açıdan farklı bir sınıfa mensuptur. Murat’ın ailesinin aksine zengin bir kişinin kızıdır. Baljan’ın babası Rusça ifadesiyle potrebsoyuz, yani ilçe tüketim derneğinin başkanıdır.
René Maran ve Magavin'in eserlerinde görülen farklılık, Baljan ve Marielli'ye ulaşan Murat ve Veneuse’n karşılaştığı olayların farklı iki yönde gelişmesidir. Örneğin, yukarıda bahsettiğimiz gibi Veneuse’nın evlendiği Mariella beyaz tenli bir kadındır. Onu sevmesi, kendini ona eşit görmesi ve onunla evlenmeye çalışması, Veneuse’nin psikolojik bir travma yaşadığını göstermektedir. Maran’ın romanının akışında görülen diyalog “Yanlış! Yalnızca bir zenci gibi görünüyorsun. Bununla birlikte, bir Avrupalı gibi görünüyorsun. Dolayısıyla bir Avrupalı gibi sevmen de doğal” (Fanon, 2022: 57) cümlesi, Veneuse’n yaşadığı travmanın bir kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Muhtar Magavin’in eserinde Murat ve Marat karakterleri üzerinden yola çıkarsak, aynı travmanın işlendiğini söyleyebiliriz. Özellikle Sovyet toplumundaki Homo Sovieticus kavramı da Magavin’e göre, söz konusu travmaların tetikleyicilerinden birisidir. Bu durumu Michel Heller’in tezi de desteklemektedir. M. Heller, bu terimin, Marksist sosyal deneyin başarısı nedeniyle insan evriminin bir sonraki seviyesini tanımlamak için icat edildiğini savunmuştur (Heller, 1974: 27). Heller’in tanımlamasından yola çıkarak, “…yalnızca bir Kazak gibi görünebilirsin, fakat sen Sovyet adamısın” diye Rene Maran’ın cümlesini değiştirebiliriz. Her iki romanda da işlendiği üzere kahramanların kendi kimlikleri üzerinden kendilerini tanımlamak yerine ötekileşerek var olma çabaları bunun bir göstergesidir. Özellikle Baljan ve Marielli'den önceki olaylar, kararlar ve kahramanların kendilerini kurtarma eylemleri, Murat ve Veneuse’n yaşadığı postkolonyal nevroz bunun tipik bir örneği olabilir. Çünkü onlar bir şekilde hayatta kalmak ve bir şekilde bulundukları konumdan kurtulmak veya kurtarılmak tasasını sürekli yaşamaktadırlar.
Tekrar Muhtar Magavin’in eserine dönecek olursak, Murat’ın adeta haykırırcasına “Buldum. Baljan'ı kaybettiğim gün ikiye ayrılmışız” cümlesi, kurtarıcı sıfatındaki Baljan’ı kaybeden Murat, yani madun ve Baljan'la birlikte giden kurtarılan Marat arasındaki fark, siyah ve beyaz gibidir. Aslında ikisi de aynı kişidir. Sadece ikisini ayıran Baljan’ın sayesinde kurtarılmak ya da kurtarılmamaktır. Baljan’la birlikte trene binen kişiyle ilgili romanda geçen “Marat köye, köy iken, doğduğu yere değil, kayınpederinin yanına, bu bölgeye, bu mahalleye gelmiştir. Buradaki toplum genci, çekinmeden yanlarına almıştır” (Muhtar Magavin, 2007: 17) cümlesi kahramanın maduniyetten nasıl kurtulduğunu bize gösterir. Madun bu eylemiyle ve kayınpederi sayesinde madun kılıfından sıyrılır ve ses çıkarabilecek özneliğe kavuşur. Tıpkı Marielle’nin Veneuse’ye özneliği kazandırdığı gibi Murat’ı da özne (Marat) haline getiren Baljan’dır. Bunu Murat'ın Marat'a söylediği şu ifadelerden anlamamız mümkündür: “Senin bütün servetinin temelini kim attı? Kayınpederin. Baljan'ın babası, yani Baljan’ın kendisidir” (Muhtar Magavin, 2007: 77). Bu nedenle Baljan sayesinde özne olan Murat değil, farklı bir kimliğe bürünen Marat'tır.
Yukarıda ifade edildiği gibi artık özne Marat’tır. Murat ise sömürülmüş bir ötekidir. Çünkü Murat hala madundur. Aynı zamanda özneliğini başkalaşarak elde eden Marat’ın fikirleri de Murat’tan çok farklıdır. Dahası milli kimliğini dahi umursamaz hale gelmiştir. Sadece kendisinin iyiliğini düşünen, ihtiyaçlarını kaygısızca karşılayan maddi endişelerden kurtulmuş bir karakterdir. Romandan hareketle örnekleyecek olursak, Murat’a göre Marat için artık “milli çıkarlar, milli idealler, neslin geleceği…” vb. “boş laftır, kül değilse kül olsunlar. Sadece kendi çıkarları ve idealleri vardır...” gelecek artık belirgindir. “Parlak ve nurludur. Alnına yazılmış olan kaygısız hayattır” (Muhtar Magavin, 2007: 15). Marat dediği kişinin artık kendisi olduğunu kabul etmektedir. Murat açısından mevcut durum kimlik bunalımından başka bir şey değildir. Bunu da, “O zaman ben dediğim. …kimdir?”, “o benim. Ben kimim?” (Muhtar Magavin, 2007: 15) ifadelerinden anlayabiliriz.
Yukarıdaki ifadeler Murat’ın adeta vicdanının sesi gibidir. Yani postkolonyal açıdan yeni bir kimlik kazanılmış olsa da, vicdan mukayesesinden kurtulamayan bir birey karşımıza çıkar. Başka bir formda gerçekleşen Marat’ın fikrini dikkate alırsak, “dünyanın kaderini ahlaki ilkeler değil ‘cüzdan’ belirler. Bütün hayat para içindir. Tüm insanlık tarihi paranın, yani maddi zenginlik mücadelesinin tarihidir. Manevi ihtiyaç, ideolojik ideal denen her şey saçmalıktır. Bireysel özgürlük ve kamusal özgürlük ancak para sayesinde gerçekleşebilecek şeylerdir” (Muhtar Magavin, 2007: 67).
Fakat her şeyi para olarak algılayan Marat’ı Murat’a bağlayan bir şey vardır; o da Marat’ın kendine yabancılaşmadan önce Murat olarak gerçekleştiremediği hayalidir. Murat’ın ilim yönünden kendini geliştirmek içim başladığı milli arka plana sahip olan doktora çalışmasının Homo Sovieticus statükosuna aykırı geldiğinin farkındadır. Bu statükonun etkisiyle önceleri sesini çıkaramayan Murat, artık Marat olarak entelektüellere meydan okuyabilecektir. Bu ayrılmanın aslında temel sebeplerinden birisi olarak, söz konusu çalışmaya bölgesel aydınların engel olmasını sayabiliriz. Çünkü Murat’ın araştırmak istediği “XII-XIII. yy arasında Horezm ve Deşt-i Kıpçak” isimli tez konusu son derece dikkat çekicidir. Murat’ın Sovyet toplumu içinde özellikle Türk tarihi konusunda araştırma yapmak istemesi Yung’ın da belirttiği gibi “postkolonyal açıdan yürütülen faaliyetlerin birçoğunun merkezinde, arkeolojik bilginin geri kazanılması ve yeniden değerlendirmesi” amacını taşır (Robert Yung, 2016: 8). Bu tür çalışmalar hakim kültür veya sömürgeci toplum açısından sorunludur. Özellikle postkolonyal araştırmalara zemin hazırlar. Çünkü “postkolonyal kuram, sömürgeciliğin kültürel tarihinin siyasal tahlilini gerektirir ve geçmişi bugünün siyasetiyle irtibatlandıracak şekilde sömürgeciliğin hem Batılı hem de trikontinental kültürlerdeki çağımıza taşan etkilerini araştırır” (Robert Yung, 2016: 8).
Murat geçmişine bugünün gözüyle bakmaya çalışan ve kendisinin bulunduğu merkezi arayan bir araştırmacıdır. Özneleşmemiş olarak romanda Murat, “Elbette milyoner olsam da seçtiğim bilimden vazgeçmem. İlişkim daha uzun olacak ve gücüm artacak. Geçiminiz için endişelenmenize gerek yok, kitap yayınlama sorunu kendiliğinden çözülecektir” (Muhtar Magavin, 2007: 19) diyerek, önceki hayalini de gerçekleştirmek ister. Aynı zamanda bu hayaller Marat’a da aittir. Baljan'ın sayesinde kurtarılmış zengin iktisatçı Marat, Murat’a gelir ve tezini kendi adıyla yayınlaması için ona yüklü miktarda para teklif eder. Çünkü kimlik kaybına uğramış olan roman kahramanı Marat için “zengin ve ünlü bir bilim adamı olmak daha iyidir!” (Muhtar Magavin, 2007: 60). Yarım bıraktığı çalışmasını ise “geçmiş bir yaşamın gerçekleşmemiş bir hayali” (Muhtar Magavin, 2007: 60) olarak görür. Bu nedenle Marat’ta Baljan ile evlenmeden önceki akademisyenlik hayatı tamamlamamış bir hayal olarak kalmıştır.
Dolayısıyla biz bu durumu kolay şöhret ve şeref kazanımı olarak değerlendirebiliriz. Fakat bu eksik ve yanlış bir tanımlama olacaktır. Çünkü Marat haliyle özneleşen birey önceki kimliğinden tamamıyla kurtulmak hatta onu yok etmek amacını taşımaktadır. Para karşılığında başka bir esere ismini verdirebileceği halde önceden üzerinde çalıştığı yarım kalmış teze sahip olmak istemektedir. Burada en ilginç olansa, kendi ismiyle tamamlanmış olmasına rağmen bu tezi, yani bin üç yüz kırk sayfayı oluşturan iki ciltli “Tarihte Kıpçaklar” adlı kitabı eline geçerir geçirmez yok etmeyi tercih etmesidir. Her biri beş bin adet basılan iki ciltlik kitabın, Bilimler Akademisi ve Milli Kütüphane‘den bilinmeyen nedenlerle kaybolduğunu öğrenen Murat, “bir hafta geçti, bir ay geçti, fakat kitap söz verdiği gibi hiçbir kitapçıya dağıtılmadı (…)Yani beş bin baskı, beş binin tamamı değil, elimde kalan dört nüsha dışında tüm kitaplar kayıp. Hepsi tamamen kaybolmuştur. Bütün işi bana karşı olan Parçalanmak (Jarmaq)’tan başka ne beklenebilirdi ki” (Magavin, Muhtar, 2007:119) diyerek kırk yıllık emeğinin kaybolmasının sebebinin Marat olduğunu sessizce hisseder. Bu tavrı da değerlendirecek olursak nedenini sorgulamamız ve niçin Marat’ın böyle bir tavır sergilediğini anlamamız gerekmektedir. Marat’a bunu yaptıran eski özneliğinden yani Murat’tan tamamen kurtulmaktır. Çünkü Murat Marat açısından tamamen yok olmalıdır. Eğer Murat öteki halinden özne kılıfına bürünürse Marat özne olmaktan çıkacak ve kazanmış olduğu yeni hayatını kaybetmiş olacaktır. Postkolonyal açıdan Marat kendi hayatını devam ettirmesi için Murat’ın madun olarak kalması gerekmektedir. Çünkü Marat zaten bu kimliğe madunluktan kurtulmak için bürünmüştür.
Sonuç olarak, herkes gibi Marat da Murat’a engel olmaya çalışır. Çünkü madunların ses çıkarmaması ve madun halinde kalması yeni özne açısından faydalıdır. Bu durumun aydınların madunlaştırma politikalarının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Marat'ın tabiriyle söyleyecek olursak, “ben, sen değilim. Sen, ben değilsin. Eskiden birdik ama şimdi iki kişiyiz” (Muhtar Magavin, 2007: 62). Spivak Marat gibileri üç ana gruba ayırır: 1) Egemen yabancı gruplar. 2) Devlet düzeyinde egemen yerli gruplar. 3) Bölgesel ve yerel düzeydeki egemen yerli gruplar (Spivak, 2020:51).
Dolayısıyla Spivak’a göre, “bir bölgede egemen olan bir sınıf ya da unsur… başka bir bölgede egemenlik altında olabilir” (Spivak, 2020:52). Marat’ın madun Murat’ın yazılarını yok etmekteki amacını dikkate alırsak, başka bir bölgede Marat’ın da egemenlik altında olabileceğini görebiliriz. Magavin’in romanında Marat karakteri şöyle bir yaklaşım sergiler:
“Olabildiğim kadar zengin oldum. Şimdi benden daha etkili, daha kuvvetli kaç kişi var, bilir misin? Onlar on kat, yüz kat zengin oldular. Hangisi bu ülkenin özgürlüğü için savaştı? En azından Kazak halkı kendi başına bir ülke olsun diye düşlerinde bile düşünmüşler mi? Afrika'nın zencileri ve Okyanusya'nın vahşilerinin elde ettiği özgürlük ve hürriyet bize de gelsin diye düşündü mü hiç?” (Muhtar Magavin, 2007: 68).
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı üzere Marat kendinden üstün ve daha etkili kişilerden bahsetmektedir. Postkolonyal bir toplumda “başka bir yeni sömürgeci efendi arayan” (Kwame Nkrumah, 1966:9) ve bu arayışlarında da kendi çıkarlarını düşünen zenginler, madunların “hayatındaki yapısal ve maddi koşulları dönüştürmekle kalmaz; aynı zamanda, çok önemli bir birimde, onların epistemolojilerini ve kimliklerini de dönüştürür” (Yung, 2016:76). Dolasıyla postkolonyal toplumda bilgiyi, Murat’ın akademi hayatında olduğu gibi, bir bilgi biçimi olarak benzersiz ve yapıcı kılan şeyin, maddi koşulların, tarihsel koşulların ve melez söylemlerin karışımı ve bunların insanların kimlikleri ve epistemolojileri üzerindeki kültürel etkilerinin bir analizi olarak değerlendirebiliriz.
Magavin’in romanından aldığımız pasaja göre,
“Hay, hay, bağımsızlık diye çok sevindik. Buradayız. Bize gelince, benim gibi “aydın” topluluğu, sıradan bir öğretmenden ünlü bir bilim adamına, sıradan bir gazeteciden ünlü bir yazara kadar binlerce sıradan Kazak'tır. Gözlerimizden yaşlar aktı, sevincimize hâkim olamadık. Halkımız yaşayacak, erkeklerimizin ümidi yazılacak dedik, vatanın hürriyeti milletimizin mutluluğu, hepimizin düğünü, neslimizin aydınlık geleceğidir dedik. Gerçekten de öyle olmalıydı. Olmadı. İlahi olarak gönderilen bağımsızlıktan sonra iktidara gelen – daha doğrusu, önceki yerinde kalan – eski Sovyet parti terminolojisiydi. Sadece hükümetin adı güncellendi. Fakat yönetimde hiç değişiklik olmadı” (Muhtar Magavin, 2007: 48-49).
Marat büyük bir hayal kırıklığı yaşandığını Murat’a anlatmaya çalışır. Fakat bu diyaloğun kahramanı Murat değildir. Bağımsızlık sonrası toplumunda kabul gören genel anlayışa göre, Murat’ın konuşması tutarsızlığından dolayı kabul edilmez. Çünkü o madundur ve ses çıkarmasına izin verilmez. Homi K. Bhabha’nın dediği gibi, özne ve öteki gibi “geçmiş-şimdi, yaşamın nostaljisi değil, zorunluluğu” (Homi K. Bhabha, 2016:51) olarak kabul edilir.
Buradan anlaşılmaktadır ki, sömürge sonrası bir toplum, bir koloniden çıkmasına rağmen, başka bir koloniye teslim olmaya ihtiyaç duymaktadır. Çünkü bir tarafta zengin azınlık, diğer tarafta fakir çoğunluk bulunmaktadır. Sömürge sonrası yeni sömürgeciliğin amacına uygun bir biçimde bu durum “iktisadi egemenliktir, ama onlar faaliyetlerini sadece iktisadi alanla sınırlamazlar. Eski sömürgeciliğin kullandığı din, eğitim, kültür yoluyla nüfuz etmek yöntemine de başvururlar (Kwame Nkrumah, 1966:16). Kolonyalizm açısından bu tavrın farklı bir kavramla ifade edilmesi gerekir. O da neokolonyalizm’dir. Robert Yung neokolonyalizmi postkolonyal çığırın vaziyetini tarif etmek için bu terimin yerli yerinde kullandığını söyler (Robert Yung, 2016: 61).
Dolayısıyla “neokonolyalizm, posktkolonyal devletlerin eski efendilere bağımlı kalmaya devam ettiği ve eski efendilerin de geçmişte sömürgeleştirdikleri devletlere sömürgeci bir tavırla yaklaşmayı sürdürdüğü bir ahvali ve süregiden bir iktisadi hegemonyayı ifade eder” (Robert Yung, 2016: 61). Sürekli zam gelmesi, ekmek parasının artması, bize postkolonyal ülkelerin resmiyette bağımsız olmalarına rağmen, iktisadi yönden bağımlı kalmayı sürdürüyor (Robert Yung, 2016: 68) olduklarını göstermektedir. Böylelikle Murat gibilerden Marat’ın parçalanması ve asıl özneden öznelik halini alması gibi eylemler ortaya çıkmaktadır.
Magavin’in romanında da belirttiği gibi
“sömürgeciliğin zincirleri kırılırsa, özgürlüğe kavuşursak, bilirdik ki milli bilime giden yol açılır. Özgürlük geldi. Meğer hırsızlık ve şiddetin özgürlüğüymüş. Bilimin işe yaramaz ve sen bir öteki olarak betimlendin. Herhangi bir hesapta değilsiniz. Lümpen-proletarya. Sadece siz değil, bilim, edebiyat ve sanatın tüm figürleri. Bugünün kişiliği sözler değil, paranın sesidir. Yani kalın bir kitap değil, kalın bir ceptir” (Muhtar Magavin, 2007: 20) anlayışı arafta kalmış bir toplumda hayata tutunabilmek için başka bir çıkar yol olmadığını göstermektedir.
Magavin’in romanının başkahramanlarından biri Murat gibilerden parçalanmış, hatta ötekileşmiş Marat’ların çıkması neredeyse bir zorunluluktur. Bu noktada Dabaşi’nin belirtiği gibi arafta kalmış toplumların “yarattığı ve paylaştığı kendine özgü kolonyal ve postkolonyal deneyimler açısından dikey ve tarihsel bakımdan aşkın bir eksene yöneliş” (Hamid Dabaşi, 2014: 70) ortaya çıkar. Fakat bu yöneliş aynı zamanda bir serbestleşme ya da özgürleşme coğrafyasının ortaya çıkardığı yatay olarak içkin bir eksene ihtiyaç duymaktadır (Hamid Dabaşi, 2014: 70).
Sonuç
Postkolonyal edebiyat, genellikle bir ülkenin sömürgeden çıkarılmasının sorunlarını ve sonuçlarını, soruları, daha önce özgürlüğü elinden alınan halkların siyasi ve kültürel bağımsızlığına ilişkin fırsatları ve ırkçılık ve sömürgecilik gibi konuları ele alır. XX yy birincil antiemperyalizm siyaseti haline gelmiş ve daha sonra eski hem sömürge karşıtı hem de sömürgeci kılıfına bürünmüş Sovyet Hükümeti’nin (Yung, 2006: 168) dağılmasıyla Orta Asya topraklarından da ezilmiş halkların derdine derman olabilecek birçok yazarlar ve şairler ortaya çıkmıştır. Sovyet sömürge ve sömürge sonrası Kazak Türklerin kültürel ve siyasi konumlaşma sorunlarını ele alan Kazak-Türk yazarı Muhtar Magavin, bağımsızlığın ilk yıllarından itibaren bugüne kadar Kazak edebiyatını yeni bir milat noktasına yükseltmiştir. Yazarın 2007 yılında Prag’da yayınlanmış “Jarmaq” romanı postkolonyalizm açısından oldukça önemli bir eserdir. Kazak toplumunun sömürge sonrası sorunları ve sonuçları, Sovyet Birliği’nin sureti ve sireti edebi bir yazı aracılığıyla tasvir edilmiştir. Dahası sömürgeleştirilmiş madunun sömürge sonrası arafta kalmış bir toplumda hayatla mücadelesi anlatılmaktadır.
Romanın geneline bakacak olursak, Kazak tarihi üzerine yaptığı tezini yazmak için izin alamayan ve birçok engellerle karşılaşan Murat, sevgilisiyle, kayınpederinin yanına, köye gitmeye karar verir. Gitmek ve gitmemek arasında kararsız kalan Murat, giderse kurtarılacağına inanır. Fakat bu aynı zamanda onun ötekileşmesine de sebep olan bir durum haline gelir. Bu bağlamda maduniyet her zaman bir sınırda, yani özne olmakla olmamak arasında bir durumdur. Madun bilinci deneye dayalı, parçalanmış ve çelişkilidir. Neticede Murat sabah uyuyakalır ve trenini kaçırır. Uyandığında sevgilisinin kendisinin diğer parçası olan Marat ile köye gittiğini öğrenir. Sonrasında postkolonyal nevrozdan muzdarip olan Marat, Jean Baudrillard’in deyimiyle orijinalden kaçarak kopyadaki mutluluğa ulaşmıştır. Çünkü özneleşmiş kopya (Marat) hakikati gizleyen simülakr değildir. Çünkü hakikat (Murat), hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr (Marat) hakikatin kendisidir (Jean Baudrillard, 2022: 13). Deleuzeyen tabirle söyleyecek olursak, Murat önce yersiz-yurtsuzlaştırılıp sonra yeniden yerli-yurtlulaştırılarak Oidipuslaştırılmış bir karakterdir. Fakat Murat’ın Marat ile yeniden-Oidipuslaştırılması metnin bittiğinin işareti değildir. Aksine, oluşları süreklileştiren kapmalarla sonsuz bir döngüye evrilme vardır. Murat Marat’ı kaçmaya zorlayarak ona bir yersiz-yurtsuzlaşma dayatır. Fakat aynı şekilde Marat’ın da çıkışlar ve kaçış yolları göstererek Murat’a sunduğu bir yersiz-yurtsuzlaşma çizgisi oluşmaktadır. İşte “bu iki yersizyurtsuzlaşmanın her biri diğerine içkindir, her biri diğerini hızlandırır ve bir eşikten aşırtır” (Deleuze & Guattari, 2000: 53).
Sonuç olarak, postkolonyal bir roman olan “Jarmaq”, edebi yönü dışında sömürge sonrası madunun özne ve ötekileşme niteliğini de taşımaktadır. Muhtar Magavin bu romanıyla, Kazak toplumun sömürgecilik deneyimini ve sonuçlarını Murat ve Marat karakterleri üzerinden işleyerek oluşturduğu çok katmanlı kurgusuyla başarılı bir şekilde tasvir etmektedir. Romanı bu kapsamda ele almamızın sebebi, toplumsal olayların yansıtıldığı postkolonyal bir belge niteliği taşıdığına olan inancımızdan dolayıdır.
TYB Akademi 40, Ocak 2024
Kaynakça
Baudrillard, Jean (2011). Simülakrlar ve Simülasyon (çev. Oğuz Adanır), Doğu Batı Yayınları, Ankara.
Bhabha, Homi K. (2016). Kültürel Konumlanış (çev. Tahir Uluç), İnsan, İstanbul, s.470.
Chibber, Vivek (2016). Post-kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti (çev. Afife Yasemin Yılmaz), İletişim Yayıncılık A. Ş., İstanbul.
Dabaşi, Hamid (2015). Arap Baharı Postkolonyalizmin Sonu (çev. Aslı T. Esen), Sümer, İstanbul.
Deleuze, G., Guattari, F. (1990). Kapitalizm ve Şizofreni, Gözebebilimi İncelemesi (çev. Ali Akay), Bağlam, Ankara.
Deleuze, G., Guattari, F. (2000). Kafka-Minör bir edebiyat için (çev. Ö. Uçkan ve I. Ergüden, Çev.) YKY, İstanbul.
Fanon, Frantz (2022). Siyah Deri Beyaz Maskeler (çev. Orçun Türkay), Metis, İstanbul.
Heller (Geller), Mikhail (1988). Cogs in the Wheel: The Formation of Soviet Man. Alfred A. Knopf, New York.
Magavin, Muhtar (2007). Jarmaq (qaz.), Prag.
Nkrumah, Kwame (1966). Emperyalizmin Son Aşaması Yeni Sömürgecilik (çev. A. Sarıca), Gerçek Yayınevi, İstanbul.
Ospanova, Gülmira (2021). Kazak Yazar Muhtar Magavin’in Hayatı ve Edebî Kişiliği. Uluslararası Türk Lehçe Araştırmaları Dergisi / International Journal of Turkic Dialects (TÜRKLAD). 5. Cilt, 2. Sayı, 298-312.
Spivak, Gayatri Chakravorty (2020). Madun Konuşabilir mi? (çev. Emre Koyuncu), Dipnot Yayınları, Ankara.
Yung, J. Robert (2016). Postkolonyalizm Tarihsel Bir Giriş (çev. Burcu Toksabay Köprülü, Sertaç Şen), Matbu, İstanbul.
Spivak, Gayatri Chakravorty ile Söyleşiler (2022), «Yapısöküm, Postkolonyalizm, Madunluk» (çev. Soner Torlak), Hayalci Hücre Yayını, İstanbul.
* "Alasapyran" (Kargaşa) roman-diyalog 1980-1982'de yayınlanmıştır. Eserin ana konusu, tarihi bir şahsiyet olan Oraz-Mohamed Sultan'ın yaşam yolunu ve çalkantılı kaderini ele almaktadır.
* “Qazaq Tarixınıŋ Älippesi” (Kazak Tarihi Alfabesi) kitabı 1993 yılında yayımlanmıştır. Kitabın içeriği Hun hanedanı, Türk Kağanlığı ve Altın Orda ile başlayan Kazak Ordası’nın dört yüz yıllık tarihini kapsamaktadır.
* Yazarın 2004 yılında yayınlanan "“Kıpçak Aruvı” (Kıpçak Güzeli) adlı eserinde, 11. yüzyıldan günümüze bir sanatçının değişen kaderi üzerinden Kazak Türklerin tarihi, siyasi hayatı ve kültürünün önemli bir konusuna değiniliyor.
* “Kesik Bas - Tiri Tulıp” (Kesik Baş-Diri Tulum) 2005’de yayınlanmıştır. 20. yüzyılın başında yaşanan trajik olaylara ışık tutan bir eser.
* "Jarmaq” (Parçalanma) 2007 yılında Prag’da yayınlanmıştır. İki asırlık Kazak sömürgesini ve sömürge sonrası psikolojik çatışma sistemini temel alan bir romandır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.