Giriş
Bu çalışma Sırâtımüstakîm[1] (1908-1912) ve Sebîlürreşâd (1912-1925:1948- 1966) dergisinin en önemli yazarlarından biri olan Mehmed Âkif Ersoy’un (1873-1836) işgale, sömürüye, emperyalist devletlere karşı; görüşlerini, değerlendirme, strateji ve duruşunu incelemektedir. Adı geçen iki dergi hem yayın politikası açısından hem yazılan yazıların içeriği açısından, en önemlisi muhatap aldığı ve hitap ettiği milletlerin, devletlerin ve kitlelerin geniş çaplı olmasından dolayı, diğer dergi ve hareketlerden önemli ölçülerde ayrılmaktadır. Ayrıca amaçları ve çabaları bakımından oldukça iddialı bir dergidir. Batılı devletlerin dışında yurtdışındaki kitleleri etkileyen hatta harekete geçiren nadir aktörlerden başında yer almaktadır. Fakat dergiyi sürükleyen ve dünya çapında tanınmasına ve takip edilmesine vesile olan önemli isimlerin başında Mehmed Âkif Ersoy gelmektedir. Onun asıl amaçlarından biri de Osmanlı ve Türkiye’nin kendi içinde birlikteliğini sağladıktan sonra sömürgeci devletlere karşı Müslüman halkların ve diğer sömürülen milletlerin birlikteliğini sağlamak ve emperyalist devletlere karşı birlikte hareket etmeyi başarmaktı. Bu yüzden olsa gerek, askerî ve siyasi diplomatların dışında Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ve yeni devletin ilk yıllarında en fazla yurt dışı ziyaretlerinde aranan ve gönderilen kişilerden biri olması bir tesadüf değildir. Çünkü sömürgeci güçlere karşı en güçlü ve etkili söyleme, rasyonel stratejiye ve akla sahip nadir münevverlerden biridir. Özellikle Ersoy’un vaazları, onların içinde de Kastamonu Nasrullah Camisinde verdiği vaazı, Türkiye tarihinde sömürgecilere karşı bugüne kadar yazılmış ilk ve en önemli manifesto yazısıdır. Detaylı incelendiğinde sıradan bir camii vaazı ya da sohbeti olmadığı, tam tersine sanki uluslararası bir ilişki uzmanı ve stratejisi olduğu da görülecektir. Bu yüzden Ersoy’un mücadelesi ve eserleri için yeni kavramlara, yaklaşıma ve konsepte ihtiyaç vardır. Yerel bakışlar ve bölgesel değerlendirmelerin yanında uluslararası ve evrensel boyuttaki özellikle de akademik değerlendirmelere ihtiyaç vardır. Bu kaygılardan hareketle bu makalede, genel olarak Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergisinin özel olarak da bu dergilerin başyazarı olan Ersoy’un sömürü karşıtı yaklaşımı incelenecek ve değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Sömürgeciliğin Kısa Tarihi ve Dönemleri
Sömürgeciliğin tarihi devletlerin ilk oluşum ve mücadelelerinden günümüze kadar süregelmektedir, fakat klasik ve modern sömürgeciliğin ortaya çıkışı daha sonraki dönemlere denk gelmektedir. Klasik sömürgecilik anlayışı ve politikası coğrafi keşiflerin başlamasıyla yeni bir evreye ve dönüşüm sürecine girmiştir. Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra bir devletin diğer devleti ya da topluluğu boyunduruğu ya da hakimiyeti altına almanın ötesinde yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürmek ve sanayi ürünlerini burada pazarlamak amacıyla işgal ettiği yeri bir pazar olarak da görmeye başlamıştır. Modern zamanların ileriki dönemlerinde özellikle Batılı devletler kendilerince meydana getirdikleri demokratik ve özgürlük söylemi içinde sömürgecilik anlayışı ve sistemini kurmuşlardır.
Genel olarak sömürgeciliğin tarihine bakıldığında erken dönem sömürgecilik faaliyetleri, klasik dönem sömürgecilik ve modern dönem sömürgecilik faaliyeti olarak dönemlere ayrılabilir. Modern sömürgecilik faaliyetleri de kendi içinde birkaç döneme ayrılabilir. Modern sömürgeciliğin erken dönemi ve ileriki dönemi şeklinde ikiye ayrılabilir. Modern sömürgeciliğin ikinci evresine bazen neo-kolonyalizm de denilmektedir. Modern klasik sömürgeciliğin en yoğun yaşandığı dönem 19. yüzyılın ortasından II. Dünya Savaşı’na kadar- ki dönemdir denilebilir. Yani Sanayi ve Fransız Devrimi’nin artık etkilerinin uluslararası toplumlarda da görülmeye başlamasıyla gerçek gücünü göstermeye başlamıştır. Klasik sömürgecilikle modern sömürgeciliği birbirinden ayıran özelliklerden biri de artık sömürgeciliğin karasal ya da anakara ortamından çıkarak denizaşırı hale gelmesidir. İlk denizaşırı sömürgecilerin başında Portekiz ve İspanya, daha sonraki yıllarda Hollanda, Fransa ve İngiltere gelmektedir. Osmanlı Devleti’nin 1915 yılında yapmış olduğu Çanakkale Savaşı da farklı coğrafyalardan birçok devletin bir araya gelerek yapmış oldukları denizaşırı bir mücadele ve savaş olarak bilinir.
Sömürgeciliğin kısa tarihine değindikten ve dönemsel çerçeveden sonra tarifine geçilebilir. Sömürgecilik, “Bir devletin kendi sınırları dışında kalan genelde deniz aşırı toprakları askerî müdahale başta olmak üzere çeşitli yollarla ele geçirmesi ve orada hâkimiyet kurup yerli toplumlar üzerinde siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda üstünlük sağlayarak bunların her türlü imkânlarını kendi menfaati için yağmalaması” şeklinde tarif edilmektedir (Kavas, 2009).
Sömürgecilik, toprakları işgal ederek yapıldığı gibi fiili olarak işgal etmeden sistemi, rejimi işgal ederek de yapılmaktadır. İleriki dönem sömürgecilik, daha çok toprakları işgal edilmeden kendi iç çelişki ve dinamiklerini kullanarak sistemin, rejimin işgal edilmesidir. Konumuzla alakalı olarak, Osmanlı Devleti’nin 19. ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar muhatap olduğu mücadele doğrudan toprakları işgal ile el koymak ve sömürmekti. Daha sonraki süreçlerde ise toprak işgal edilmekle birlikte daha çok yönetim sistemi üzerinden sömürünün gerçekleştirilmesidir. Siyaset, hukuk, ekonomi, eğitim, gündelik hayat ve kültür alanlarında toplum içinde emperyalist politikaların uygulanmaya çalışıldığı görülmektedir.
Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd Dergisi
Mehmed Âkif Ersoy ve kendisi gibi Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergisinde yazıları olan diğer yazarların önemli bir kısmı Osmanlı’da doğup yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde vefat eden geçiş dönemi münevver ya da aydınlarındandır. Yani Batılı devletlerin başta Osmanlı olmak üzere en yoğun bir şekilde kendi dışındaki diğer devletleri işgal ettikleri ve sömürdükleri bir döneme denk gelmektedir. İşgal ve sömürüye karşı insanlar kendi yurtlarını bazen askerî güçle, siyasi güçle, bazıları propagandayla ve bazıları da yazılarıyla, entelektüel fikirleriyle müdafaa etmişlerdir. Entelektüel anlamda dünya genelinde erken dönemde emperyalizmle mücadeleye girişen nadir çabalardan biri de Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergileri olmuşlardır. Kendi coğrafyası ve onun dışında etkili olan, dört gözle beklenen ve takip edilen haftada bir yayınlanan bir dergiydi. Derginin dağıtıldığı ve takip edildiği coğrafyalar: Rusya, Balkanlar, Mısır, Kuzey Afrika, Hindistan, Japonya, Çin ve İngiltere gibi üç kıtaya yayılmış bir hinterlanda sahipti. Dönem dönem derginin dağıtımına işgalci devletler engel olmuşlardır. Özellikle de derginin en sevilen yazarlarından olan Mehmed Âkif Ersoy’un yazılarına yönelik İslam Dünyası’nda büyük bir ilginin olması, büyük devletleri rahatsız ettiğinden, bu devletler hâkim oldukları bölgelerde derginin dağıtımını zaman zaman durdurmaya ve yasaklamaya çalışmışlardır. Bu noktada özellikle Rusya ön plana çıkmıştır (Efe, 2009).
Derginin sömürü mücadelesi sadece üç kıtaya derginin ulaştırılmasıyla sınırlı kalmamış, bunun da ötesinde Avrupa, Mısır, Rusya ve Hindistan gibi yerlerde muhabirleri ve/veya temsilcileri de bulunmaktaydı. İttihad-i İslam (İslam Birliği) düşüncesinden hareketle Osmanlı coğrafyasında ve Osmanlı dışında en geniş coğrafyaya hitap eden; Türk, Arap, Hint vb. milletleri tek çatı altında Batı işgali ve sömürüye karşı birleştirmeye ve mücadeleye hazırlayan ilk akımlardan Sırâtımüstakîm, Sebîlürreşâd, Sebîlünnecât dergi akımı olmuştur. Bu dergiler sadece işgalci güçlere karşı mücadele etmemiş aynı zamanda kendi coğrafyasında iktidarda olan yönetimlerle de yayın hayatı için ciddi biçimde ısrarla ve azimle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden derginin ismi bile değiştirilmek durumunda kalmıştır.[2] Dergiye yasak geldiği gibi, zaman zaman yazılara sansür de yapılmıştır. 1908’den 1966 yılına kadar birçok kez kapatılmış, yayınına ara verilmiş, sansürlenmiş, baskı yeri ve şehri değiştirilmiştir. İlk başta İstanbul’da yayıma başlayan dergi, Mehmed Âkif’in emperyalizme ve işgale karşı Millî Mücadele’yi desteklemek üzere Anadolu’ya geçmesiyle 464-466. sayılar (25 Teşrînisâni [Kasım] 1336/1920 - 13 Kânunuevvel [Aralık] 1336/1920) Kastamonu’da, 467-527. sayılar (3 Şubat 1921 - 22 Nisan 1923) Ankara’da yayımlanmıştır. Bunlardan sadece Yunan ordularının başkent Ankara’ya doğru ilerlemesi ve Yunanlılar tarafından işgali tehlikesine karşı 490. sayı (24 Eylül 1921) Kayseri’de çıkmıştır.[3] Aslında Sebîlürreşâd dergisinin yayım hayatını izleyerek Osmanlı’nın ve Türkiye’nin işgali ve bu işgale karşı verilen tepkileri ve mücadeleyi görmek mümkündür. Bir dergi üzerinden öğrencilerin, memurların, cami cemaatinin kısaca halkın işgale karşı bilinçlendirilmesi ve ayaklandırılmasına şahit olunmaktadır. 1911’de Türk Yurdu dergisi ve 1914’te İslam Mecmuası dergisinin çıkmasını da etkilemiş motive etmiş bir dergidir. Ki Sebîlürreşâd dergisinden ayrılan bazı yazarlar bu dergilerde yazmaya devam etmişlerdir.
183. sayısında yayımlanan derginin İslam aleminin uyanması ve yükselmesi için çalışmayı en mukaddes görev olarak kabul ettiği belirtilmiştir. Bu yüzden başta Osmanlı ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere İslam Dünyası’na karşı emperyalistlerin işgal ve sömürüsüyle dünya çapında mücadele eden ilk dergilerden olan Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergilerinin kısa geçmişine ve katkı veren yazarlarına/münevverlere bakmak yerinde olacaktır.
14 Ağustos 1324’te (27 Ağustos 1908) Sırâtımüstakîm adıyla yayın hayatına başlamıştır. Kurucuları Ebül‘ulâ Zeynelâbidin (Ebül‘ulâ Mardin) ve H. Eşref Edip’tir (Fergan). Ispartalı Hakkı’nın “Âkif ve Safahat” başlıklı yazısındaki (28 Nisan 1327 / 11 Mayıs 1911) bir bölümün yanlış anlaşılmasıyla örfî idare tarafından süresiz kapatılmış fakat gerçek durum anlaşıldıktan sonra aksama olmadan yayımına devam etmiştir (25 Mayıs 1911). Dergi, 182 sayısında 7. cilte ulaştıktan sonra 8 Mart 1912 (24 Şubat 1327)’de Sebîlürreşâd adıyla yayımına devam etmiştir. Sebîlürreşâd’ın 300 ve 301. sayıları (11-18 Haziran 1914) kapatma cezası dolayısıyla Sebîlünnecât adıyla çıkar. Bazı sayılarında yazılar nedeniyle bu dönemde sansüre uğrar. İttihad ve Terakkî yönetiminin siyasetine ters düştüğü için 360. sayıdan sonra örfî idare tarafından 26 Ekim 1916 tarihinde kapatılır, ancak 361. sayısı Sultan Vahdeddin’in cülûs günü olan 4 Temmuz 1918’de yeniden yayınına devam eder. Mütareke yıllarında sansür dolayısıyla bazı sayfaları boş yayımlanmıştır. Savaş şartları nedeniyle yayın periyodunda aksamalar yaşanmıştır, haftalık normal periyodunun dışına çıkarak 308-354. sayılar arasında toplam 46 sayı (13 Ağustos 1915 - 13 Temmuz 1916) on beş günde bir yayımlanmış; iki sayısını birleştirdiği, bir ay, iki ay veya altı ay çıkamadığı zamanlar da olmuştur. Mehmed Âkif’in Millî Mücadele’yi desteklemek üzere Anadolu’ya geçmesiyle 464-466. sayılar (25 Teşrînisâni [Kasım] 1336/1920 - 13 Kânunuevvel [Aralık] 1336/1920) Kastamonu’da, 467-527. sayılar (3 Şubat 1921 - 22 Nisan 1923) Ankara’da yayımlanmıştır. Bunlardan sadece 490. sayı (24 Eylül 1921) Kayseri’de çıkmıştır. Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanıp Mehmed Âkif’in milletvekili olarak bulunduğu I. Türkiye Büyük Millet Meclisinin faaliyetlerini tamamlamasının ardından Mehmed Âkif ve Eşref Edip’in İstanbul’a dönmesiyle dergi birlikte çıkan 528-529. sayısından itibaren (16 Mayıs 1339/1923) yayımını tekrar bu şehirde sürdürmüştür. Doğu ayaklanmaları gerekçe gösterilerek çıkarılan Takrîr-i Sükûn Kanunu ile kapatılan dergiler arasında Sebîlürreşâd da yer almış, 5 Mart 1341’de (1925) 641. sayıdan sonra yayımına son vermiştir. Çok partili dönemin getirdiği nisbî bir serbestlik ortamında Eşref Edip, Sebîlürreşâd’ı 1948-1966 yıllarında 362 sayı daha çıkarmıştır (Efe 2009).
Görüldüğü üzere Sırâtımüstakîm, Sebîlürreşâd ve Sebîlünnecât dergisi Türk ve İslam tarihinin en zor yıllarına bizzat tanıklık etmiş, o dönemde yaşanan iktidar mücadelesinden, emperyal küresel güçlerin baskı ve mücadelesinden doğrudan müdahale edilip etkilenen nadir yayınlardan ve dergilerden biriydi. Yazı kadrosunda bulunan isimlere bakıldığında daha sonraki yıllarda netleşecek olan farklı ideolojiden ve hareketlerden gelen münevverleri bir araya getiren bir mücadele platformu olarak görülecektir.
Sırâtımüstakîm’in yazı kadrosunda Mehmed Âkif (Ersoy), Ebül‘ulâ (Mar- dinîzâde), İsmail Hakkı (Bereketzâde), İsmail Hakkı (Manastırlı), İsmail Hakkı (İzmirli), Ahmed Naim (Babanzâde), Halim Sabit (Şibay), Musa Kâzım, Mithat Cemal (Kuntay), Mehmed Tâhir (Bursalı), Ahmet Agayef (Ağaoğlu), Akçuraoğlu Yusuf, Ispartalı Hakkı, Ömer Ferit (Kam), Abdürreşid İbrahim, Tâhirülmevlevî (Olgun), Halil Hâlid (Çerkeşşeyhizâde), Mehmed Şemsettin (Günaltay), Edhem Nejat, Gıyaseddin Hüsnü (Nuralizâde), Şeyhülarap, Mehmed Fahreddin, Ahmed Hilmi (Hocazâde), Ömer Fevzi (Bursa mebusu), Ömer Lutfi (Ankara İstînaf reisi), Şerefettin (Yaltkaya), Ahmet Hamdi (Akseki- li), Osman Fahri, İbrahim Alâeddin (Gövsa), Kazanlı Ayaz (Muhammed Ayaz İshakî İdilli), Kâmil (Tepedelenlioğlu) gibi isimler bulunmaktadır. Mehmed Âkif, “Safahât-ı Hayattan” başlığıyla ilk Safahat’ta yer alacak olan şiirleri ve “Musâhabe-i Edebiyye”leri yanında M. Ferîd Vecdî ve Muhammed Abduh’tan yaptığı çevirilerle Sırâtımüstakîm’in devamlı yazarından olmuştur. Türk Yurdu ve İslam Mecmuası’nın yayımlanmaya başlamasıyla Halim Sabit, Yusuf Akçu- ra, Ahmet Ağaoğlu gibi yazarlar derginin yazı kadrosundan ayrılarak bu dergilerde yazmaya başlamışlardır. Sırâtımüstakîm’in yazar kadrosu Sebîlürreşâd döneminde de büyük oranda dergide yer almıştır, fakat bunlara ilave olarak düzenli yazmaya başlayan Ömer Rıza (Doğrul), Said Halim Paşa, S. M. Tevfik, Bergamalı Ahmed Cevdet, Elmalılı Hamdi (Yazır), Eşref Edip, Hasan Hikmet, Ali Ekrem (Bolayır) gibi isimler de katılmışlardır Efe 2009.
Çok partili dönemin getirdiği nisbî bir serbestlik ortamında Eşref Edip, Sebîlürreşâd’ı 1948-1966 yıllarında 362 sayı daha çıkarmıştır. Bu dönemin yazarları arasında kendisinden başka Ahmet Hamdi Akseki, Cevat Rifat Atilhan, Ali Fuat Başgil, Ömer Nasuhi Bilmen, Yusuf Ziya Çağlı, Kâmil Miras, Ömer Rıza Doğrul, Hasan Basri Çantay, Tahir Harimi Balcıoğlu, Mehmet Râif Ogan, Kemal Kuşçu bulunmaktadır. Ayrıca Peyami Safa, Fethi Tevetoğlu, Mümtaz Turhan, Ali Nihad Tarlan, Nihad Sâmi Banarlı, Yusuf Ziya Yörükân ve Nurettin Topçu gibi isimler de yazılarıyla dergide görünmüştür. (Efe 2009).
Adı geçen dergilerin Osmanlı ve yeni kurulan Cumhuriyet Dönemi münevverlerinin toplandığı entelektüel bir kaynak işlevine sahip olduğu görülecektir. Osmanlı aydın ya da entelektüellerinin en önemli kaygılarından biri devletin çöküşünü engellemek için çözüm bulmaktı. Çözüm için önerilen tercih edilen yol ve yöntem farklılığı daha sonraki süreçte yazarları farklı bulvarda, hareket içinde veya dergi ve gazetelerde yazı hayatının devam etmesine neden oldu. Fakat bu kadar ideolojik ve düşünce farklılığına rağmen çoğunun ortak yönü, Batılı devletlerin sömürüsüne karşı çözüm üretmek olduğu yazarlarından ve eserlerinden anlaşılmaktadır.
Mehmed Âkif Ersoy’un Sömürge Hareketine Karşı Manifestosu
Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergisinin en fazla merak ve takip edilen yazarlarından olan Ersoy’un yazıları ve şiirlerinin içeriğine bakıldığında genelde sömürge karşıtı olduğu ve aydınların, halkın sömürüye karşı bilinçlendirilmesine yardımcı olduğu ve strateji geliştirdiği görülecektir. Bu yayınların içinde en fazla dikkat çekeni yaptığı sohbet ve camilerde vermiş olduğu vaazlarıdır. Bu şekilde aracısız olarak halka doğrudan ulaşmaktadır. Nurettin Topçu: “Cemaatle hemhal ve hemderd oldu. Neslimizin ruhunun doktoru o idi. Bedbaht bir nesil onu hastalarının başucunda, mezarlıkta, meyhanede, mahalle kahvesinde, hâsılı bütün sefaletlerinin yanında bulmuştu. (1970:16)” diyor Ersoy için.
Onun yayınlanmış dokuz sohbet ve vaazı vardır, bunları da genel olarak üç başlık altında toplamak mümkündür: 1-İttihat ve Terakkî Hey’eti İlmiyesi azası iken yaptığı Şehzâdebaşı Kulübü’nde yaptığı konuşma; 2- Balkan Savaş’ı yıllarında yaptığı Beyazıd (2 Şubat 1913, Pazar), Fatih (7 Şubat 1913, Cuma) ve Süleymaniye (14 Şubat 1913, Cuma) camilerinde yaptığı vaazlar. Üç vaazı 12 gün içinde yapmıştır. 3-İstiklâl Savaşı yıllarında farklı camilerde yaptığı vaazlar. Bu vaazların ilkini 23 Ocak 1920 Cuma günü Balıkesir Zağnos Paşa Camii; ikincisi Kasım 1920 Kastamonu Nasrullah Camii; üçüncüsü ve dördüncüsü Kasım ve Aralık 1920 Kastamonu kazalarında; beşincisi Aralık 1920 Kastamonu havâlisindedir. Balıkesir Zağnos Paşa Camii ile Kastamonu Nasrullah Paşa Camii’ndeki vaazı Sebîlürreşâd’ın Kastamonu’da basılan 464. sayısında çıkmış, gördüğü rağbet dolayısıyla bu sayı birkaç defa bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere gönderilmiştir (Karabacak, 2014a). Dolayısıyla Ersoy’un vaazına hem devlet hem de toplum ya da millet ciddi olarak ilgi göstermekte ve etkilenmektedir.
Millî Mücadele Dönemi’nde Anadolu halkının millî uyanışı ve özgürlük heyecanının oluştrulmasında Ersoy’un vaazlarının etkisi oldukça büyük oldu. Bu vaazlardan birinin verildiği Kastamonu şehrinin önemli camilerinden olan Nasrullah Camisinde verdiği vaazda: “Ey cemaat-i Müslimin! Zaman, zemin müsait olsa size İngiliz adaletinden! Fransız medeniyetinden! Birçok parlak numuneler daha gösterirdim. Mamafih ibret alacaklar için bu kadarı da yetişir zannederim. İşte sefaletlerinin derecesini kısaca anlattığım o zavallı dindaşla-
rımızın imdadına yetişmek yahut hiç olmazsa onların düştükleri felakete düşmemek için artık gözümüzü açmalıyız. Düşmanımızın bizi de onların hâline getirmek için bugün elinde iki vasıta var. Ziyade yok, çünkü haddi zatında gerek keyfiyet gerek kemiyet itibarıyla mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır. Ordusunun bir kısmı Hindistan’da bir kısmı Irak’ta, bir kısmı İran’da, bir kısmı İrlanda’da, bir kısmı bizzat İngiltere’de, bir kısmı Mısır’da, bir kısmı Sudan’da, bir kısmı Filistin’de meşguldür. Müstemlekât askerîne itimadı kalmamış. Bilhassa Hind Müslümanları “artık biz dindaşlarımıza karşı silah kullanmayız” diyorlar.” Cemaate bu şekilde ifade ederek başta İngiliz ve Fransızlar olmak üzere Batılı devletlerin sadece Müslüman milletleri değil İrlanda ve Hint gibi gayr-i müslim toplumları da sömürgeleştirdiğini açıkça anlatır ve bu yüzden dünya Müslümanları ve ezilenleri olarak düşmana karşı harekete geçmek gerekliğine vurguda bulunur.
Mehmed Âkif 1919’da dergide yayınladığı yazıda; “...Türklerin yirmi beş asırdan beri istiklâllerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet bir hakikattir. Hâlbuki Avrupa’da bile mebde-i istiklâli bu kadar eski bir zamandan başlayan bir millet yoktur. Türkler uzun zamandan beri millet itibarıyla istiklâllerini muhafaza etmişlerdir. Bazen bir hanedan münkarız olarak yerine diğer bir hanedan kaim olmuş. Fakat millet itibarıyla daima müstakil kalmış ve ancak öyle yaşayabilmiştir. Türkler için istiklâlsiz hayat müstehil- dir. Tarih de gösteriyor ki Türkler, istiklâlsiz yaşayamamıştır.” (Sebîlürreşâd, 1919, S. 438: 175) diyerek ve Türklerin diğer toplumlardan farkını ortaya koyarak azimle sömürüye karşı hareketin öncülerinden biri olduğunu göstermiştir.
Bu azmin ve gayretin sonucu olarak Türk halkının doğu illerinden başlayarak emperyal devletleri yurttan kovmaya başladığını ve artık denize dökmek gerektiğini ifade eder: “Bizi mahv için tertib edilen muahede-i sulhiye paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza, kardeşlerimize düşen vazife Anadolumuzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslam için bu diyarda beka imkânı yoktur.”
Sömürgeci Batılı devletlerin muhatap olduğu milletlerin sadece birkaç şehrini, bölgesini değil, elde olan topraklarla birlikte tüm devleti, milleti, insanların dinlerini ve değerlerini de mahkum etmek istediklerini dile getirir:
“Ey cemaat-i Müslimin! İşte bugün bizden istedikleri ne filân vilâyet ne filân sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, saltanatımızdır, devletimizdir, hilafetimizdir, dinimizdir, imanımızdır.” dedikten sonra emperyalist devletler için bir de temennisi var: “Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa o da garp medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksan olmasını temenniden ibarettir.. ”
Ersoy, Batılı devletlerin diğer Müslüman devletleri nasıl sömürdüğünü ve o insanlara karşı nasıl davrandıklarını Afrika örneğinden hareketle anlatarak, hürriyetin kıymetini ve hürriyet için gereken neyse onun yapılması gerektiğini ifade eder. İşgal ettikleri memleketlerde Müslüman halkın düştüğü duruma, vergi adaletsizliğine, şehir yönetiminde Müslümanlara yer verilmemesine ve köylülerin düştüğü biçare halline dikkat çeker: “Gelin biraz da Afrika’ya geçelim. Cezayir’de, Tunus’ta ve Fas’ta Müslümanlara, Fransızlar tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki Hristiyanlar, Yahudiler a’şar gibi, ağnam gibi vergilerin hiçbirini vermezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka, Fransızların vazettikleri kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare Müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa suretile çok zaman Hristiyanların yahut Yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf Müslümanların vergisile yaşayan belediyelerde hiçbir Müslüman âzâ bulunamaz. Şayet bulunursa rey sahibi olamaz. Gerek Cezayir’de gerek Tunus’ta kabilelerin müşterek meraları vardır. Lakin bu meralar muttasıl Fransızlar tarafından bad-ı heva gasbedildiği için biçare Müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zaruri olarak cenuba, yani çöle doğru çekiliyorlar. Fransızlar Afrika’daki müstemlekelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, Arapların elindeki araziyi bad-ı heva alırlar. Bununla kalmayarak, o yeni köye lazım olan suyu civardaki Müslüman köylerinden getirip, Müslümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücuda getirilen her Hristiyan köyüne varidat bulmak için yine Müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakları belediye rüsumuyla o Hristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir Fransız, Müslüman aleyhinde ikame-i dava etmez. Çünkü lüzum görmez. Onu isterse döğer, isterse öldürür.” (Ersoy, 1920: 10).
Ersoy’un Kastamonu vaazında siyasi ve kültürel sömürüyle birlikte özellikle ticari sömürü üzerinde durması dikkat çekicidir: “Bilirsiniz ki Anadolu’nun iki mühim iskelesi vardır: Biri İstanbul, biri İzmir. Elimizdeki üç buçuk şimendüfer hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dâhil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabii düşmanlar hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithalatımıza istediği gibi müşkülat çıkaracak. Gümrük tarifesini, şimendüfer tarifesini, liman tarifesini ona göre tertip ederek Anadolu’daki Müslüman tüccarı tamamıyla iflas ettirecek. Zaten mütarekeden beri İstanbul’daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanları fakir, sefil bırakarak bunun âleme bilhassa Hint’teki dindaşlarımıza:
- İşte görüyorsunuz a, sizin gayretini gütmekte olduğunuz Türkler ne kadar kabiliyetsiz insanlardır!
Demektir bu muahede mucibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep bir komisyon tarafından tertip olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır, yani İngiliz bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğimiz vergiler hep Rumların, Ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. İngilizler Mısır’da ahali cahil kalsın diye Müslümanlara hiçbir mektep açtırmamıştır. Hindistan’da da aynıyla davranmıştır. Biz de Mısırlılar gibi olacağız. Yalnız bizim Mısırlılardan bir farkımız var ki onlar gibi kâmilen Müslüman değiliz. İçimizde Rumlar, Ermeniler var. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraatı kâmilen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgat yetişebilecek.”
Ayrıca Ersoy’un daha da detaya girerek topluma kapitülasyonun ne anlama geldiğini anlatır: “Gelelim Uhud meselesine: Ey Cemaat-i Müslimin! Frenkçe bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: bizim bilerek bilmeyerek, keyfî yahut ıztırarı, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Mesela içimizde yaşayan ecnebi teba’asından biri ne yaparsa yapsın hükûmetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı. Tevkif olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu muharebeden evvel bizim içimizde Ali kıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin berikinin emlak ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin bidayetinde kaldırmıştık. Şimdi sulh şeraitini kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek, biliyor musunuz? Avrupa Devletleri tebaasına münhasır olan o imtiyazlar şimdi Rumlara, Ermenilere, Yahudilere verilecek. Artık bunun ne demek olduğunu matuhlar bile anlar.”
Gelelim bu imtiyazların iktisadi kısmına: Ecnebi tebaası temettü, belediye ve saire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi, Rumlar, Yahudiler, Ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı içimizdeki gayrımüslimler toplayacak!”
Ersoy’un bir ekonomist gibi ekonomik sömürünün önemli kaynaklarından ve o dönemde sömürgeciliğin ileri boyutu olan “gümrük duvarı”ndan ve tehlikenin boyutlarından halka söz etmesi, onları bu noktada bilgilendirme ve bilinçlendirmesi dikkat çekicidir:
“Ya gümrükler meselesi... O da bir âfet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu biraz izah edelim. Evvela ziraatımızı ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, şimendüferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu’dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez hem fakir düşer. Buna karşı ne çare olabilir? Evet, çare hariçten gelecek ekin ve sair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu’dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükûmetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir.” (Ersoy, 1920: 7).
Çarlık Rusya’da 7 Kasım 1917 tarihinde meydana gelen Bolşevik Devri- mi’ne ve devletine karşı özel olarak Türkiye’nin ve genel olarak Müslüman milletlerin nasıl davranması gerektiği hususunda da kıdemli uluslararası bir uzman gibi bir strateji önerir. Acaba Bolşeviklerin karşısında mı yoksa yanında mı yer almak gerekir? Diğer sömürgeci Batılı devletler gibi aynı kefede değerlendirmek doğru mu? Ersoy, Osmanlının ve Türklerin ezeli düşmanlarından biri olarak bilinen yeni Rus yönetimi için ezber bozucu bir değerlendirmede ve yönlendirmede bulunur:
“Avrupa hükûmetlerini titreten Bolşevik tehlikesi, bizler gözlerimizi açmak şartıyla, âlem-i İslam hakkında tehlike değil, bilakis istifade olunacak bir fırsattır. Çünkü evvela bizde Bolşevikliğin zuhuriyeti, yahud hariçten sirayetini hazırlayacak sebepler yok. Ne sermaye sahiplerimiz ne bankalarımız, ne amele meselemiz, ne arazi meselemiz mevcut değil. Saniyen bütün harekâtımızı, muamelatımızı tanzim eden şeriatimiz sosyalistlerin, Bolşeviklerin, bundan asırlarca sonra belki bulabilecekleri düsturların, esasların en insani, en ulvi, en fıtri, en şefik, en rahim eşkâlini ihtiva etmektedir. Binaenaleyh Bolşeviklerin Garb medeniyetini yıktıkları gün bizim esaslı hiçbir şeyimiz sarsılacak değildir. ...bizim Bolşeviklerden korkmamıza mahal olmadığı gibi Bolşevik olmaya da ihtiyacımız yoktur. Biz elimizdeki şeriatin ahkâmına, esasat-ı fazı- lasına tamamıyla sarıldığımız gün yakamızı kurtarmış oluruz. Evet, düşmanın düşmanı dost olmak itibarıyla müşterek, mütekabil mefai dairesinde Bolşeviklerle ittifak edebiliriz.
İslam âlemi kendileriyle müttefik olmak şöyle dursun, bîtaraf kalmakla bile Bolşeviklere pek kıymetli muavenette bulunmuş olur. Buna mukabil şimdiye kadar şimalden, cenuptan, şarktan, garptan mahsûriyet içinde kalan Müslüman milletlere de böyle bir ittifakın vereceği faideler inkâr olunamaz.
. Garb’ın âlem-i beşeriyet, bilhassa biz Müslümanları ezmek için kuvvet almakta oldukları o melun zulüm müesseselerini yıkmak hususunda Bolşeviklereyardım da ederiz... Böyle bir ittifaktan biz ne kadar istifade edersek Ruslar da o derecede müstefid olacaklardır. Çünkü ihmal edilmeyecek bir kuvvet olduğunu demincek söylediğimiz İslam âlemi kendileriyle müttefik olmak şöyle dursun, bîtaraf kalmakla bile Bolşe- viklere pek kıymetli muavenette bulunmuş olur. Buna mukabil şimdiye kadar şimalden, cenuptan, şarktan, garptan mahsûriyet içinde kalan Müslüman milletlere de böyle bir ittifakın vereceği faideler inkâr olunamaz. Henüz silâh tedarik edememiş olanları silahlanacaklar, arkalarından emin olarak önlerindeki düşmanı denize dökmeye, asırlardan beri gaib ettikleri istiklâli ele geçirmeye muvaffak olacaklardır.” (Ersoy, 1920: 9-10).
Görüldüğü üzere Ersoy şairliğinde olduğu gibi uluslararası ilişkilerdeki uzmanlığını da göstererek rasyonel bir strateji önermektedir ki, daha sonraki dönemlerde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti yine kendisi gibi yeni kurulan Rusya’daki yönetimle Batılı devletlere karşı bir takım gizli ya da açık askerî, siyasi ve ekonomik anlaşmalar yapmıştır. Dolayısıyla Ersoy ve Türkiye yönetimi, yeni Rus rejimini doğrudan karşısına almak yerine yanına çekmeyi tercih etmiştir. Gerekirse Batılı devletlere karşı her alanda Bolşeviklerle iş birliği yaparak birlikte mücadele edilebileceğini de ifade etmektedir. Bu stratejiye sadece Türk ve Müslüman toplumların değil aynı zamanda Rusların da ciddi ihtiyaç duyduğunu, hatta Müslüman toplumların Bolşevikleri desteklemek yerine tarafsız olsa dahi Bolşevikler için büyük bir nimet olduğunu belirterek aslında onların daha fazla yurtdışı desteğine ihtiyaç olduğunu belirtmesi çok değerli bir yaklaşımdır.
Sömürünün son noktasında nasıl davranmalıyız? Mehmed Âkif artık sömürge devletlerinin Müslüman ve Türk toplumunun üzerinde kurduğu baskıların artık dini ve kültürel değerler ekseninde oluşan sadece yaşam tarzını hedef almadığını onun da ötesine geçerek doğrudan varlıklarına hayatlarına son vermek amacıyla hareket ettiğini ve planlar yaptığını belirtmektedir: “- Pek âlâ! Ne yapabiliriz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahilî, haricî muharebeler, bilhassa Balkan muharebesiyle şu harbi umumî bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiçbir şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şeraiti sulhiyeyi çar naçar kabul edeceğiz. Bu tıpkı silahsız bir adamın dağ başında müsellah haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek...
Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külahını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik. Lakin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra:
- Boynunu uzat! Kafanı devir! diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişiyle, tırnağıyla uğraşır, çabalar, nefsini imkânın son derecesine kadar müdafaaya bakar.” (Ersoy 1920/8) diyerek sömürüyle mücadelenin her yönden devam etmesi gerektiğini belirtmektedir.
Sonuç
Sırâtımüstakîm ve Sebîlürreşâd dergisi bir fikir hareketi, düşünce akımı ve zaman zaman da siyasi hareket haline gelmiştir. Bu hareketin izlerini Büyük Doğu, Hareket, Diriliş, Edebiyat, Mavera, hatta Hece dergisinde vb.lerin- de görmek mümkündür. Bu memba ya da kaynaktan daha sonraki süreçlerde nehirler ve çaylar doğmuş ve ülke geneline bazen ülke dışına taşarak diğer toprakları, milletleri beslemiştir. Dergilerin asıl gücü, yazarlarından ve onların zengin ve kararlı yazılarından gelmektedir. En önemli amaçlarından biri de ezilenlerin, sömürülenlerin işgal edilenlerin yanında durup işgalcilere ve emperyalistlere karşı fikir hareketini ve cereyanını gerçekleştirip bu hareketin siyasi, askerî ve kültürel alana yaymaktı. Bunu da belli ölçüde başarmışlardır. Dergiye dünyanın farklı coğrafya ve kıtalarından gösterilen ilgi nedeniyle çıkan diğer dergilerden de ayrışmakta ve ön plana çıkmaktaydı. Dergiye sansür uygulanması, hatta kapatılması, İstiklâl Mücadelesi sırasında tehlike ve tehditler nedeniyle İstanbul’un dışına çıkarak başka bir şehirde yayımlanması gibi bütün bu yaşadığı serüvenler, aslında o dönemki Osmanlı ve Türkiye’nin hatta dünyanın başına gelenlerin bir anlamda dergi üzerinde yaşanmasının bir göstergesiydi. Yaşananların bir anlamda prototipiydi. Derginin en entelektüel ve azimli münevverlerinden biri olan Ersoy, sömürüye, emperyalistlere karşı
Anadolu’yu ve Osmanlı topraklarını dolaşarak halkı aydınlatmış ve emperyal harekete karşı çıkmaya davet etmiştir. Onun 1920 yılında Kastamonu vilayetinin Nasrullah Camiinde halka vermiş olduğu vaaz, erken dönemde sömürüye ve emperyalistlere karşı yapılmış en sert eleştirilerinden biridir. Bu nedenle bu vaazı dini bir metin olarak görmenin ötesinde milletlerin bağımsızlığı ve hürriyeti için dile getirilen ve daha sonra metne dönüştürülen bir manifesto olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Âkif, şu an dünyada tartışmaları ilgiyle izlenen ve uluslararası ilişkiler kuramı içinde yer alan post-kolonyal hareketi de bir anlamda ilk başlatan entelektüellerden biri olarak kabul edilebilir. Metnin ülke ve dini sınırların dışına taşan bir dili, bir hedefi olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu bakış açısıyla Ersoy’un diğer metinleri ya da eserlerinin bundan sonraki dönemde değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.
KAYNAKÇA
Doğan, D. M. (2020) Millî Mücadelenin Zaman Akışı (Cihan Harbi’nden Cumhuriyet’e). Yazar Yayınları. Ankara.
Doğan, D. M. (2021). İstiklâl Marşı Bin Yılın Destanı (Ciltli). Yazar Yayınları. Ankara.
Doğan, O. (2011). Millî Mücadelede Sebîl’ür- Reşâd Dergisi Ve Eşref Edib’in “Maraş Ve Ayntablıların Kahramanlıkları” İsimli Makalesi Sebîl’ür- Reşâd Journal and Eşref Edib’s Article about Bravery of Maraş People and Ayntab People in National Struggle Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (http://sbe.gantep.edu.tr) 2011 10(4):1439 -1474 ISSN: 1303-0094 https://dergipark.org.tr/ tr/download/article-file/223369
Efe, A. (2009). Sebîlürreşâd. TDV İslâm Ansiklopedisi. Cilt 36, 251-253.
Ersoy, M. Â. (1920). Kastamonu Vaazı, Vaazı, https://tr.wikisource.org/wiki/Dosya:Kastamonu_Vaaz%- C4%B1.pdf
Fergan, E. E. (1960). Mehmed Âkif, Hayatı, Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, (Tek Cilt, İlaveli 2.Baskı), İstanbul.
Karabacak, M. (2014a). Mehmed Âkif Ersoy’un Balkan Harbi Zamanında Yaptığı Vaazlarda Kullandığı Hadislerle İlgili Bir Değerlendirme. Cilt 18, Sayı 2, 111 - 135, 15.12.2014, https://doi.org/10.18505/ cuifd.254672. https://dergipark.org.tr/tr/pub/cuifd/issue/4280/254672.
Karabacak, M. (2014b). Mehmed Âkif Ersoy’un Kurtuluş Savaşı Zamanında Yaptığı Vaazlarda Kullandığı Hadislerle İlgili Bir Değerlendirme. Volume 9, Issue 8, DOI:http://dx.doi.org/10.7827/TurkishStu- dies.7072, 569-585.
Kavas, A. (2009). Sömürgecilik. TDV İslâm Ansiklopedisi. Cilt 37, 394-397.
TBMM 2021 Kaynak Kabulünün 100. Yılında Millî Mutabakat Metnimiz: İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif Ersoy - Belgeler. Ankara: TBMM Basımevi. 2021. 180-201.
Topçu, N. (1970). Mehmet Âkif. Hareket Yayınları. İstanbul.
[1] Sebîlürreşâd dergisinin ilk adı Sırâtımüstakîm’dir.
[2] Sebîlürreşâd’ın 300 ve 301. sayıları (11-18 Haziran 1914/29 Mayıs - 5 Haziran 1330) kapatma cezası dolayısıyla Sebîlünnecât adıyla çıkarılmak zorunda kalınmıştır (Efe, 2009).
[3] Yunan ordularının Ankara’ya doğru ilerlemesi nedeniyle Meclisin, hazinenin Kayseri’ye taşınması tartışmaları sırasında Mehmed Âkif, Eşref Edib’e “Sen klişeyi al, Kayseri’ye git. Sebîl’ürreşâd’ı orada çıkar. Arkamızdaki Müslümanlar yeise ümitsizliğe düşmesinler. Sakarya inşallah düşmana mezar olacak” diyerek Eşref Edib’i Kayseri’ye göndermiştir (Fergan, 1960: 163).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.