• İstanbul 21 °C
  • Ankara 20 °C
  • İzmir 25 °C
  • Konya 20 °C
  • Sakarya 21 °C
  • Şanlıurfa 23 °C
  • Trabzon 24 °C
  • Gaziantep 21 °C
  • Bolu 16 °C
  • Bursa 21 °C

Nurullah Genç: Türkçenin Uluslararası II. Şiir Şöleni Ve “Selamün Aleyküm Kazakistan”

Nurullah Genç: Türkçenin Uluslararası  II. Şiir Şöleni Ve “Selamün Aleyküm Kazakistan”
Kuruluşunun 45. Yılı dolayısıyla; ülkemizin önemli 45 edebiyatçısı Türkiye Yazarlar Birliği’ne dair önemli değerlendirmelerde bulundu. Kitap olarak da yayımlanan metinleri sırasıyla yayınlıyoruz.

********

Havaalanında Tereddüt

Türkiye Yazarlar Birliği’nin Kazakistan Yazarlar Odağı ile birlikte düzenlediği, Türkçenin Uluslararası II. Şiir Şöleni için uçağımız 13 Eylül 1993’te saat 18’e doğru Almatı havaalanına hareket ettiğinde, uçağın içinde öyle bir şiir iklimi ve öyle bir muhabbet vardı ki unutmak mümkün değil. Bahattin Karakoç, Dr. Necmettin Türinay, Doç. Dr. Hüseyin Özbay, Ali Akbaş, Bayram Bilge Tokel ve Erbay Kücet’le selamlaşıyoruz. Erbay Kücet koleradan bahsediyor ve Kazakistan’da kolera salgını olduğunu söylüyor. “Kolera şairlere dokunmaz” diyor Bahattin Karakoç. “Çünkü onlar çeşitli mikroplara karşı bağışıklık kazanmışlardır.” Koleraya karşı alınması gereken önlemlerin sıralandığı matbu bir kağıtla birlikte, Tetralet isimli bir ilaç dağıtıyor görevliler. 8 saat arayla almamız gerektiğini söylüyorlar. Belli etmiyoruz ama birçoğumuzun zihnini meşgul ediyor kolera. İçimizden en rahat olanımız ise D. Mehmet Doğan. Kırkpınar ağaları gibi geziniyor uçağın içinde. Şair ve yazarlarla konuşup gülüşüyor bazen. Sonra koltuğunda uykuya dalıyor ve uzun zaman öylece kalıyor. A. Vahap Akbaş’ın, tansiyon düşmesi nedeniyle oluşan kısmi rahatsızlığının dışında neşeli geçen 4 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, gece saat 00.30 sularında Taşkent’e ulaşıyoruz.  

Yüzlerimizde aynı heyecanı okumak mümkün. Hayallerimizde ve kalbimizde yer etmiş bir şehre bu ilk varış, birbirimize itiraf edemediğimiz bir sevinçle sarıyor bizi. Gözlerimiz parlak; yüzlerimiz gülümsüyor, uçağın pencerelerinden sızan bakışlarımız Taşkent Havaalanında geziniyor. Havaalanının solgun aydınlığında bekleyen uçaklar ve makinaların dışında göze çarpan başka bir şey yok gibi. İnsan var mı, yok mu diye bakınırken, bir askerin uçağa doğru geldiğini görüyorum. “Belki de bir Özbektir” diye geçiriyorum içimden.

Uçağın açılan kapısında birikiyoruz birkaçımız ve daha geniş bir perspektiften bakıyoruz havaalanına. Taşkent’in serin havasını ciğerlerimize çekiyoruz. Bize olan bütün yakınlığına rağmen Taşkent’i, komünizmin esareti altında yıllarca kalarak yabancılaşmış bir şehir gibi düşünmekten de kendimi alamıyorum.

Dakikalarca bekliyoruz. Saatler geçmeye başlıyor. Hiç de normal bir bekleyişe benzemiyor. Herkes birbirine, neler olduğunu sormaya başlıyor; ama kimsenin bir şey bildiği yok. Pilot kabinine atıfla birtakım senaryolar dolaşmaya başlıyor:

  • Kolera sebebiyle, Almatı’ya girişimiz yasaklanmış. İzin alınmaya çalışılıyor.
  • Muhaberat iyi olmadığından, Almatı’ya uçuş izni alınamıyormuş.

Bazıları da duygularını dile getiriyorlar:

  • Beyler, geçmiş olsun! Şiir şöleni başlamadan bitti.
  • Buraya kadar gel, sonra geri dön! Bu da yapılır mı be?!
  • Durun bakalım; henüz her şey bitmiş değil!
  • Evet evet, nasip varsa, gideriz.
  • Taşkent’e inip, kara yolu ile Almatı’ya geçelim.

Son söz D. Mehmet Doğan’ın. Böyle bir alternatif yolculuğun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği üzerinde tartışılıyor.

Sonunda müjdeli haber geliyor ve Almatı’ya uçuş izni verildiğini öğreniyoruz. Dört buçuk saatlik bir bekleyişten sonra Almatı’ya doğru havalanıyoruz.

Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra Almatı’ya varıyoruz. Uçak alçalmaya başlarken, yeni bir heyecan ve bekleyiş rüzgârı sarıyor içimizi.

Atatürk Havaalanında başlayan tereddüt ve endişe Almatı Havaalanına indiğimizde doruğa çıkıyor. Kısa bir bekleyişten sonra, Türkiye’den gelen bizim dışımızdaki birkaç yolcunun yanındaki “Türkiye’de kolera yoktur” raporu sayesinde, karantinaya alınmaktan kurtuluyoruz. Gözlerimiz parlamaya başlıyor. Yanımızda bulunan mark-dolar cinsinden paraları, fotoğraf makinası ve kameraları deklare ettikten sonra, Kazakistan Yazıcılar Odağı Başkan Yardımcısı Tölen Abdikov’un da gayretleriyle kısa süre içinde havaalanından ayrılıyoruz.

14 Eylül günü oldukça hareketli başlıyor.

Binanın önünde, bizi duygulandıran bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. Milli kıyafetleri içinde Kazak kızları, ellerindeki karanfillerle bekliyorlar bizi. Karantinanın endişe ve tereddüdü, karanfillerin güzel kokusu ve heyecanına dönüşüyor. Çiçekleri uzatarak “hoş geldiniz” diyorlar.

Kavun içi renkli bir otobüsle kalacağımız yere, Kazakistan Yazıcılar Oteli’ne götürülüyoruz. TRT’den iki, TGRT’den üç görevli şölenin haberini Türkiye’ye duyurmak üzere bizimle beraberler.

Otelde Çuvaş Türklerinden Raisa Sarbi isimli şaire bir bayan, Bulgaristan’dan İsmail Ahmet Çavuş, Yugoslavya’dan Zeynel Beksaç ve Makedonya’dan Fahri Ali isimli şairlerle tanışıyoruz.

Görevliler, otelin odalarına birer-ikişer yerleştiriyorlar bizleri. A Vahab Akbaş’la aynı odayı, kapısı zoraki kilitlenen ve pencereleri güneye bakan bir odayı paylaşacağız.

Bize sürekli refakat eden ve isimlerinin Berk ve Nukeş olduğunu öğrendiğimiz iki görevli ve yanımızda. Aynı otobüse biniyoruz. İsimlerimizi okuyarak yoklama yapıyorlar. Bu arada Berk, Erbay Kücet’in ismini “Yarbay Küvet” diye okuyunca, bir gülüşmedir başlıyor otobüste. Kücet’e takılmak için iyi bir koz geçiyor elimize.

Yemeğe götürülüyoruz. Girdiğimiz binanın kapısında Kiril harfleriyle “Almatı Restoran” yazıyor. Bekir Sıddık Soysal ve Necdet Konak ile buluşuyoruz orada. Tek sıra halinde dizili masalar, bütünüyle donatılmış durumda. Sövüş koyun eti, lahana ve havuç salatası, tatlılar, adını bilmediğim daha birçok soğuk yiyecek ve içinde ne olduğunu bilmediğimiz köpüklü şişeler. “Ya içki ya da kımız” diye düşünüyorum. İkisi de değilmiş. Sorduğumuz zaman, “mineral su” diyor Nukeş Bedigul. Gazoz olduğunu anlıyoruz.

Sohbet havası içinde yemeğimizi yerken, Bekir S. Soysal, neşeli bir üslupla, bizden önce Kazakistan’da geçirdiği günlerin hatıralarını anlatıyor. Girdiğimiz binaların duvarlarından tavanına, kapılarından penceresine, renklerinden kokusuna kadar birçok yönden, onlarca yıllık sömürünün ve komünist üslûbun izlerini okumak mümkün. Mat renkler, bakımsız duvarlar, doyurucu estetik güzelliği olmayan mimari dış görünüş; her tarafa sinmiş ağır ve dayanılmaz bir merkezi planlama kokusu, yağ-içki ve başka karışımlardan olduğu anlaşılan bir başka rahatsız edici koku; kısacası: fıtrî ve tabii olanı değiştirerek tek elden ve tek tip meydana getirme arzusunun zulme varan korkunç faturası!... “İşte” diyorum içimden, “bizim komünizm hayranı zavallılarımızı bu koku ve görünüşe mahkûm etmek ve onları burada yaşatmak, buradaki insanları da onların yerine göndermek lazım!”.

Şu ana değin edindiğimiz izlenimlere göre, Almatı yemyeşil bir şehir. Taşı toprağı ağaç. Nereye baksanız, yeşillik görüyorsunuz. Cadde kenarları kayın, akasya, kavak ve diğer bazı tür ağaçlarla donatılmış. Caddeler alabildiğine geniş ve sessiz. Taksiler, otobüsler ve diğer motorlu taşıtlar eski mi eski!.. Nadiren lüks bir otomobil göze çarpıyor. Günümüz dünyasında, güzel bir şehrin, soğuk ve mat renklerle, gelişmemiş teknolojiyle nasıl talihsiz bir akıbete uğratıldığını görüyor insan.

Yemek devam ediyor. Raisa’nın Hristiyan olduğunu öğreniyoruz. Yüreğim sızlıyor. Bulgaristan Türklerinden İsmail Ahmet Çavuş Rusça bildiği için, Raisa ile bizim aramızda tercümanlık yapıyor. Şamanist kültürün de etkisiyle, “ben yaşarken, ruhum bedenimden ayrılıp göğe çıkabilir” diyor Raisa. Sohbet koyulaşırken, çay geliyor. “Piyale” adını verdikleri fincan benzeri porselen bardaklardan içmeye başlıyoruz çayımızı.

***

Selamün Aleyküm Kazakistan

Kazakistan, batıda Hazar Denizi kıyılarından Orta Asya dağlarına (doğuda Altay, güneydoğuda Tien Şan) kadar uzanan 2 715 000 kilometrekarelik yüz ölçümü ve 1992 sayımına göre 16 800 000 nüfusa sahip bir ülke. Kazakların ifadelerine göre, bu nüfusun %55 ini Kazaklar oluşturuyor. Ülkenin başkenti Almatı.

Kazaklar, Hazar Denizi’nin kuzeyinden Doğu Türkistan’a kadar çok geniş bir alana yayılmış Türk soyu. Toplam sayıları 10 milyonu aşan Kazakların 4/3 ünden fazlası Kazakistan’da yaşıyor.

Kazak dili, kara kalpak, Kırgız ve Kıpçak ağızlarını da kapsayan kuzey Türkçesinin batı şivelerinden biridir.

Bugün 15 Eylül 1995 Çarşamba...

Kazakistan Yazıcılar Odağı Başkanı Kaldarbeg Naymanbay’ın sekreteri ve adının Uldugan olduğunu öğrendiğimiz bayanın odasına geçiyoruz birkaçımız. Bize çay demliyor. Yanımda Zehra Maral isimli bir kız var. İyi Türkçe konuşuyor. Almatı Şarkiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyormuş. Annesi akınmış. Kazakça akın, “şair” ve “şaire ”ye deniyor. Ben bir şiir okuyorum. Sonra Nevzat Yüksel “Şehir Şarkıları’ndan birini okuyor. Çantalarımızdaki şiir kitaplarını çıkarıp masanın üzerine yayıyoruz; görüntülerini çekiyorlar.

Kaldarbeg Naymanbay giriyor odaya. “Hoş geldiniz” diyor bizlere. Güleç bir adam. Sonra bir başkası oturuyor yanımıza. İsimlerimizi alıyor. Kendi ismi Kenescan Şalgar. Akın ve jurnalist. Şair ve gazeteci. Cetisu (Yedisu) isimli gazetede Medeniyet Bölümü’nü yönetiyor. 10’dan fazla şiir kitabı olduğunu söylüyor. Gazete için bizden bilgi alıyor.

Devlet televizyonu da başka bir program için röportajlar yapıyor.

***

Saat 17.00 de Abay Tiyatrosu’nda Türkçenin Uluslararası II. Şiir Şöleni’nin resmi açılışındayız.

Açılış konuşmasını Kaldarbeg Naymanbay yapıyor. Tercüman Türkiye Türkçesine çeviriyor. Konuşmasının bir yerinde, -  Kıymetli dost misafirler, diyor Naymanbay, Türkçenin Uluslararası II. Şiir Festivalinin Kazakistan’da yapılmasından dolayı büyük mutluluk duyuyor ve hepinize hoş geldiniz diyorum. Bu ve benzeri faaliyetler arttıkça, dünyanın muhtelif yerlerine dağılmış Türk halkları arasındaki irtibat daha da güçlenecek ve sesimiz daha gür çıkacaktır.

Naymanbay’dan sonra, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev adına, onun mesajını Ebiş Kekilbayev okuyor.

Türkiye heyeti adına konuşmak üzere, kürsüye Yazarlar Birliği Başkanımız D. Mehmet Doğan geliyor. Selam verdikten sonra, Dünyanın bir ucundan öteki ucuna bir dilin şiir ustalarının toplandığı, cem olduğu bir yerde söz söylemenin güçlüğünü biliyorum; şiir üzerine konuşmanın güçlüğünü ise anlatmaya gerek yok, diye başlıyor konuşmasına. Söylediği her cümleyi tercüman Kazakça’ya çeviriyor.

   Devam ediyor Doğan:

 -   Kazak’ın ülken akını Abay Kunanbayulı ayıttı: Şiir sözdin padşasıdır. Jaksı ayıttı, güzel söyledi. Bu şölende adına ödül verilecek olan Necip Fazıl da şöyle demişti: Anlaşılır bir gün şiir/Çoğu gitti azı kaldı/Ekmek gibi azizleşir/Çoğu gitti azı kaldı.

 Ama bugünün, bu günlerin en önemli tarafı, şiir üzerine konuşmaktan öte, bizzat şiirin konuşmasıdır. Bugün ve bundan sonraki günlerde şiir konuşacak ve hepimiz onu dinleyeceğiz. Hem de bir ağacın dallarından farklı meyvelerin tadını alır gibi, değişik lehçelerden şiirin tadını alacağız.

 Konuşmasına geçen yıl Bursa ve Konya’da gerçekleştirilen ilk şölenle ilgili intibalarla devam ediyor. Kültürümüzün asgari müştereklerinden bahsediyor. Almatı’ya gelmeden önce, İstanbul’da küçük bir deniz gezisi yaparken, Marmara ve Boğaz’dan görünen Osmanlı mimarisine daldığını, hemen hemen her eserde göze çarpan kubbe imajının zihnine takıldığını söylüyor.

 -  Bu form, bu biçim neyin nesiydi? Mimarlarımız, neden bu kadar ısrarla kubbe üzerinde durmuştu? Gerçekten Süleymaniye, Sultanahmet, Fatih camileri gibi camiler ve külliyeleri binlerce irili ufaklı kubbenin bir nizam içinde serpildiği tesirini uyandırmaktadır. Geçen sene bu sıralar yapılan Dünya Yüzü Kazakları Kurultayı sırasında gördüğümüz, yüzlerce kiyiz ev, topak keçe çadır, düşüncemde birleşti. Çadırlarımızı, kiyiz evlerimizi ülkeler coğrafyalar, dağlar ırmaklar aştıktan sonra, İstanbul’da ve daha batısında bu sefer taştan ve tuğladan ve artık toplamamak, sökmemek üzere kurmuştuk.

Osmanlı padişahlarının İstanbul’da dört yüz yıl oturdukları, dünyayı idare ettikleri Topkapı Sarayı taştan tuğladan yapılmış, büyüklükleri farklı yüzlerce kiyiz evden ibaretti.

Bu güzel ifadelerden sonra D. Mehmet Doğan, Bakü’den, Hoca Ahmed Yesevi’den, Yunus Emre’den Mehmet Akif’ten, Kazak şair Mağcan Cumabayulı’dan şiirler okuduktan sonra konuşmasını Yahya Kemal Beyatlı’nın aşağıdaki şiiriyle bitiriyor:

Dönülmez akşamın ufkundayız. Vakit çok geç.

Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!

Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,

Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.

Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan

Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan

Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.

Guruba karşı bu son bahçelerde keyfince,

Ya şevk içinde harab ol ya aşk içinde gönül!

Ya lale açmalıdır göğsümüzde, yahud gül.

Doğan’ın ardından Çuvaşistan Yazarlar Birliği adına Raisa Sarbi kürsüye geliyor. O ana kadar bir bayanda rastlamadığımız gür ve tok bir sesle, -   Selamün Aleyküm Kazakistan, diyor. Unutulmaz bir açılış konuşması yapıyor ardından. Ve böylece unutamadığımız bir şiir şöleni başlamış oluyor. Yıllar geçti ve hâla capcanlı olarak hatıralarımızda. Türkiye Yazarlar Birliğine selam olsun.

Bu haber toplam 237 defa okunmuştur
  • Yorumlar 1
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Diğer Haberler
    Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
    Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim