"Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler"
Yahya Kemal BEYATLI
Ağustos ayı benim için de bir ayrılık ve hüzün ayı oldu. Bunun sebebi bu ay içinde üç değerli kültür insanı dostumuzun fani ömürlerini tamamlayarak ebedilik yurduna göç etmeleriydi. Önce 11 Ağustos'ta Mehmet Doğan ağabeyin vefatıyla sarsıldık. Ondan dört gün sonra 16 Ağustos'ta Yakup Ömeroğlu'nun vefat haberini aldık. 20 Ağustos'ta ise Ersin Nazif Gürdoğan aramızdan ayrıldı. Elbette takdire razıyız. Yahya Kemal'in dediği gibi "Bezm-i ezel"de buluşacağımıza da inanıyoruz. Ama insan olmanın bir özelliği işte. İsteriz ki sevdiklerimizle hep birlikte olalım. O yüzdendir ki insan yanımızla şu anonim türküye eşlik ederek böyle durumlarda "Ölüm Allah'ın emri/Şu ayrılık olmasaydı" demekten kendimizi alamayız. Ama hani denir ya "Dünyaya ölmek için geldik." Dolayısıyla ölümün haberi gerçektir. Ne bir saniye önce ne bir saniye sonra vakti gelen göçünü toplayıp gider. Önemli olan geride hayırlı eserler bırakarak gitmek ve hayırla anılmak...
Bu üç isim de böyleydiler. Üçü de bu ülkenin en seçkin fikir insanlarındandı. Güzel işler yaptılar. Yaptıklarıyla hepimize örnek oldular Onları bu güzel eserleri ve hizmetleriyle hep anacağız elbette. Bir de tabi müşterek hatıralarımız var. Onlara kavuşuncaya kadar teselliyi bunlarda arayacağız. Öyleyse onların hatırasına hürmeten yazılan bu yazı da bizim onlar hakkında hüsn-ü şehadetimiz ve tanıklığımız olsun.
Bir hareketin insanıydı Mehmet Doğan
Bu üç isimden aramızdan ilk ayrılan Mehmet Doğan oldu. Kendisinin çalışma alanı ve eserleri itibarıyla asıl meşgul olduğu konu Mehmet Akif'ti. Buna dil ve kültür meselelerini, yakın tarih döneminin sorgulanması gibi konulan da eklemek gerekir. Bu yüzden olmalı ki ilk kitabı "Batılılaşma İhaneti" oldu. Batılılaşmanın resmi ideoloji ve bir hedef olarak belirlendiği bir ülkede bu konuyu eleştirel bir dille konuşmak kolay bir şey değildi. Ama o, yazarlık onurunu hep koruyarak sonuçları ne olursa olsun düşüncelerini cesurca yazdı. Türk insanında bu manada bir bilinç oluşturdu.
Mehmet Doğan, batılılaşma yıkımı karşısında örnek alınması gereken şahsiyet olarak Akif'i öne çıkardı. Bu büyük ölçüde hocası Nureddin Topçu'nun ona yüklediği tarihi bir görevdi.
“Camideki Şair Mehmet Akif”, “İslâm Şair İstiklâl şairi Mehmet Akif”, “Mehmet Akif Çanakkale'den Sakarya'ya” kitaplarıyla onu hem şahsiyet hem fikir hem de mücadele adamı olarak Türkiye'nin gündemine taşıdı. Kitaplarına “Mehmet Akif Sempozyumları”, “Safahat Okumaları”, “Mehmet Akif Araştırma Merkezi”, “Taceddin Dergâhı’nın Bakımsızlıktan Kurtarılması” gibi bir insanın gücünü de ömrünü de aşan işler eklendi. Bunları da yüz akıyla başardı. 1978’de arkadaşlarıyla kurduğu Türkiye Yazarlar Birliği, milli kültür ve edebiyatın kurumsal mücadele alanı oldu.
Mehmet Akif “Bence iki şey mukaddestir: Din ve dil” der. İşte Mehmet Doğan için söylememiz gereken önemli bir özelliği de Akif'in bu hassasiyetine ortak olan biri sıfatıyla Türkçenin yılmaz bir neferi olmasıydı. O dil devrimini haklı olarak bir “soykırım” olarak gördü. İslâmcı ve yerli olduklarını söyleyenlerin bile batıcılara özenerek uydurma Türkçeyle eser verdiği yıllarda o, Türkçeye sahip çıktı. Yazılar yazdı. Türkçenin en kapsamlı sözlüğünü hazırladı. Tabi eserleri bunlardan ibaret değil. “Neden Klasiklerimiz Yok?”, “Kelimelerin Seyir Defteri”, “Türk Kimliğinin Coğrafyaları” ve daha pek çok eseri kültürümüze kazandırdı.
Mesele sadece eserlerden ve yapılan faaliyetlerden ibaret değildi. Zira bir insan kitap yazabilir, konuşmalar yapabilir, bir mücadelenin içinde olabilirdi ama asıl önemli olan ve bunları kıymetli hâle getiren o kişinin şahsiyetidir. İşte Mehmet Doğan da tıpkı hocası Nurettin Topçu ve izini sürdüğü mücadelesini yürüttüğü Mehmet Akif gibi bir karakter abidesiydi. Çok çalışkandı, zorluklardan yılmayan bir ruh taşıyordu. En bariz vasıflarından biri de konjonktüre göre hareket eden biri olmamasıydı. İnandığı doğruların peşinde eğilmeden bükülmeden koşan bir insan oldu. Davasında da insani münasebetlerinde de çok samimiydi. Çelebi bir tabiatı vardı. Ama bu sükûnet içinde milli ve dini değerlere düşmanlık edenlere karşı soylu bir öfkesi de vardı.
Onunla olan şahsi ilişkilerimize dair de çok şey söylemeliyim ama sözü uzatmamak için şunlarla yetineceğim: Onunla kırk yıla yaklaşan bir dostluğumuzu vardı. Bu benim en önemli kazanımlarımdan biridir. İşte bu yakınlık sebebiyle hem kurduğu ve uzun süre başkanlığını yaptığı Türkiye Yazarlar Birliği'nin üyesiydim hem de özellikle Akif konusunda yapılan pek çok faaliyetin ortak konuşmacılarıydık. Türkiye'de pek çok şehirde, Türk cumhuriyetlerinden Balkanlara pek çok ülkede birlikte olduk. Sonra gün geldi, vakit tamam oldu ve onu çok sevdiği Hacı Bayram Veli'nin adını taşıyan camiinde kıldığımız cenaze namazıyla ona son görevimizi yapıp ardından Taceddin Dergâhı haziresinde sırladık. Bu ben dâhil hepimizin hüznünü kısmen azaltan bir olay oldu. Zira Akif için bunca emek veren biri için en uygun yer Akif'in hatıralarının bulunduğu ve istiklal marşımızın yazıldığı bu mekân olmalıydı öyle de oldu.
Türk dünyasını Yakup Ömeroğlu ile tanıdık
Aramızdan ayrılan ikinci isim ise Yakup Ömeroğlu oldu. Asıl mesleği veterinerlikti. Gazi Üniversitesinde akademisyenlik yapmaktaydı. Onu önce yazar olarak tanıdık. “Tatarlar ve Tataristan”, “Türkistan Yesevi'nin Şehri Yesi'ye”, “İki Çınar” gibi kitapları yazdı ama biz onu bu sıfatından çok daha önemli bir yanı ile tanıdık. Malum, cumhuriyet döneminde Türk dünyasına hayli kapalı bir dönem geçirdik. “Türkiye Türklerindir” dedik ama Asya'da Balkanlarda ve dünyanın daha pek çok yerinde yaşayan Türklerden habersiz yaşadık Onlar da uzunca bir zaman Sovyet işgali altında kalmışlardı. Bu sebeplerle aramızda bir iletişim yoktu. Şairleri, yazarları, fikir insanları kimlerdi, neler yazıyorlardı, ne haldeydiler bilmiyorduk. Onlar da bizi bilmiyorlardı.
İşte Ömer Yakupoğlu ismi bu manada öne çıkan bir isim oldu. Kendisi uzunca bir dönem Mehmet Doğan'ın hayata geçirdiği Türkiye Yazarlar Birliği içinde yer aldı. Hatta bir dönem genel başkanlığını yaptı. Daha sonra oradan ayrılarak "Avrasya Yazarlar Birliği"ni kurdu. İşte bu birlik ve çıkardığı “Kardeş Kalemler” dergisi vasıtasıyla Kazak Türkleri, Özbek Türkleri, Kosova Türkleri ve diğerleri haklarında bilgi sahibi olduk. Bengü yayınevini kurarak Türk Dünyası yazarlarının kitaplarını yayımladı. Bu ülkelerde “Türk Dünyası Gençlik Kampı ve Kurultayları”, “Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi”, “Türk Dünyası Genç Yazarlar Buluşması” gibi etkinlikler düzenledi. “Yazarlık Akademisi”yle Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Batı Trakya'da yaşayan gençlere edebiyat eğitimi verdi. Onun sessiz, samimi, işi ranta, şöhrete çevirmeden yaptığı bu çalışmalar Yakupoğlu ismini milletimizin gönlünde hep yaşatacak çalışmalar olacaktır.
Mehmet Doğan gibi Yakup Ömeroğlu da şahsen tanıdığım, dostluk kurduğum bir isimdi. Mehmet Doğan'la olduğu kadar uzun beraberliklerimiz olmasa da yine pek çok platformda birlikte olduk. Kurduğu derneğin üyelerinden biriydim. Türk Dünyası Vakfında birlikte görev yaptık. Kırım'a birlikte gittik. Yaptığı bir radyo programında Yunus Emre'yi konuştuk. Bende unutulmayacak bir hatırası da şudur: Yunus Emre Şiileri Kazak Türkçesine çevrilmişti. Kitaba Yunus Emre'yi hayatı, fikirleri, şiirleri itibariyle tanıtan bir metin de eklenecekti. Bunun yapılmasını benden istemişti. İstenilen uzunlukta bir metin yazdım ve bu metin kitaba eklendi. Ardından Almatı'da kitapla ilgili tanıtım toplantısında gelen misafirlere Yunus Emre hakkında bir konuşma yaptım.
Yakup Ömeroğlu ile maalesef son yıllarda bayramlarda tebrikleşmelerin dışında görüşme imkânımız olmadı. Mehmet Doğan'ın cenazesinde öğrenmiştim hastalığını. Hemen bir mesaj yazarak “geçmiş olsun” dileklerimi iletip müsaitse konuşmak istedim ama bu mümkün olmadı. Çok geçmedi, vefat haberini aldık. Cenazesi Cebeci mezarlığına defnedildi. Ne yazık ki sağlık sorunlarım sebebiyle orada bulunamadım.
Ersin Nazif Gürdoğan hem ilim hem gönül insanıydı
Aramızdan ayrılan üçüncü isim ise Nazif Gürdoğan oldu. Kendisi makine mühendisliği dalında eğitim görmesine rağmen sonradan işletme ve iktisat alanlarına yöneldi. Bu alanda hocalık yaptı. Ama onu asıl önemli kılan özelliği gazeteci ve yazar vasfı ve fikir adamı kimliği idi. Bir günlük gazetede güncelin ötesinde insanı ilgilendiren derinlikli yazılar yazdı. Mesleki kitaplarının yanı sıra “Görünmeyen Üniversite”, “Kirlenmenin Boyutları”, “İki Dünyanın Hesaplaşması”, “Zamanı Aşan Şehirler”, “Günler Akarken”, “Hicazdan Endülüs'e” kitapları yayımlandı. Yazdığı konularla ilgili yerli bir münevver vasfıyla özgün fikirler söyledi.
Bunlar bir entelektüel bilim adamının eserleriydi ama içlerinden biri vardı ki bu onun baş eseri sayılabilir. O da ilk kitabı olan “Görünmeyen Üniversite” eseridir. Bu eserinde kendisinden manevi eğitim aldığı Nakşibendi mürşidi M. Zahid Kotku'yu anlattı. İşte bu durum onun tasavvufla olan ilgisini de gösteren bir örnektir. Tabi burada bir isim daha anılmalıdır. O da yine bir tasavvuf insanı olan Fethi Gemuhluoğlu'dur. O böylesi iki güzide insanın rahle-i tedrisinden geçti. Artık karşımızda derviş tabiatlı bir ilim ve gönül insanı vardı. Bu vasfıyla her daim güler yüzlü, samimi bir insan olarak yaşadı. Nitekim vefat edince vasiyeti üzerine Yunus Emre'nin kabrinin bulunduğu Sarıköy'e defnedildi. Ne yazık ki onun cenazesinde de bulunmak nasip olmadı.
Nazif Gürdoğan'la hemşeri idik. Fakat Eskişehir'de değil İstanbul'da yaşıyordu. Bu yüzden çok sık münasebetlerimiz olmadı. En somut birlikteliğimiz kurucuları arasında bulunduğu “Mavera” dergisinde oldu. Bu dergide ikimizin de yazıları yayımlandı. Bir başka dergi münasebetimizde rahmetli Esat Coşan'ın çıkardığı “İslam”, “Kadın ve Aile”, “İlim ve Sanat” dergileri vesilesiyle oldu. Orada zaman zaman yazılar yazdım. Bunlar onun talebi ve teşvikiyle gerçekleşti.
Onu son görüşüm 18 Ocak 2022'de Ümraniye Belediyesinin düzenlediği Sezai Karakoç panelinde oldu. Benim, Ali Ural ve Seyfullah Kartal'ın da katıldığı bu programda ondan Sezai Karakoç'u dinledik. Konuya hâkimiyeti, coşkulu anlatımı hâlâ hafızamdadır. Bu vesile ile M. Zahit Kotku ve Fethi Gemuhluoğlu'ndan sonra onda iz bırakan üçüncü ismin Sezai Karakoç olduğunu öğrenmiş olduk.
Sonuç yerine
Türkiye için çok büyük kıymet taşıyan bu üç önemli kültür insanı dostumuzu rahmetle anıyorum. "İnsan ölür, eseri kalır." denir ya onlar gittiler ama eserleri kaldı. Bunlar her dönemde okunmaya değer kıymete sahip eserlerdir. Ayrıca bilir ve inanırız ki ölüm sonsuz ayrılık değildir. Bu yüzden sevgileri gönüllerde yaşamaya devam edecektir. Etmelidir de... Çünkü bu üç ismin de yaşadıkları dönemde yaptıkları, söyledikleri ile hem bugünümüz hem de istikbalimiz açısından çok önemli kişilerdir. Dileriz "İnsan nisyan ile maluldür" sözü bu konuda gerçekleşmez. Çünkü unutmak kaybetmek ve hafızasız kalmaktır. Buna izin vermemek gerekir. Üçünün de ruhları şad olsun.
AY VAKTİ 212. Sayı /5-8
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.