Öyle anlaşılıyor ki Âkif kendini bir merkezî konumda görmüyor.
Bir nam peşinde de değil. Böyle bir hırsı yok.
Şairliğin de edipliğin de onun nezdindeki yeri iddialı bir yer değil. Âkif’in şiirle ilişkisi bir iddiadan çok bir iç mecburiyete benziyor. Şair olarak anılmanın, şair kalmanın, şair olarak geleceğe damga vurmanın falan bir karşılığı yok Âkif’te. Belki içte, derinlerde, gizlilerde zaman zaman kelebek vuruşuyla kendini hissettiren bir arzu olabilir ama bunun da anlık ve geçici olduğunu sanıyorum. Kısaca, Âkif’te, kendi şahsi planlarını kurmamış olmanın bir yalınlığı ve hesapsızlığı var.
Hesap adamı olmadığını söylemeye elbette gerek yok Âkif’in. Yok ama bu kadar hesabi olmayış tedirgin edecek kadar saf ve safiyet dolu görünüyor. Öyle ki beşer olmanın sınırlarını zorluyor bazen. Elbette dehanın da imanın da insanı beşer noktasında tutacak eksik ve hasarlı bir kanadı vardır. İşte o noktaya kadar gidiyor bazen Âkif’in safiyeti.
Âkif gibi kişilerin birçok insanı kolayca peşinden sürükleyen hesabilik gibi kimi duygu durumlarına yabancılık çektiğini ya da bu duygulara bigâne yaratıldığını düşünüyorum. İlişkileri ya da durumları bir samimiyet içinde kavrıyor ve inancına müteallik bir konuma yükseltiyor. Kanaatim o ki bu durum, Âkif’i meziyet sahibi yapan “varlık kaidesi”ni oluşturmaktadır. Bugün itibarıyla, sevenleri tarafından oluşturulmuş, bazı yönleriyle de efsaneleşmiş portresinin gerisinde bu “varlık kaidesinin” büyük payı olduğunu düşünüyorum. Hesabilikten “yoksun oluş” onu hem meziyet sahibi yapıyor hem de tarihin ve talihin düğüm noktalarına adını kazıyor.
*
İstiklâl Marşı’nın mümin bir ruhun sesi/yankısı olduğunu görebilmek için fazla dikkate gerek yoktur. Âkif’in Kur’an’la ünsiyeti onun kalemine ve düşüncesine sirayet etmiş ve şekil vermiştir. Yazdığı şiir bu şeklin tezahürlerinden biridir. Biraz iddialı olmakla birlikte şunu söyleyebiliriz ki İstiklâl Marşı Kur’an’ın küçük ve sembolik bir tefsiridir. Şiire dönüşmüş tefsiri. Kelimelerinde de ruhunda da bunu görmek mümkün. Ben şahsen Âkif’i bu noktadan bakarak seviyor ve önemsiyorum.
O, bizi, bir şairin kelimelerinden çok bir müminin nefesiyle karşılıyor.
Türkiye, İstiklâl Marşı’nın yazılmasına gerekçe olan tarihi süreçte sadece fiziki yokoluş tehlikesiyle değil manevi yokoluş tehlikesiyle de imtihan oldu. İslam âleminin kalbini parçalamaya çalıştılar. Güçleri yetseydi bunu yapacaklardı. Zaten bütün savaş da bunun için verildi. Haç, Hilal’e son darbeyi vurmaya yeltendi ama bumerangını unuttu. Neredeyse kendi göğsü parçalanıyordu. Yeni Dünya’nın (Amerika) nefesi yetişmeseydi işi zordu. Talih Batı’ya Amerika’nın eliyle bir fırsat daha vermiş oldu.
Aslına bakılırsa manevi iklimimiz yüzyıldan fazladır darboğazdaydı. İstiklâl Marşı’na ihtiyaç duyuran bütün sürecin nedeni bu darboğazdı. Ve bu darboğaz nefes alamayacak bir duruma gelmişti. Çoğu defa Cumhuriyet Dönemi suçlansa da aslında Tanzimat’ı takip eden süreçte iç âlemimiz bize yabancılaşmaya başlamıştı. Osmanlının son yüzyılı manevi darboğaz dönemidir. Cumhuriyet Dönemi’nin yanlış reçeteleri önemli oranda bu darboğazın bir sonucudur.
İstiklâl Marşı bu manevi darboğazın bir ümit ışığıyla aydınlanacağının ve sonlanacağının önemli bir işareti ve belgesidir.
Toplumun İstiklâl Marşı ile bağı bir yasal bağ değil gönül bağı halinde teşekkül etti. Başından beri. Eğer takip eden süreçteki manevi yaralanmalar olmasaydı bu bağ bize bugün büyük moral bağı olabilir ve yeniden evrensel bir nizam kurabilirdik. Ama Âkif’e yapılan haksızlıklar devamında ülkeye ve İslam âlemine de yapıldı ve böylece hayal parçalandı.
*
Âkif’in Ankara’ya gelişi ve Millî Mücadele’ye etkin bir şekilde katılışı hem fiziki hem de manevi nizamın yeniden kurulacağı hayali ve düşüncesiydi. Bu gelişin gerisinde de bir hesabilik göremiyoruz. Kurulacak yeni düzenden pay kapma yarışında değildi yani. Tarih bize Âkif’in Ankara’ya gelişinde bir hesabilik içinde olmadığı hususunda yeterince veri sunuyor. Ankara’ya gelişinin “çürümüş” İstanbul’u yeniden ayağa kaldırmak ve ümmetin hayalini canlı tutmak için olduğunu anlıyoruz. Ne var ki tarih ve talih onu bu noktada yalnız ve umutsuz bıraktı. Hesabi olmayış onu bir taraftan İstiklâl Marşı’nı yazdırarak adını tarihe nakşederken bir taraftan da Mısır sürgünü ile hayatını parçaladı ve gurbete fırlattı.
Âkif’in İstanbul’dan Ankara’ya gelişinin gerisinde, derinlerde Abdülha- mid’e duyduğu öfkenin payı olabilir mi? Âkif, Abdülhamid’i iyi ve hakikatli bir yönetici olarak görmemişti. Hatta despotluğuna vurgu yapıyordu. Mithat Cemal’e bakarsak hem Abdülhamid’ten hem sonraki padişahlardan “iğreniyordu” (Cemal, 1990: 210). Onun bu bakış açısı birçok dönemdaşı gibi kendisini de Abdülhamid’in hedefi haline getirmişti. Abdülhamid bizim tarihimizin ilginç ve tartışmalı şahsiyetlerinden biridir. Varlığını bir nimet olarak görenlerin yanında bir talihsizlik olarak görenler de hep olagelmiştir. Ona Kızıl Sul- tan’dan Ulu Hakan’a kadar uzanan geniş ve tuhaf bir portre çizildi.
Abdülhamid bir büyük devletin ıstırabına ve korkusuna engel olmaya çalıştı elbette. Ne ki bunu yaparken sıkı bir yönetim biçimini de kendine esas almıştı. Onun bu yönetim tarzı ister istemez bazı berrak dimağları da incitti. Âkif gibi. Durum böyle olunca, Abdülhamid’e duymuş olduğu öfkenin Âkif’i Ankara’ya taşıyan nedenler arasında hiç de küçümsenmeyecek bir yeri var gibi geliyor. Abdülhamid ile ilişkisi bir sevgi ve saygı ilişkisi şeklinde sürmüş ve sonuçlanmış olsaydı belki de Âkif Ankara’ya gelmez ya da daha geç gelebilirdi. Onu Ankara’ya taşıyan yolun bir kısmı Abdülhamid’e duyduğu öfke tarafından inşa edilmiştir diyebiliriz. İstiklâl Marşı’nın kaderi içinde bu tuhaf durumu da küçümseyemeyiz diye düşünüyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.