- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler

- İstanbul21°C▼
- Ankara23°C
- İzmir23°C
- Konya20°C
- Sakarya24°C
- Şanlıurfa22°C
- Trabzon22°C
- Gaziantep20°C
ZEYNEP SATİ YALÇIN: D. MEHMET DOĞAN’DA DİL SEVDASI
D. Mehmet Doğan, Türkçe sevdalısı, Büyük Türkçe Sözlük’üyle öğrenciliğimde tanıdığım müstesna kalemlerden biridir.

06 Ocak 2025 Pazartesi 14:38
İnternet’in olmadığı dönemdeki bir edebiyat öğrencisi için bulunmaz bir nimet gibiydi büyük sözlük. Kitap okur gibi sözlük okumuştum o dönem. Sonraki yıllarda da gerek gazete ve dergi yazıları gerekse diğer kitaplarındaki yazılarıyla, değişmeyen dik duruşu ve engin Türkçe sevdasıyla bir nesil için yol gösterici olmuştur, aziz ruhu şâd olsun.
Ömrünü dilin inceliklerini düşünmek, araştırmak ve anlatmakla geçiren Mehmet Doğan’ın hemen her eserinde değindiği ana tema dil olmuştur. Batılılaşma çabalarının başladığı 19. asırdan beri maddi ve manevi olarak kaybettiğimiz ne varsa temelinde dil zafiyeti olduğuna defaatle dikkat çekmiştir. Elbette ki dil tek başına bir etken olmamıştır ama temeli kuran en önemli etkenlerden biri olmuştur. Nasıl ki dil öğrenirken öğrendiğimiz dilin edebi eserlerini okuyor ve bu vesileyle kültürüne vakıf oluyorsak, dilini bilmesek de edebi eserlerini okuduğumuz dile ait kültürün tesirinde kalmamız kaçınılmazdır.
Uzun süren dünya savaşları sonrasında ağır yenilgilerin, dağılan imparatorlukların, maddi alandaki gerileme ve çöküntünün Batı karşısında oluşturduğu eksiklik duygusu, Batının her anlamda taklit edilmesinin gerekliliği anlayışını ve zamanla bu anlayışın alışkanlığa dönüşmesini doğurmuştur. Mehmet Doğan’a göre bu batılılaşma hareketi yalnızca Türkiye ile ilgili bir mesele değildir, bütün İslam ülkelerini ve İslam olmayan Rusya, Çin, Hindistan Japonya gibi Doğu ülkelerini de kapsayan bir harekettir. Batı olarak işaret edilense yalnızca Batı Avrupa ve Amerika’dır.[1]
Kültürel anlamda Batı tesirine girmeye başladığımız 19. asırda çeviri eserler yoluyla önce edebi ve kültürel olarak başlayan Batı etkisi, zamanla toplumu derinden sarsan yabancılaşma ve yozlaşmaya dönüşmüştür. Ardından milliyetçilik hareketleriyle ateşlenen ve bir döneme damgasını vuran sadeleşme ve özleşme çabaları dildeki kelime ve kavramlarımızın kiminin anlam kaybına, kiminin anlam değiştirmesine kiminin de hastalanıp yok olmasına neden olmuştur. Oysa dil, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın mısraında olduğu gibi “ses bayrağım”ızdır, kaybetmemek için azami özen isteyen en kıymetli varlığımızdır, kimliğimizdir, dilimizdeki zayıflık kimliğimizdeki zayıflıktır, dilimizdeki zenginlik kimliğimizin zenginliğidir. Wittgenstein’ın, “dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” sözüyle ifade ettiği gibi eylemden önce gelen zihinsel tüm faaliyetler ancak dille yapılır.
Bizi çevreleyen bir dil evreninin içine doğarız. Ne zaman var olduğunu bilmediğimiz dilin mucizevi etkisine girer, çevremizde olup bitenleri dille kavrar, anlar, anlaşır, büyürüz. Sevgiyi, saygıyı, merhameti, hak ve hukuku dille arar, birbirimizi dille severiz. Dille acımızı yaşar, feryadımızı ilencimizi dille göndeririz varacağı yere. Dille yaratıcımızdan haberdar olur, kulluğumuzu anlar, her yerde hazır ve nazır olan Rab ile konuşmamızı dille gerçekleştiririz.
Sesler, kelimeler ve cümlelerden örülü dil, yalnız konuşma ve iletişim kurma aracı değil, var oluşumuzun da anlam kazanma nedenidir. Yaşadığımız dünyaya dair, dünya ötesine dair bildiklerimiz, merak ettiklerimiz, bilmek için çaba gösterdiklerimiz, bilimle sanatla kendimizi anlama, anladıklarımızı, arayışlarımızı başkalarına anlatma gayretimiz, çeşitli işaret ve sembollerle ifade edilen dille mümkündür.
Varlığı kendinden olan, bilinmek için kâinatı ve insanı yaratan Allah, insanla iki şekilde konuşmuştur; kâinatın ve vahyin diliyle.[2] İlahi kelama vahiy diliyle muhatap olan insan, yaratıcısını ve onun kendisini yaratmaktaki muradını dil vasıtasıyla anlar. Dille düşünür, hisseder, düşündüğünü ve hissettiğini ancak dille anlatır. Nesiller arasındaki bağ dille kurulur, kültür aktarımı dille devam eder. Toplumdaki nizam, adalet, huzur ancak dille sağlanır.
Heidegger’in, “Dil varlığın evidir. Dilin meskeninde insan ikamet eder. Düşünenler ve şiir yazanlar bu meskenin koruyucularıdır”[3] dediği gibi dil insanın evi ise, evimiz bizi yansıtan aynadır. Onu biz inşa eder, içini süsler, manzarasını yine biz seçeriz. Zengin veya yoksul, süslü ya da sade, karmaşık veya düz, geniş ve ferah olması, ufkunun açık olup her mevsim güzellikleri görmesi veya karanlık, izbe bir duvara bakması bizim elimizdedir.
Bunca önemli olan dil, kemikleşmiş, katı, durağan bir yapı değildir. Değişen, dönüşen, bazen doğuran bazen hastalanan canlı bir yapıdır. Dilin, dile ait kelime ve kavramların değişmesi düşüncenin değişimini, düşüncenin değişimi ise yaşam biçiminin değişimini getirir. Bu değişim olumlu yönde olabileceği gibi olumsuz yönde de olabilir. Bireyi inşa ederken parçası olduğu toplumu da inşa eder.
Toplumun ve bireyin inşasının temelinde aidiyet hissi vardır. Bir aileye, yere, birine, bir millete, bir inanca, görüşe ait olduğunu bilmek ister insan. Köklerini, nereden nasıl geldiğini bilmek, durduğu yeri aydınlatacağı gibi nereye gideceğine dair de yol gösterecektir.
Kelime ve kavramların etkisinin bu denli farkında olan Mehmet Doğan, bir milletin bağımsızlığında ve bekasında dilin ne denli mühim bir yer tuttuğunu anlatmaya çalışarak eserleriyle dil istilasına karşı mücadele ederek dikkatimizi çekmek istemiştir. Adeta dil vasıtasıyla neleri kaybettiğimizi, ciddiye almadığımızda daha neleri kaybedebileceğimizi örnekler vererek göstermiştir. Şüphesiz insanın kendini tanımlaması, varlığına anlam katması, milletin iyi günde kötü günde birlik ve beraberliği, kalbinin ortaklaşa çarpması dille mümkündür.
Bir başka Türkçe sevdalısı Orhan Şaik Gökyay Destursuz Bağa Girenler adlı eserinde kelime ve kavramların tılsımlı olduğundan söz eder. Doğru anlamlarına ulaşmak için üç madde önerir: İlk önce en zengin kaynak olan halka gitmek, ardından güvenilir sözlüklere müracaat etmek, son olarak da ilk kullanıldığı metinlere kadar ulaşıp sonraki yazarların eserlerindeki kullanımına bakmak. Çünkü kelime ve kavramlar, halk nasıl kullanmışsa öyle yerleşecektir dile. Bu yeterli olmayacaktır tabi, çünkü kelime ve kavramların anlamları hakkında tam ve doğru yargıya varmak için o dilin tarihini, coğrafyasını, kültürünü, dilin geçirdiği evreleri ve kelimelerin cümlede kullanıldığı bağlamları da iyi bilmek gerekmektedir.[4]
D. Mehmet Doğan, Kelimelerin Seyir Defteri[5] adlı kitabındaki yazılarda dil bilincinin önemine vurgu yaparken, kelimelerin tarih içindeki seyrini de anlatır. Sözlükleri okyanusa, kelimeleriyse bu uçsuz bucaksız denizde seyreden gemilere benzetir. Tarihi seyri içinde kelimelerin nasıl anlam değiştirdiğine değinir. Rotasını kaybeden, korsanlarla karşılaşan güçlü, zayıf, nazenin gemiler. Tarihselliği içinde kelime ve kavramların aldığı yolu bilmeyi çok önemser. Bu seyir günümüzden başlayıp Yunus Emre’ye Kaşgarlı Mahmut’a dek uzanan geçmiş metinleri doğru anlamayı sağlar. O metinlerle kurulan bağ, sosyal yaşamdan toplumsal hafızaya aktarılan kültürün tortularında, toplumun aksayan veya bir nizam oluşturan yanlarını görmeyi kolaylaştırarak ıslahı mümkün kılar.
Anlamı daraltılan, öz Türkçecilik uğruna canına kıyılan kelimeler için kendi kelimeleriyle çığlık atar adeta. Bununla yetinmez, devlet kurumlarını eleştirir, devletçe yazılan sözlüklerin eksikliklerini ortaya dökmekten geri durmaz. En çok nazarı dikkatimizi celbedense 1945’te hazırlanan Türkçe Sözlük’te İstiklal Marşı’nın anlamını çözmek için devlet sözlüğünü eline alanların, İstiklal Marşı’nı Mehmet Akif’in kast ettiği manaya uygun olarak anlamasına müsaade etmediği yönündeki yazısıydı.[6] Bunun yanında aynı sözlüğün sunuş yazısında “ölü kelimeler”e yer verilmediğinin belirtildiğini ifade ederek bu anlayışa isyan eder: “Yunus Emre’nin kelimeleri, Mehmet Akif’in kelimeleri, Yahya Kemal’in kelimeleri, Ömer Seyfettin’in kelimeleri, Ahmet Haşim’in kelimeleri, Halit Ziya’nın, Peyami Safa’nın, Reşat Nuri’nin, Halide Edib’in, Yakup Kadri’nin, Refik Halit’in, Necip Fazıl’ın… kelimeleri… Sözlük yayınlandığında bu şair ve yazarların çoğu yaşıyordu. 1945’te Türkiye’de ‘günümüzde Türkçenin yaşayan en büyük şairi kimdir?’ anketi yapılsa idi, büyük bir çoğunluk hiç şüphesiz ‘Yahya Kemal’ derdi. Türkçe Sözlük’te Yahya Kemal’in kelimelerinin çoğu yoktu! O zamanında Türkçenin en büyük şairi idi ama Dil Kurumu’na göre ‘ölü kelimelerle’ yazıyordu! Ne kadar tuhaf!”[7]
Altı asır boyunca ince ince işlenen Türkçe ile maddi ve manevi alanlarda ihtişamlı bir İslam medeniyet kuran Osmanlı Devleti bilimde, sanatta, musikide, mimaride, hukukta ve günlük hayatta dilimizi de zirveye çıkarmıştır. Her yükselen bir gün düşer, her düşen bir gün yükselir ilahi yasasınca kıyıma uğrayan kelimelerimiz de yeniden dirilebilir. Kendi tarihselliği içinde olduğu gibi olmasa bile ufkumuzun şimdikinden çok daha açık olacağı, zengin kelime dağarcığı ile tarih ve kültürümüzü daha iyi anlayıp aktaracağımız bir gerçektir.
Kaynaklar
Şehir Defteri 18 / Ocak 2025
[1] D. Mehmet Doğan, Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, Yazar Yayınları, 2009, s.17.
[2] Sadık Kılıç, Seferler Arefesindeyim Hep, Gelenek Yayıncılık, 2004, s.17.
[3] Martin Heidegger, Hümanizm Üzerine, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, 2020, s.5.
[4] Orhan Şaik Gökyay, Destursuz Bağa Girenler, Yeditepe Yayınevi, 2019, s.18-19.
[5] D. Mehmet Doğan, Kelimelerin Seyir Defteri, Yazar Yayınları, 2015, s.5.
[6] A.g.e, s.199.
[7] A.g.e., s.121.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.