- Hakkımızda
- TYB Ödülleri
- Genç Yazarlar Kurultayı
- Kitaplık
- Ahlâk Şûrası
- Yazar Okulu
- Mehmet Âkif Ersoy
- Türkçe Şûrası
- Milletlerarası Şehir Tarihi Yazarları Kongresi
- Yayınlar
- Söyleşi
- Şube Haberleri
- Salgın Edebiyatı
- Haberler
- Şiir Şölenleri
- Mesnevi Okumaları
- Kültür & Sanat Haberleri
- Kültür Kervanı
- Kırklar Meclisi
- Duyurular
- Biyografiler
TÜRKÇE ŞÛRASI’NDAN SEÇMELER-2 PROF. DR. ALİ UTKU: FELSEFE DİLİ OLARAK TÜRKÇE: TARİHSEL BİR SORUNLAŞTIRMA
Yunus Emre ve Türkçe Yılı münasebetiyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin öncülüğünde Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Yunus Emre Ensitiüsü ve Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’nın müştereken düzenlediği Türkçe Şûrası 26-27 Kasım 2021’da yapıldı.
28 Eylül 2022 Çarşamba 15:15
İlk defa dilimizin meseleleri çok geniş bir yelpazede ilim, fikir ve edebiyat adamlarımız tarafından dile getirildi ve tartışıldı.
Türkçe Şûrası’nın kitabı geçtiğimiz günlerde yayınlandı. 556 sayfalık hacimli kitaptan değerli ilim ve fikir adamlarının görüşlerini seçme cümlelerle kamuoyuna sunulmasının faydalı olacağı düşüncesindeyiz.
Prof. Dr. Ali Utku: Felsefe Dili Olarak Türkçe: Tarihsel Bir Sorunlaştırma
Celal Nuri 1926’da yayımladığı Türk İnkılâbı başlıklı eserinin “Mukaddime”sinde imparatorluktan ulus devlete geçiş döneminin hızlı değişim süreçlerini muhakeme ederken Abdülhamid devrinin “nâmuskârane düşünür insanları” “ ‘Ashâb-ı Kehf’ gibi birkaç sene uyuyup şimdi uyansalardı, bu dakikada sıhhatlerine şüphe edilmeyen fikirler, akideler, ümniyeler [ümitler] kendilerine arz edilince bu zevâtın, elbette, şirâze-i dimâğları bozulacaktı…” der. Umûmi harp ve onu takip eden meşkûk ve cılız sulh, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe intikali, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu, fikirlerde o derecede değişime yol açmıştır ki muvazenesini kaybetmeyen bir insan, “– Ben asla fikrimden dönmedim veya fikir değiştirmedim!” iddiasında bulunamaz.[1] Hadiselerin hesaplanamazlığını ve öngörülemezliğini vurgulayan bu ifadeler –paradoksal biçimde– yakın dönem kültür hayatımızda modernleşmeci ideolojik projelerin (hesaplamaların ve öngörülerin) “inkılâp” fikrine dair bir tartışmaya zemin açmak içindir. Çok yönlü modernlik arayışlarımızın talep ettiği kurucu, bütünleştirici teorik modeller alanı olarak felsefenin diline ilişkin sorunlar da elbette değişim süreçleri bağlamında, bu teori-pratik problematiği içinde ele alınmalıdır. Zira Tanzimat’tan günümüze Türkçe’nin büyük hareketi, modernlik serüvenimizin değişim süreçlerine doğrudan eşlik ve aracılık eden, ideolojik kutuplar tarafından en çok tahakküm, temellük, teşekkül edilmek ve söylemsel taleplere en çok uyarlanmak istenen dil alanının tarihsel tecrübelerini ihtiva ediyor.
Felsefenin üç temel alanına işaret eden “varlık”, “bilgi” ve “değer” terimlerinin yerinde bir dönem “vücûd”, “marifet” ve “kıymet” terimlerinin bulunduğunu hatırlatarak felsefe dili olarak Türkçe bağlamında yaşanan radikal tarihsel tecrübeleri –Celal Nuri’nin ‘Ashâb-ı Kehf’ metaforunu hatırlatacak– bir anekdotla sorunlaştırmaya açabiliriz: Hilmi Ziya Ülken'in “Felsefe terimlerinin sıcaklığına ve harîmine nüfuz onun sayesinde mümkün oldu”[2] dediği Mufassal Kâmûs-ı Felsefe’siyle (1915-1920)[3] Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e “felsefe dili olarak Türkçe”nin gelişimine en ciddi katkılardan birine imza atan Rıza Tevfik, ölümünden bir yıl kadar önce, 1948’de kendisiyle yapılan bir röportajda, tamamlayamadığı ansiklopedik eserinin akıbetiyle ilgili şunları söylemiştir: “Mütareke oldu, kitabın yazılması ve basılması geri kaldı. […] Umumi aftan dört buçuk sene sonra [1943] anavatana döndüğümü biliyorsunuz, hattâ âdi kelimeler bile değişmiş, yenileri de tamamen tayin edilmemiş. Bu uydurma lisânla Felsefe Kâmûsu’nun ikmâl edilemeyeceği gün gibi aşikârdır.”[4] Cumhuriyetin erken yıllarında –pek çok muadili gibi– hızlı değişim süreçlerinin faili, kurucu aktörlerinden biri değil, hatta mağduru, ancien regime’in bakiyesi durumundaki Rıza Tevfik’in Nisan 1948’de sarfettiği bu sözleri elbette öncelikle Cuhuriyet’in genel dil politikası ile birlikte, 1928 Harf Devrimi ve 1932 Dil Devrimi süreçlerinin sonuçları bağlamında düşünmek gerekir. Ancak daha geniş tarihsel perspektiften bakıldığında, Mufassal Kâmûs-ı Felsefe’nin Tanzimat’tan Meşrutiyet’e giderek karmaşıklaşan felsefe dili sorununa çözüm arayışları bağlamında üretildiği gerçeği de gözden kaçmayacaktır. Nitekim ilk cildi 1915’te yayınlanan muhalled eserin “Bazı İzahat” başlıklı mukaddimesinde de Rıza Tevfik “memleketimizde efkâr-ı felsefiyye ve hakâyık-ı ilmiyyenin –lüzûmu kadar!– intişâr ve ta’mîm edememiş olması”ndan şikâyet eder ve bunun sebebini de “kendi istidatsızlığımızda” değil, “lisân-ı ilmîmizin –maatteessüf– uzun müddet ihmâl edilmiş bulunmasında” görür ve “ıstılâhât” yani “terimler” konusunda “garip bir vaziyet”te bulunduğumuza işaret eder: “[s]anki kendi sikkesi olmayıp her türlü akçeye revaç veren ibtidâî ve bedevî bir memleket halindeyiz.”[5]
Rıza Tevfik’in Mufassal Kâmûs-ı Felsefe’si –Babanzâde Ahmed Naim’in Georges L. Fonsgrive’den tercüme ettiği Mebâdî-i Felsefeden İImü’n Nefs’in sonunda sunduğu fihrist niteliğindeki “Lûgatçe”si (1917)[6] ile birlikte– 1913’te Maarif Nâzırı Şükrü Bey’in girişimiyle kurulan Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni’nin kültür dünyamızda Batılı felsefe terimlerine karşılık bulma ve asıl önemlisi bu konuda bir konvansiyon oluşturma yönünde ilk ilmî ve resmî nitelikli kolektif girişim olan çalışmalarının devamı niteliğindedir. Tanzimat sonrası dönemde matbuatın gelişimi, telif ve tercüme eserlerin artışı, orta-lise ve yüksek okul düzeyindeki yeni okulların açılışına paralel olarak gelişen dil eksenli tartışmaların odaklarından biri de bilim dili olarak Osmanlı Türkçesinin yapısı ve imkânı ve felsefe grubu başta olmak üzere sanat, fen ve teknik bilimlere ait Batılı terimlerin karşılanması ve tanımlanması meselesi olmuştur. Devlet bürokrasisinin olduğu kadar entelektüel alanın da merkezî figürlerinden biri olan, dil ve mantık çalışmalarıyla meseleye gereken ehemmiyeti gösteren öncü isimlerden Cevdet Paşa’nın Ahmed Midhat’ın yazmaya başladığı Tarih-i Ulûm için kaleme aldığı “muhtıra”da ifade ettiği üzere,[7] “lisân-ı Osmânî [imlâca noksanımız olmakla beraber] en mükemmel bir ilim lisânı olmağa müsta’iddir”. Bu çerçevede “lisân-ı Osmânînin lisân-ı ulûm ve ma’ârif olması için ne kaldı?” diye sorar ve “Tercüme işi kaldı” cevabını verir: “Avrupa’da yeniden yeniye fünûn-ı hikemiyye ihtirâ’ ve ıstılâhât-ı cedîde vaz’ olunmakda olduğundan bunların lisânımıza nakli pek mühim bir iştir. Ve egerçi ıstılâhât-ı cedîdenin ekseriyâ Arabca aynı ya şebîhi bulunur ise de bulunmayanı da var. İşte onların me’ânîsini hakkıyla bilip de lisânımızın âhengine ve şîvesine muvâfık isimler vaz’ etmek hayli dikkat ve himmete mevkûfdur.”[8] Nitekim süreç içerisinde Batılı bilim ve felsefe geleneğine nüfuz etme yönündeki sistematik olmayan münferit çabaların Meşrutiyet sonrası dönemde giderek hem entelektüel hem de kurumsal alanda terimler konusunda bir “ittifak ve ekseriyyet-i ârâ” arayışına dönüştüğünü görüyoruz. Nitekim Abdullah Cevdet’in İctihâd mecmuasının 14 Şubat 1328/27 Şubat 1913 tarihli 54. sayısından itibaren “İlmî, felsefî, edebî ıstılâhların lisânımızda müesses ve herkes tarafından kabul olunmuş mukabilleri mevcûd olmadığı için Garb’ın mühim muhalled eserlerini Türkçeye nakletmek her zaman güç ve bazen muhal oluyor” diyerek Fransızca “Concret, Abstrait, Objectif, Subjectif, Indiction, Déduction, Type, Sous type, Conscient, Inconscient, Constitution” terimlerinin karşılığını bulmak için okuyucularını kolektif çalışmaya davet ettiği “Istılâh İstimzâcı”nı[9] (Terim Anketi), Baha Tevfik ve arkadaşlarının Teceddüd-i İlmî ve Felsefî Kütüphanesi’nin yayın organı olan Felsefe Mecmuası’nda “Lisânımızda felsefî kelime ve ıstılâhların ekseriya mukabili bulunamamakta ve bunun için genç mütercimlerimiz pek büyük müşkillere tesadüf etmektedir” diyerek kaleme aldıkları “Felsefe Kâmûsu”nu[10] II. Meşrutiyet’ten sonra felsefe terimleri ve felsefe dili konusunda giderek seviyesi yükselen tercüme-tedris amaçlı bir ortak felsefe dili arayışının ciddi yansımaları olarak görebiliriz.
Baha Tevfik ve arkadaşlarının, kültür dünyamızda disipliner anlamda –Batı tarzında– ilk felsefe sözlüğü çalışması niteliğindeki Felsefe Kâmûsu’nu Felsefe Mecmûası’nda okurlarına takdim ederken[11] “Bundan üç sene evvel bu memlekette felsefe mevcûd değildi, hattâ felsefeden bahs edebilmek için lâzım gelen lisân yoktu. Biz bu lisanı –birçok noksanlarıyla beraber– tesis etmiş olmakla iftihar ederiz. Bugün birçok muhterem muharrirlerimiz tarafından isti’mâl olunan ıstılâhât-ı felsefiyyenin yüzde sekseni bize aittir”[12] satırlarıyla iftihar ettikleri kadar, felsefe dili konusundaki yetersizliği de vurguladıkları 1913 yılında kurulan Istılahât-ı İlmiyye Encümeni’nin çalışmaları I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle son bulmuş, ancak fihrist düzeyinde de genel Kâmûs-ı Istılâhât’ın yalnız “ıstılahât-ı felsefiyye kısmını şâmil” Kâmûs-ı Felsefe’nin içereceği toplam 1132 Fransızca felsefe terimine önerilen karşılıkları içeren toplam 1132 Fransızca felsefe terimine önerilen karşılıkları içeren Ma’ârif-i Umûmiyye Nezâreti Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni Tarafından Kâmûs-ı Felsefe’de Münderic Kelimât ve Ta’bîrât İçin Vaz’ ve Tedvîni Tensîb Olunan Istılâhât Mecmû’asıdır başlıklı bir mecmua yayınlanabilmiştir.[13] Mecmua kültür dünyamızda Batılı felsefe terimlerine karşılık bulma ve asıl önemlisi bu konuda bir konvansiyon oluşturma yönünde ilk resmî nitelikli kolektif girişimin ürünüdür. Mecmûa’nın teklifleri göz önüne alındığında Encümen medeniyet tezinden hareket etmekte, İslâm medeniyet dairesi içinde yer almamız hasebiyle terimlerin Arapça köklerden türetilmesi yolunu tutmaktadır. Encümen üyeleri arasında Ağaoğlu Ahmet, Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü gibi Türkçüler ve Yeni Lisâncılar bulunmakla beraber,[14] birkaç Farsça karşılık dışında önerilen terimlerin hemen hepsi Arapça kökenli olmuştur. 1940’ların sonunda ulaşılacak yeni zeminde Hilmi Ziya Ülken, Encümen’in yayınladığı Mecmua’da ”fıkdân-ı kuvâ”, “bi-tarîki’l-ûlâ”, “hiddet-i havâs”, “li’l-beşeriyye”, “Tenâfî-i akvâl”, “mifsâlî”, “sem’-i mülevven”, “hasîsa”, “şevk-i tefahhus”, “tahdik”, “ayneyni” gibi eski Arapça metinlerde de bulunmayan Okyanus ve başka lügatlerde aranmış, uydurulmuş bir yığın kelime bulunduğunu, Edebiyat-ı Cedide’nin çadır yerine ‘hayme’, dul yerine ‘bive’, Fecr-i Ati’nin ‘refref-i hestî’ gibi Osmanlı edebiyatında bile bulunmayan yakası açılmamış bir yığın garip kelimeyi lügatlerden arayıp bulmayı zevk inceliği saydığı zamanlarda, bilim ve felsefe dilinin de Okyanus’lara, Kâmûs’lara başvurarak içinden çıkılmaz bir düşünce dili oluşturmakta olduğunu belirtir.[15]
Encümenin dağılması ve bu yoldaki resmi girişimin bir anlamda başarısızlığa uğramasından sonra, ileriki tarihlerde, bireysel planda da olsa, bu doğrultuda –şahsi endişelerin olduğu kadar, encümen faaliyetlerinin tetiklediği– dikkate değer nitelikte bazı çalışmaların yapıldığı, Mecmua’nın tekliflerinin Ahmed Naim, Rıza Tevfik gibi bizzat Encümen üyeleri tarafından eleştirildiği görülür. Encümen’in sağladığı genel konsensüs etrafında felsefe terimleri konusunda sağlanan kazanımların Cumhuriyet’le birlikte 1930’larda bile işlevsel olduğunu söyleyebiliriz. Bu konsensüs üzerinden yapılan son önemli katkı İsmail Fennî Ertuğrul’un harf devriminden hemen önce yayınlanan Fransızcadan Türkçeye Lûgatçe-i Felsefe’sidir (1928).[16] İsmail Fennî’nin lûgatçesinin yayınlandığı yıl, İmparatorluk mentalitesinin İslâm medeniyeti tezine yaslanan genel dil politikasının ürettiği II. Meşrutiyet vasatının Arapça egemen konsensüs alanından Cumhuriyet mentalitesinin ulusal dil tezine yaslanan genel dil politikasının Türkçe egemen konsensüs alanına geçişi belirleyen önemli bir uğrağa işaret eder. Birinci Dil Kurultayı (1932) ile başlayan Dil Devrimi hareketinin terim çalışmaları bağlamında 1941’de Mustafa Şekip Tunç başkanlığında teşekkül eden I. Felsefe Terimleri Komisyonu’nun, tekliflerini, Felsefe ve Gramer Terimleri[17] başlığıyla kılavuz halinde yayımlamasıyla Cumhuriyet öncesi kazanımların bir kenara bırakılarak terimlerde Öz Türkçe kaidesine bağlı yepyeni bir sürece girildiğini görüyoruz. Komisyon, kılavuzdaki terimlerin tespitinde Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni gibi Fransızca’yı esas almış, Encümen’in teklif ettiği karşılıklarıyla beraber yeni dilde “kullanılması yerinde görülen” Türkçe karşılıklarını –İstanbul dilinde yoksa Anadolu lehçelerine, başka Türk dillerine, hatta artık tedavülde olmayan ve yalnız lûgatlerde bulunan eski kelimelere başvurarak– sunmuştur. Rıza Tevfik’in 1948’deki “… hattâ âdi kelimeler bile değişmiş, yenileri de tamamen tayin edilmemiş. Bu uydurma lisânla Felsefe Kâmûsu’nun ikmâl edilemeyeceği gün gibi aşikârdır.” sözlerinin Cumhuriyet’in gelenekten radikal bir kopuşu getiren genel dil politikasının ürettiği bu yeni bağlam içinde, muhalif sesler arasında düşünülmesi gerekir. Yeni terimlerin işlenmesi ve yerleşmesinin zaman alacağı gerçeğini baştan kabul eden TDK, yükselen tartışmalar arasında terimlerin gözden geçirilip düzeltilmesi amacıyla Macit Gökberk’in başkanlığında, II. Felsefe Terimleri Komisyonu’nu oluşturmuş, 1950-1953 yılları arasında yapılan ve I. Komisyon’un sonuçlarının aceleyle rötuşlanmasından ileri gitmeyen toplantıların sonuçları Orta Öğretim: Psikoloji, Sosyoloji, Mantık, Felsefe ve Pedagoji Terimleri[18] başlığıyla yayınlanmıştır.
İmparatorluktan ulus devlete tarihsel süreci belirleyen bireysel ve kurumsal teklifler göz önüne alındığında, felsefe terimleri meselesinde Şark-İslâm medeniyetinden Garp medeniyetine yönelişimize bağlı olarak şekillenen “Muhafazakâr” (Istılahat-ı İlmiye Encümeni’nin tuttuğu yol: eski terimlerin muhafaza edilmesi ve ihtiyaç duyulan yeni terimlerin Arapça köklerden türetilmesi) ve Türkçeci (Mutedil ve Tasfiyeci iki farklı tutumla terimlerin Türkçeleştirilmesi) iki temel merkeze, Evrenselci ya da Hümanist (halk dilinde karşılığı olan, her milletin kendi dilinden aldığı kelimeler müstesna, kökleri Latince veya Yunanca müşterek terimlerin şivemize uydurularak alınması) üçüncü bir merkezi ilave etmemiz gerekir. Evrenselci tutum 1870’te, Batılı bilimsel, felsefi terimlerle ilk ciddi karşılaşmamız sırasında, “Şol ıstılâh ki, kelimesi an’asıl nereden gelirse gelsin şimdi Avrupa’nın elsine-i muhtelifesi ânı değiştirmeyip lisân-ı ulûm ve belki lisân-ı umûm olmuş, biz dahi bu makuleyi tebdil etmeliyiz. … Demek ki bu gibi kelimeler Yunanca, ya Fransızca, ya İngilizce olmaktan çıkmış, ilim lisânı, umûm lisânı olmuş”[19] diyerek, hangi dilden gelirse gelsin Avrupa dillerinde ortak bir kullanıma mazhar olmuş terimleri kullanmamız gerektiğini belirten Ali Suavî’nin “beynelmilel”ci çizgisine kadar geri götürülebilse de asıl Türk kültürünü Avrupa medeniyet zümresine iltihak ettiren Cumhuriyet inkılabından sonra savunulmuştur.[20]
Değişim süreçlerinin doğal sonucu olarak bu üç merkeze eklektik tutum (bir yandan Türkçe terimlerin üretilmesi, bir yandan da dilimize yerleşmiş Doğu ve Batı kökenli terimlerin muhafaza edilmesi) sürekli eşlik etmiştir. Eklektisizm tezinin ne ifade ettiğini 1941’de toplanan Terimler komisyonunda bu görüşü savunan Hilmi Ziya Ülken’in tespitlerinde bulabiliriz: “[t]arihimiz İslâm medeniyetine bağlı olduğu için oradan gelen kelimeleri kökten atamayız, azaltabiliriz. Batı’dan gelen kelimeleri de büsbütün önleyemeyiz. Yeni ilimler ve uzmanlıklar yeni kelimelerini getiriyor. Mümkün olduğu kadar her kavramı Türkçe bir kelimeyle karşılayacağız. Fakat hedefimiz kelime değil kavram zenginliği olmalıdır. Öyle ise terimlerde yolumuz eklektik olacaktır.”[21] Alternatifi tezlere göre bir yandan kültürümüz için bir tarihsel realite olarak görünen Doğu ve Batı’yı birlikte temellük etme zaruretinin, bir yandan da bir ihtisas dili oluşturma sorununu çözecek uzun zamanlı entelektüel ve akademik çalışma ihtiyacının realist ve pragmatist bir tezahürü olarak eklektisizmin devletin Türk Dil Kurumu, Maarif ve Akademi gibi kurumlar eliyle zaman zaman aşırılaşan ideolojik kurgu ve müdahalelerine rağmen güncel felsefe dilimizin karakterini ifade ediyor olması dikkat çekicidir.[22] Eklektisizm dediğimiz durumun anarşi olarak adlandırılabileceğinin farkındayız. Yine de Türkçenin devam etmekte olan büyük hareketi için müspet bir vasat sunduğunu düşünmek istiyoruz. 1980’lerden sonra hızlı bir biçimde gelişen akademinin, yayın dünyasının ve yeni medyanın serbest müzekerelerine konu olan, giderek artan telif ve tercüme eserlerle geniş çevreler ve farklı aktörler tarafından sürekli işlenen tedavüldeki felsefe dilimizin barındırdığı imkânların özgün düşünce üretimi girişimleriyle açığa çıkacağı kanaatindeyiz.
Kitabın tamamı için tıklayın...
[1] Celal Nuri, Türk İnkılâbı, Suhûlet Kütübhânesi, Ahmed Kâmil Matbaası, İstanbul, 1926, s. 4-6.
[2] Hilmi Ziya Ülken, “Filozof ve Şair Rıza Tevfik”, Yeni Sabah, 25.09.1956.
[3] Rıza Tevfik, Mufassal Kâmûs-ı Felsefe, cilt 1, Matbaa-yı Âmire, 1330; cilt 2, Matbaa-yı Âmire, 1336 (“classification des sciences” maddesine kadar).
[4] Bkz., Adnan Tahir, “Rıza Tevfik’le Başbaşa”, Her Hafta, 3 Nisan 1948’den naklen Hilmi Yücebaş, Filozof Rıza Tevfik: Hayatı, Hatıraları, Şiirleri, İstanbul: Gül Matbaası, 1978 s. 82-83.
[5] Rıza Tevfik, Mufassal Kâmûs-ı Felsefe, cilt 1, s.6-7.
[6] Ahmed Naim (Babanzâde), “Lûgatçe”, Georges L. Fonsegrive, Mebâdî-i Felsefeden İImü’n Nefs, çev. Ahmed Nâim, İstanbul: Matbaa-i Amire, 1332, s. 524-625. Ahmet Naim’in felsefe terimlerine dair çalışmaları, konu üzerine ayrıntılı bir incelemeyle birlikte İsmail Kara tarafından kitaplaştırılmıştır. Bkz., İsmail Kara, Bir Felsefe Dili Kurmak: Modern Felsefe Terimlerinin Türkiye’ye Girişi, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2001.
[7] Ali Utku, “Ahmed Midhat’ın Tamamlayıp Yayınlayamadığı Bir Eseri Tarih-i Ulûm ve Cevdet Paşa’nın İzah, Şerh ve Mütalaaları”, Şiraze, sayı: 2, Kasım-Aralık 2020, s. 36-47.
[8] “Ahmed Cevdet Paşa, “Ahmed Midhat Efendi’nin Te’lîf Ettiği Tarih-i Ulûm İsimli Kitâba Dâir Cevdet Paşa'nın Îzâh, Şerh ve Mütâlaalarını Hâvî Müsvedde”, BOA, Y. EE. 37/50, s. 15.
[9] Abdullah Cevdet okuyucularını kolektif çalışmaya davet ettiği anketinde şu on Fransızca terimin karşılığını talep ediyor: Concret, Abstrait, Objectif, Subjectif, Indiction, Déduction, Type, Sous type, Conscient, Inconscient, Constitution. Bkz., Abdullah Cevdet, “Istılâh İstimzâcı”, İctihâd, nr. 54, 14 Şubat 1328, s. 1222; nr. 55, 21 Şubat 1328, s. 1238; nr. 57, 7 Mart 1329, s. 1270; ayrıca bkz. Agâh Sırrı Levend, Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Safhaları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1960, s. 357-358.
[10] “Felsefe Kâmûsu”, Felsefe Mecmuası, nr. 9. (s. 150-151) ve 10. (s. 161-168); ayrıca bkz., aynı mecmuanın Mektep Dersleri eki, forma-1 (s. 7-8), forma-2 (s. 16), forma-3 (s. 24), forma-4 (s. 32).
[11] Baha Tevfik, “Birkaç Söz”, Felsefe Mecmûası, cilt 1, kapak sayfasının iç yüzü. Geç-Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde felsefe alanında yapılan terim ve sözlük çalışmalarına ilişkin eleştirel bir değerlendirme için bkz., Ali Utku, “Felsefe Sözlüklerimiz: Geç-Osmanlı’dan Cumhuriyete Bir Literatür Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, sayı: 17, 2011, s. 399-420.
[12] “Bir Kaç Söz”, Felsefe Mecmuası, n. 1.
[13] Bkz., Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni Tarafından Kâmûs-ı Felsefede Münderic Kelimât ve Tabirât için Vaz’ u Tedvîni Tensîb Olunan Istılâhât Mecmuasıdır (Matbaa-i Amire, 1330), yay. haz. Nevzat H. Yanık, Ali Utku, Çizgi Kitabevi Yayınları, Konya, 2014.
[14] Encümen’in çalışmaya başladığı 1913 baharında Türk Yurdu mecmuasında yayınladığı ve 1918 yılı gibi geç bir tarihte Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak başlığıyla kitaplaşacak olan makalelerinde ilmî-felsefî ıstılâhlar ve Arapça meselesine temas eden Gökalp, Türkçeye giren kelimeleri, (i) Avrupa dillerinden geçen yabancı kelimeler; (i) Arapça ve Farsçadan yeni türetilen veya öne çıkarılan kelimeler; (iii) Türkçe yeni türetilen veya öne çıkarılan kelimeler şeklinde tasnife tâbi tutar. Dilimize giren Avrupa dilleri kökenli kelimelerin dilden çıkarılarak yerlerine ıstılâh iseler Arapça yahut Farsça, düz kelime iseler (lügat) Türkçe karşılıklarını bulup koymak gerektiğini söyler. “Lisânımızı mana itibariyle muasırlaştırmak, ıstılâh cihetiyle İslâmlaştırmak lazım olduğu gibi, sarf, nahiv, imlâ hususlarında Türkleştirmek de lâbüddür” diyen ve bunu “‘Yeni mefhumlar’ asrın, ‘ıstılâhlar’ ümmetin, ‘lügatler’ milletin nâtıkasıdır” şeklinde formülleştiren Gökalp’in ilmî ıstılâhların Arapça olması ile ittihâd-ı İslâm politikaları arasında kurduğu irtibat, Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni içinde yer alan milliyetçi/Türkçü çizgideki aydınların nasıl olup da Arapça kökenli felsefe kavramlarını benimsedikleri meselesini açıklar mahiyettedir. Bkz., Ziya Gökalp, Türkleşmek İslâmlaşmak Muasırlaşmak, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul, 1918, s. 10-13: ayrıca bkz., İsmail Kara, a.g.e., s. 35-37.
[15] Bkz., Hilmi Ziya Ülken, “Türk Felsefe Dilinin Gelişmesi”, Felsefe Tercümeleri Dergisi, nr: 1, 1947, s. 139.
[16] İsmail Fenni (Ertuğrul), Fransızcadan Türkçeye Lûgatçe-i Felsefe, İstanbul: Matbaa-i Âmire, 1341.
[17] Türk Dil Kurumu, Felsefe ve Gramer Terimleri, İstanbul: Cumhuriyet Basımevi, 1942.
[18] Orta Öğretim: Psikoloji, Sosyoloji, Mantık, Felsefe ve Pedagoji Terimleri, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1952.
[19] Ali Suavî, Ulûm’dan (nr. 21, 12 Rebiü’l-Evvel 1287) nakleden Levend, a.g.e., s. 109-110; Kara, a.g.e., s. 34-35.
[20] Evrenselci tutumun Cumhuriyet yıllarında en hararetli savunucularından biri Peyami Safa’dır. Bkz., Peyami Safa, Objektif: 1, Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1976.
[21] Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul 1979, s. 454-455.
[22] Çarpıcı bir örnek olması bakımından yirminci yüzyıl felsefesinin önemli metinlerinden birinin, Martin Heidegger’in “Sein und Zeit/Varlık ve Zaman” eserinin Türkçeye Aziz Yardımlı ve Kaan Ökten tarafından yapılan iki ayrı tercümesine bakabiliriz (Bkz., Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul, 2004; Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan Ökten, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008). Heidegger’in kendine özgü çapraşık terminolojisi ve neolojizminin Türkçeye kazandırılmasında yaşanılan güçlük ve karşılaşılan tercih farklarının meselemiz etrafında yol açabileceği çok boyutlu teknik tartışmalar bir tarafa, problem mütercimlerin müşterek Türk dilini konuşan okur için yabancı, tamamen ayrı iki felsefi dil kullanmalarıdır. Ortalama okur Yardımlı’nın öz Türkçeci tercümesini olduğu kadar Öktem’in Osmanlı Türkçesine fazlaca müracaat eden tercümesini de sözlük marifeti olmaksızın, hatta terimleri Almanca orijinalleri ile karşılaştırmaksızın anlamakta başarısız kalır. Bu yüzden eleştirmenler müstehzi bir biçimde Varlık ve Zaman’ı Yardımlı’nın Uygurca’ya, Ökten’in Osmanlıcaya tercüme ettiğine değindiler. Bkz., Zeynep Direk, Receptions of Heidegger in Turkey,” Kata Moser and Urs Gösken (eds.), Heidegger in the Islamicate World, Rowman & Littlefield International, London, 2018, s. 48.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.