12 Aralık 2024
  • İstanbul8°C
  • Ankara3°C
  • İzmir12°C
  • Konya5°C
  • Sakarya9°C
  • Şanlıurfa11°C
  • Trabzon10°C
  • Gaziantep10°C

PROF. DR. BİLAL KEMİKLİ: ANKARALI BİR DERVİŞ

Her yıl yaptığımız aile mevlidi için memlekete gitmiş, dönüşte Ankara’ya uğramıştım. Orada Musa Kazım hocamızla buluşmuş, konusu Mehmet Doğan olan bir güzel sohbete koyulmuştuk.

Prof. Dr. Bilal Kemikli: Ankaralı Bir Derviş

19 Ağustos 2024 Pazartesi 10:26

Musa Hocam, hastalığı hakkında bilgi verdi. Bana Memleket Yazıları’ndan sonra bir de Ankara Günleri’ni yaz demişti; o dosyayla meşgulüm demiştim.  Mehmet abi bana bu emri vermişti, fakat o benden önce davranıp o çok sevdiği memleketiyle alakalı bir şehrengiz niteliğinde Ömrüm Ankara’yı yazmıştı. Musa hocama, kütüphanemde Ömrüm Ankara’yı bulamadım, demiştim. O kendi kütüphanesindeki kitabı çıkarıp vermişti. Sonra yola koyulmak için izin alıp ayrılmıştık Ankara’dan.

Hastalığı, yapılan çalışmaları, hizmetlerini konuştuk… Daha pek çok şey dile geldi; lakin ölüm hiç gündemimize gelmedi. Her canlı ölümü tadacak, biliyoruz; ama yakınlarımıza ve sevdiklerimize yakıştıramıyoruz. Hak kendinden razı olsun Mehmet ağabeyin hastalık dönemlerinde hiçbir zaman yanından ayrılmayan vefalı bir dost olarak Musa Kazım hocamız, belki beni üzmemek için durumu tam tasvir de etmemiş olabilir; bilemem. Ama biz hep onun iyileşeceğini ve mutat o buluşmaları yapacağımızı umut ediyoruz. Dualarımız bu yönde. Oysa ölüm çok yakınımızda, yakından da öte, bizimle bir gölge gibi geziniyor. Yola şifa niyazlarıyla devam ettik, birkaç yere uğramamız lazımdı, uğradık. Ankara’daki buluşmadan üç gün sonra Bursa’ya dönerken,  Sakarya’da sapağında haber geldi… Evet, yoldayım ve bir güzel insanın, dostun, pirimin göç haberini alıyorum. Dostum, “Mehmet Doğan ağabeyimiz bu dünyadaki göçünü tamamladı.” diyor. İşte orada söz tükendi. Vakit saat tamam olmuş, “gel” emri verilmişti. Rahmet olsun.

İnsan, hâle alışan varlık. Oradan Pamukova’ya, İznik’e, Eşrefoğlu’nun ve Dâvûd-ı Kayserî’nin huzuruna nasıl vardım, bilemiyorum. Göçünü toplayıp giden sadece bir sözlükçü yahut yazar veya TYB Şeref Başkanı değil, bir dervişti… Giden Ankaralı bir ahi idi. Bir dosttu. Bir rehberdi. Bir ağabeydi. Ve benim için bir pirdi. Bu topraklarda ruh savaşı veren bir mücahitti. Şehitti, hâle şâhitti. Yol uzadı, uzadı. Derin bir hüznün içinde hatıralar canlandı… Teselli babından hatıralara sığınıyoruz. Mehmet ağabeyle kırk yılı bulan aşinalığımız, dostluğumuz ve yol arkadaşlıklarımız birer birer düştü hayalhaneme… Mesela yıllar önce söylediği şu cümleyi hatırladım: “Bak Bilal, Ankara’da Angaralı bulmak zordur. Bak, işte ben Angaralı birkaç tanıdığından biriyim.” O, Ankara ile Angara’nın ayrımındaydı. Angara, yerliydi; Hacı Bayram-ı Velî’yi mihver edinen Ahiler şehri… Fakat Ankara, Sıhıye’den başlayarak devam eden bir yeni şehirdi. Oraya taşradan gelip yerleşenler Ankaralı olurdu. Mesela sonradan gelip Ankara’yı yurt edinen, orada okuyan, yetişen ve hayatını orada kuran biri olarak ben de o Ankaralılardandım. Ama o, Hacı Bayram’ı ve onun izinde giden Taceddin-i Velî’yi ölçü kabul eden ve o ölçüyü hayatı boyunca kaybetmeyen bir Angaralıydı.

Çok Ankara sohbeti ettik, çok… Bu sohbetlerde zamanla Sivas, Van, Isparta ve Bursa da anıldı; ama İstiklal Marşı’nın yazıldığı Taceddin Dergâhı’na sahip olan bu şehir onun için başkaydı. Garip şehirdi. Kendi hakikatinden uzaklaştırılmış, Zü’l-Fadıl’ı Solfasol olmuş, mihverini kaybetmiş bir şehirdi. Sivas’ı ve Bursa’yı, mihver sahibi şehirler olarak görürdü. Son dönemlerde birbirimize “pirim” diye hitap ediyor olmamız sebebiyle, bazen Ulu Şehrin Piri, bazen de Suvas’ın Piri diye takılırdı. Bizim “pir” vasfımız latife icabıydı; lakin o kelimenin tam anlamıyla “pir”di. Ankara’nın değişen ve dönüşen her hâline tanık olan birisi olarak şehre dair olduğu kadarıyla kültür ve düşünce dünyamıza dair de yol gösterici bir rehber olarak pirimizdi. Yazmayı, nitelikli sohbet etmeyi, en önemlisi dinlemeyi ondan öğrendim dersem abartmış olmam. Elbette hayatımıza dokunan daha başka “ulu ağabeyler” oldu. Sözgelimi Ankara’da Erdem Beyazıt başta olmak üzere, Dr. Emin Acar, Saatçi Musa Ağabey, Hüseyin Karakaya, Hilmi Güler ve Ali Birinci gibi hayata dair yol yordam öğreten güzel insanlarla karşılaştım. Hepsine minnettarım; ama merhum hocam Esad Coşan’ın istikamet çizen dokunuşları ve Mehmet Doğan ağabeyin kültür ve sanat hayatına dair ilkeli tembihleri hep yolumu aydınlatmıştır. O bakımdan pirimdir. Daha sonraki dönemlerde Nurettin Topçu okumaları ve sohbetleriyle fikren geldiğimiz yerden bakarak bazen “pirdaş” da derdi.

Biz ne kadar pirimizin izini sürdürdük, ne kadar pirdaşız bilemem; lakin hepimiz, onun merhum Topçu’nun Yarınki Türkiye’nin daha girişinde dile getirdiği “ruh savaşı”nı canla başla vermeye gayret eden bir mücahit olduğunun farkındayız. Ruh savaşı, kültür ve ahlak alanında verilecek bir savaştır. Merhum Hocam da hususi sohbetlerinde ve derslerinde hep bunu dile getirir, zaman zaman şöyle derdi: “Dil, kültür ve sanat alanında düştük, yine bu alanlardaki gayretlerle ayağa kalkacağız.” Bunun için dergiler neşretmiş, en önemlisi kültür ve sanat hayatımıza damgasını vura İlim ve Sanat Dergisi’ni bunun için neşretmişti. Mehmet ağabey, o çalışmaların her zaman destekçisi olmuş ve bize yön vermiştir. Topçu’nun Hareket ile açtığı yol, yazarak, okuyup araştırarak sahih olana ulaşma gayretini gösteren bir kuşağın önünü açtı. Ruh savaşı, hakikatin peşinde gidenlerin verdiği bir savaştı; şükürler olsun, isimler değişse de bu savaşı veren kahramanlar her zaman oldu ve olacaktır.

Pirim ve ağabeyim Mehmet Doğan ile tanışmamın hikâyesini D.Mehmet Doğan Armağan kitabında yazmıştım. O yazıyı, kendisi istemişti. O küçük, ama hayat dolu TYB ofisindeki buluşmalardan başlayarak, İslam Mecmuası’nın mekânı ve öğrenci evlerinde devam eden sohbetlere orada atıfta bulunmuştum. Sonra TYB’nin Kırkıncı yılı için de bir yazı emretmişlerdi; kısmen orada da bazı noktala temas ettim. Burada tekrara kaçmak istemem; fakat şunu söylemek isterim: O sohbetler, o muhitler bir dönemin gençlerini demlemiştir. Hasbî meclisler ve samimî “ağabeyler” vardı ve onlar, ruh savaşının dil ve düşünce duyarlılığıyla verileceğini her fırsatta dile getiriyorlardı. Bu savaş sadece hüküm ifade eden dille değil, aynı zamanda mizahla da tezyin edilmeliydi. Nükteden anlamayan, inceliklerin farkına ne kadar varabilirdi? Bu meyanda Mehmet abinin özel bir yeteneği vardı. Ciddi ciddi konuşurken bile meseleye mizahi bir pencere açar, oradan bakmamızı sağlardı. Bu çerçevede kaleme aldığı yazılarda çoğu kere Halil Kaleli imzasını kullandığı için, zaman zaman sohbetlerimizde “ağabey, bu Mehmet Doğan’ın mı Halil Kaleli’nin mi fikri?” diye takılırdım, gülerdi. Onunla sohbetlerimizde yeni şeyler öğrenir, farklı tecrübelere tanık olurdum. Tabi Ankara’dan yıllar önce ayrılmam hasebiyle çoğu kere telefonla görüşüp halleşirdik.  Fakat son yıllarda TYB ne zaman bir program yapılsa, oraya katılmamı ister; bendeniz de fırsat buldukça pirimin emrini yerine getirmeye gayret ederdim. Bazı programlara, önceden planlanan işler olması hasebiyle katılamadığımda samimi bir şekilde sitem ederdi. Tıpkı sohbeti, latifeleri gibi o sitem de güzeldi.

Son yıllarda onunla daha çok “ulu erenler”den konuştuğumuzu hatırlıyorum. Mesela bir kış günü, zemherinin ortasında hepimizin piri, pirlerin piri Hoca Ahmed Yesevî’nin huzuruna çıkmıştık. O yolculuğun ve huzura varışın hikâyesini bilhassa yazmak lazım. Musa Kazım Arıcan başkanımız ve Bekir Sıtkı ağabeyle birlikte çilehaneye varışımızı hatırladım. Zaten birbirimize “pir” sıfatıyla hitabımız da orada başlamıştı… “Pir-i Türkistan, Türkçeyi hakikat dili haline getirdi” demiştim. “Dil davasında öncü bir kişi olarak siz de onun bir dervişi sayılırsınız, yaşayan pirimizsiniz.” cümlesini kurmuştum, “Hayır Ankara’da pir ne gezer, o olsa olsa Bursa’dadır” diye cevap vermişti. Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara hocalarımızı anmıştık. Sonra başka başka seyahatlerimiz de oldu. Mesela geçen sene Mekke’de buluşmuştuk. Aynı otelde kalmış, zaman zaman görüşmüştük. Bu plansız bir buluşmaydı. Mekke, birbirimizden habersiz çıktığımız hac yolculuğunda aynı otelde buluşturmuştu. Daha sonra yine onun davetiyle iki ulu pirin huzuruna varmıştık. Bunlardan ilki Buhara’da Şâh-ı Nakşî Bendî’ydi, ikincisi de Bakü’de Yahya Şirvânî… Bu son seyahatimiz oldu. Bakü’de rahatsızlanmıştı, erken döndü. O dönüşten sonra hastane imtihanı başladı ve devam etti.

Musa Kazım hocamdan aldığım bilgilere göre, uzun ve çileli bir hastalık dönemi geçirdi pirim. Mücadeleci ruhu, sonuna kadar mücadele etti. Ama insan ömrü sayılı nefes sayısı kadar derler; günü geldi, “dön” emriyle Rabbi’ne döndü. Rahmet olsun… Bin rahmet, ağabeyim, ustam ve pirim.

e9f47c05-633b-429a-84c4-02a3a6cfd73a.jpeg

18a29266-02a3-4671-bec5-87ffa53e5ae8.jpeg

 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.