*******
Benim Yazarlık Maceram
Kendi şahsi yazarlık maceramın nasıl başladığını söze/ yazıya girerken hatırlamayı ihmal edersem, Türkiye Yazarlar Birliğimizin kırk beşinci senesine dair kanaatlerim eksik kalabilir. Okuyucu kendimi anlatmaya çalıştığım bu satırları yazarlık inkıbazıma verirse gönül koymam. Ancak böyle bir ilk adımla meramımı daha sıhhatli anlatabilirim düşüncesindeyim.
Altmışlı yılların başında ortaokul talebesi iken ders kitaplarımızdaki şiirleri düzgün okuduğum hem hocalarım hem de kendim tarafından her nasılsa anlaşılmış, ortaya çıkmıştı. Açıkçası taşralı, en çok da anne tarafından Harputlu şivenin hâkim olduğu baba evimizde esasen ben de Elaziz lehçeli, hançereli bir konuşma diline sahiptim. Buydu ana dilim, böyleydi. Ancak okuma sevdam erken başladığından besbelli sözlü Türkçe ile yazılı Türkçe arasındaki farkı kitaplar üzerinden görmüş, idrak etmiştim. Evimizdeki dille okuldaki dilin kelimelerde ihtiyaç duyduğu vurguları bulunduğum vasata göre ayarlayarak konuşmaya çalışıyordum.
Sol görüşlü olduğunu her vesileyle talebelerine de bir misyoner gibi aktaran ve onları da kendi zeminine çekmeye çalışan Edebiyat hocamız vardı. Ancak onun iflah olmaz şiir sever tarafı, benim, yasak olmasına rağmen okulda bir biçimde hala namaz kılmakta ısrarlı kimliğime dair mesafesini kısaltarak bana tavsiyelerde bulunmasına sebebiyet vermişti. Diyordu ki “sen iyi şiir okuyorsun diksiyon dersi almalısın.” Ne işe yarayacağını o tarihlerde kestiremediğim bu işin mümkün olamayacağını sonunda herhalde hesaplayarak bu sefer şöyle bir teklifte bulunmuştu: “eve gittiğinde eline şiir kitapları al duvara, kediye, köpeğe, ağaçlara karşı sesli halde şiirler oku.” Aslına bakarsanız ben zaten hemen her gün eve geldiğimde o gün temin ettiğim şiir kitaplarını böyle kendi kendime seslice okur ve doğrusu bazen de her nedense ağlardım.
Faruk Nafiz’in Han Duvarları uzun şiirinde han odalarına yazılmış kıtalar beni hayli etkilemiştir: “Huduttan hududa atılmışım ben/ Rüzgârın önüne katılmışım ben/ Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben…” İlk mektebi Diyarbekir’de okuduktan sonra demiryolcu tren şefi babamın tayini Malatya’ya çıkmıştı. Ortaokul ve liseyi bu şehirde okuduğum gibi babam emekli olunca da şehirden ayrılmak istemedi ve son baba evimizin mekânı Malatya oldu. Sanırım Lise birinci sınıfta idim. Şehrimize bir konferansa gelen Necip Fazıl ile M. Said Çekmegil vasıtasıyla yüz yüze tanıştırılınca ise edebiyat-sanat sevdam tavan yapmıştı. Zaten tercih istikametim olan Müslümanlık, adeta yeni bir ideolojiymişçesine İslamcılık denilen bir anlayışa doğru seyir izlemeye başlamıştı. Necip Fazıl’ı Kaldırımlar şiiri üzerinden elbet tanıyordum. Onunla doğrudan muhatap olmanın ardından, elime geçen Bir Adam Yaratmak adlı eserinin 1959 senesi Serdengeçti Neşriyat tarafından yapılmış ilk baskısını bir gece sabah namazlarına kadar okuyarak bitirmiştim. Piyes “son” yazdığında ağlamaklı gözlerle artık bütün hayatımın, belki şair ama illa da bir yazar olarak sürmesi istikametinde neredeyse kesin bir kararlılığa kilitlendiğini söylemeliyim.
Şair-Yazar olacaktım. Evimizde Osmanlı İlk mektep Şahadetnamesini haiz babamın Arap ve Latin harfli her iki Türkçe ile yazılmış/ basılmış kitaplardan müteşekkil küçük bir kütüphanesi vardı. Osmanlı Türkçesini o kitaplardan kolayca okumayı öğrenmiştim. Zira Kur’an okumaya Malatya’da babamın yakını maalesef epeyce de cahil bir hoca vasıtasıyla çarçabuk başlamış ve Arapçanın esiresiz üstünsüz harflerinden oluşan Türkçe metinleri de kendi kendime sökmüştüm. Babamın kütüphanesinde klasik Doğu ve Batı edebiyat metinleri, Gülistan-Bostan, Mesnevi yanında Tolstoy, Gogol, Maksim Gorki ve Balzac’tan birer eser vardı. Ve elbet Sinekli Bakkal, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Muazzez Tahsin Berkant, Güzide Sabri eserleri de vardı. Ancak onlar arasından bana rehberlik edecek bir eser vardı ki 1934 baskılı İnkılap-Aka kitabevi tab’ı Safahat’tı o. Necip Fazıl’ı tanıyarak elde ettiğim medeni cesaret, yazarlık şairlik üst hevesi az önce İslamcılık dediğim hususta da Mehmed Akif öğretisine doğru bir seyir izleyecekti. Necip Fazıl’dan İslam öğrenilemeyeceğini erken anlamıştım. Onu kendime sanat-estetik ve de cesaret önderi bilecek ama Akif’in Mithat Cemal’in tespitiyle takip ettiğini öğrendiğim “Farsların esatirli İslam’ı değil Kur’an’ın İslam’ı” yolunda yürüyecektim. Çünkü o Kur’an’ın tenkidine maruz kalmış şairler arasından “Hakkı söyleyen müstesna” biriydi. Bu hatıraya binaen seneler sonra yazdığım benim Akif kitabımın adı Müstesna Şair Mehmed Akif olacaktı.
Altı senelik orta ve lise tahsilini on bir senede ancak tamamlayabildim. Okul dersleri münasebetiyle kabul ediyorum olabildiğince tembel bir talebeydim. Fakat okuryazarlıkta ise acemiliğime bakmaksızın biraz da arasına gizli kibir birikmiş bir eda ile yazıyor ve mecmualara postalıyordum şiirlerimi. Mahalle arkadaşlarım o tarihlerde ekimi şehirlerde serbest bırakılmış bulunan afyonun sütünü tütüne sararak içip dolanırken, benim Yeni İstiklal, Türk Yurdu daha sonraki yıllarda Fikir ve Sanatta Hareket mecmuasında ismim görünmeye başlamıştı. Üstelik resmen Metin Önal iken, babamın kursağında kalmış bulunan soy adımızı da gayrı resmi ekleyerek Mengüşoğlu olmuştum. Çünkü Dersim isyanı öncesinde Mengücekoğullarının son beyi diye bilinen babamın babası Halil Beğ, daha otuz beş yaşındayken arkadan vurularak öldürülmüştü. Babam devlet demiryolları personeli olduğunda soyunun adını almaya kalkmış ancak tarihle bağı münasebetiyle kendisine bizzat nüfus müdürlüğünün (demiryolculuğunu hatırlatsın diye herhalde) Önal soyadını takmasını bir türlü içine sindirememiş ama pek mücadele de edememişti. Böylece gayrı resmi soyadım resmi adımdan daha yüksek bir şöhret sahibi olmuştu; hem de ben henüz lise mezuniyetini kazanamamışken.
1973 yılında İstanbul’da dört arkadaşımla beraber kurduğumuz Kelime Dergisi Yayınları arasında ilk eserim bundan tam elli yıl önce kitap halinde yayımlanınca artık sicilli bir yazardım. Her ne kadar şair diye biliniyorsam da bu kitabın hikâye dalında kaleme alınmış olması şairliğimin yanına yazarlık sıfatının takılması için kâfi sebep sayılmalıydı.
Türkiye’nin bizim cenahtaki kırk yedilileri arasında altmışlı yılların ortalarından itibaren mecmualarda şair, hikâyeci, yazar olarak görülen isimleri pek fazla değildi. Bizden önceki ağabey ve üstatlarımız bizim nesle göre sayıca sanki biraz daha fazlaydı. Biz kimdik? D. Mehmet Doğan, Mustafa Kutlu, Yaşar Nuri (herkesi saymam mümkün olmadığından ötekileri atlıyorum) bir de ben. Aynı muhitlerde göze çarpıyor olmalıydık. Benim dışımdaki üç isim, daha ziyade Nurettin Topçu hocamızın sohbet halkasında buluşurlarken ben biraz daha dağınık dolaşmayı seçmiştim. Malatya Fikir Kulübünden aldığım dersi İstanbul’a taşımam çok zor olacaktı. Zira memleketin muhafazakâr ve de gelenekçi baskın kültürel vasatına dair tenkitlerimle beraber gelmiştim memleketimin sahici başşehrine. Necip Fazıl’ın evine kadar giderek edebiyat sohbetlerine her ne kadar katılıyor, onun şair, hatip ve oyun yazarı sıfatları beni ciddi biçimde etkiliyor olsa da İslam anlayışlarımız noktasında mesafeli durmam gerektiğini iyi biliyordum.
İstanbul’da kendime en yakın talebe teşkilatı olan MTTB’ye uğruyor, Kitap Kulübü yöneticiliğine kadar getiriliyordum. Bu arada Sezai Karakoç üstatla da tanışarak onun bürosunun da müdavimleri arasında bulunuyordum. Okuryazarlık hayatım hem de müthiş ve başka bütün alakaları çiğneyerek hızla, mektep derslerini yine fakültede de aksatmasına aldırmadan sürüyordu. Yakın arkadaşlarım yazan çizen insanlardı hep. Cahit Koytak ve Şakir Kocabaş ile yakınlığımız en ileri derecelere ulaşmış, liseli senelerden beri tanıştığımız Ebubekir Eroğlu ve merhum Ahmet Yücel ile de hemşerilik münasebetiyle aynı evlerde kalıyorduk. Hülasa muhiti daima düşünen okuyan yazan insanlardan ibaret birisi idim bütün ömrümce. Ayrıca bütün kimliklerimin üstünde tuttuğum Müslümanlık, yukarıda Necip Fazıl münasebetiyle değindiğim ideoloji kılığından çıkmıştı. Misyoner olmadığımı öğrenerek artık bunun bilgi, şuur, feraset, basiret, düşünce ve nihayet iman halinde bir ahlak seferberliğiyle benimsenip yaşanması gerektiğini çok iyi anlamıştım. Nitekim bu idrakimi Düşünmek Farzdır adlı bir eserle de perçinlemeye çalışmıştım.
Bir türkü sever olduğumu söylemiş miydim? Harputlu olup da türkü sevmemek mümkün mü? Zaten beni şiire en başında sevk eden duygu selinin türküler olduğunu düşünüyorum. Türküler ise insanın elinde olmadan Allah tarafından üzerine takılmış bulunan mahalli hüviyet ve şahsiyetinin (karakter, mizaç, tıynet ne derseniz) tercümanıdırlar. Kanaatim odur ki mahalli hüviyetini benimsememiş, ondan memnun kalmamış kimse eskilerin haramzade dediği nankörün tekidir. Bu sebeple bir kimsenin Müslümanlığı onun tercihli şahsiyetidir tevarüs etmiş vaziyeti değil. Ancak Müslümanlık hiç kimsenin elinden mahalli hususiyetini almaz. Açıkçası Müslümanlık veya sünnete riayet Araplaşmak anlamına gelmez asla. Ne Arap kılığına bürünmek ne de kendi mahalli lisan ve hususiyetinden uzaklaşmak hatta nefret etmek gibi bir neticeye çağırmaz. Harputlu bir Anadolu çocuğu olarak Müslümandım ben. İki hususiyetim asla birbiriyle savaş halinde olamazdı. İşte ayrıca bütün bu sebeplerden ötürü benim yazarlık maceramda bu iki kimliğin birbiriyle sevişen son derece derin bir imtizaç halindeki ahbaplığı görülecektir. Ezanda kulağı, namazda gözü dilinde Harput türküleri olan biriydim Türkiye Yazarlar Birliğine çağrıldığımda.
Türkiye Yazarlar Birliği Ve Ben
Gelelim Türkiye Yazarlar Birliği ile alakama. Yukarıdan beri bahsettiğim iki cepheli hususiyetimin benzeri bir hayatı, eserleri, tavır ve tutumuyla sergileyen, kendisine en çok benzediğim kimselerin başında D. Mehmet Doğan gelmektedir. Birliğimizin bugünkü şeref başkanı sevgili dostum, kardeşim Doğan.
Biz kırk yedililer her birimiz kendi taşramızda birer lise talebesiyken birbirimizin ismini okuduğumuz ve ilk gençlik denemelerimizi postaladığımız mecmualardan görmüş öğrenmiştik. Ancak dönemin şartları itibariyle iletişim, ulaşım, haberleşme elbette bugünkü kadar yaygın değildi. Mesela ben Malatya’daki baba evime İstanbul’dan, Hukuk Fakültesinde okurken demiryolcu ailelerine senede üç kez tanınmış permi hakkımızı kullanarak ekspres treniyle gidip geliyordum. Şehirler arası otobüs seferleri yok denecek kadar azdı. Lisede okurken Büyük Doğu mecmuası çıktığında yanılmıyorsam İstanbul’da Çarşamba günleri yayınlanıyordu; Malatya’ya posta katarıyla ancak Cuma günü ulaşıyordu. Başka bir husus, sanırım hiçbirimizin yoktu, benim de bir daktilom yoktu. Şiir, deneme ve hikâyelerimi olabildiğince itinalı el yazısı ve mürekkep kalemle yazıp postalıyordum. Saydığım birkaç sebeple birbirimizle yüz yüze tanışmalar çok geç gerçekleşmekteydi.
D. Mehmet Doğan ile yüz yüze tanışmamız tam tarihini hatırlamamakla beraber seksenli yılların başı olmalı. Beni hemen Yazarlar Birliği’ne katılmaya çağırmıştı. (Henüz Türkiye ismi alınmamıştı zannederim.) O daima Ankara’da kalmış bense İstanbulluydum artık. Beni Yazarlar Birliği’ne katılmaya daveti ilk bilemediniz ikinci yüz yüze görüşmemizde olmuştu. Ne red ne kabul, sükûtla karşılamıştım onun davetini, tebessüm eden bir sükûtla. Zira öteden beri derneklere, vakıflara, partilere, tarikatlara ve hatta mezhep ve meşreplere karşı mesafeli durmayı seçmiş biriydim. Birileri egoistçe sanabilir/ sayabilir ama gerçek bu ki ben gönül bağımı kendi içime kilitlemiş, ondan gayrıya da pas vermeyen, biraz da hani derler ya burnundan kıl aldırmayan bir pozisyon belirlemiş/ benimsemiştim kendimce. Elbette temaslarım, muamele ve münasebetlerim, tanışıklıklarım mesela Marmara Lokalinde Sezai Karakoç masasındaki sohbetler dâhil Diriliş yazıhanesine sıklıkla uğrayışlarım vardı. MTTB’de de bulunuyor, oradaki arkadaşlıkları da sürdürüyordum. Lakin dedim ya varsa bir gönül bağım o kendi içimdeydi.
Yazarlar Birliği Türkiye ismini aldı. Faaliyetlerini yoğunlaştırdı. D. Mehmet Doğan’ın sahiden ileri görüşlü istikamet vermeleri ona destek çıkan yakın mesai arkadaşlarının da emekleriyle ıvazsız garazsız, hesapsız satrançsız, kula kul olmama mantığını öyle başarıyla sürdürdü ki tesiri, manevi varlık değeri adının çok üzerine çıktı. Hiçbir şaibe, gölge düşürmeden üzerine, besbelli Cenab-ı Hakk’ın samimiyete verdiği destek ile kimse (yani devlet-hükümet falan) farkına varmadan kırk beşinci yaşına ulaştı.
Ben kuruluşundan birkaç sene sonra seksenlerin başından itibaren artık onların yakın takipçisi olmaya başlamıştım. Ancak Bursa’da idim ve 1994 senesinde Bursa Şubesi kuruluncaya kadar gayrı resmi, şube kurulduktan sonra da artık resmi üyesi olmuştum. Mesela 1992 senesinde ilkini Bursa’dan başlattığımız Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni esnasında aktif rol alarak bugün aramızdan ayrılmış bulunan birçok şair-yazar dostla beraberlikler kurmuştuk. Bu şölenlerin sanırım bugün D. Mehmet Doğan dostumdan sonra en fazla katılanları arasında ben vardım. Kazakistan Almatı, Türkmenistan Aşkabat, Fransa Strasburg, Kırım Akmescit, Kuzey Makedonya Üsküp, Azerbaycan Bakü, Kosova Prizren, Tataristan Kazan, en son aynı senede İstanbul ve Bursa şölenlerinin tamamında bulunmuştum.
Bütün bu seyahatler esnasında yığınla tanışma ve hatıra biriktirme imkânı bulmuştuk. Memleketleri tanırken orada yaşayan insan unsurunun daha ziyade Müslüman Türk nüfusun kültür, inanç, dünyaya bakış ve yaşama modellerine yakın şahitlikler yapmak bize büyük zihnî ve kalbî zenginlikler kazandırmıştır.
Sivil toplum teşkilatlarına daima mesafeli durmuş birisiydim. Buna rağmen ben parayla pullu işi olmadan tamamen hasbi ve de ferdi fedakârlık gerektiren TYB’nin varlığına bakıyorum. Orada kırk beş sene kesintisiz sürdürülmüş olmasındaki başarıda, dostum Doğan’ın ahlaki tutumunun çok büyük rolü olduğunun birinci elden şahidi sayıyorum kendimi. Elbette hadisenin mutfağında emek veren bir hayli gönüllü insan vardı ve onları da görmezden gelmemelidir. Bilmiyorum ama Türkiye gibi iki lisanlı iki yapılı çoğu kere insanlarını resmen riyakârlığa sürükleyen bir memlekette, halkına rağmen dayatılan sistemin içerisinde bu kadar temiz kalabilmek doğrusu hayranlık vericidir. Türkiye Yazarlar Birliği kırk beş senenin bütün zaman dilimlerinde aynı çizgisini sürdürebilmiş nadir sivil müesseselerden biridir.
2000 senesinde, TYB’nin Kültür Sanat Ödülleri kapsamında Harput Şehrengizi adlı eserime asla hiçbir dahlim ve haberim olmadan Şehir Kitapları dalında bir ödül verilmişti. Elbette bir kese altın olmayan bu ödül, altından daha kıymetli bir moral, motivasyon sağlamıştı bana ve yakın muhitime. Ayrıca 1998 yılında yirmi üç yaşındayken vefat eden sevgili oğlum Yasir ve şehrim Harput’a ithaf edilmiş olması münasebetiyle bu eserimin aldığı ödül beni daha da mesut kılmıştı.
Bugün hala hayatta olan yazarlar arasında benim gibi Türkiye Yazarlar Birliği’nden tam üç ödül almış başkası var mıdır bilmem. Ancak ilk ödülün ardından ben Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenlerinin yedincisinin gerçekleştirildiği Kuzey Makedonya Üsküp şehrindekinde Ahmet Cevdet Paşa adına verilen ödülün Türkiyeli şairiydim. Yine 2017 yılında ise Türkiye Yazarlar Birliği merhum Mehmet Genç hocamızla beraber Üstün Hizmet Ödülüne layık görmüştü beni. Açıkçası üç ödül sahibi sıfatıyla şeref duymaktayım her ne kadar mücbir sebep yüzünden üstün hizmet ödülünü almaya gidememiş olsam da.
Benim gibi üç ödül sahibi birine, sana yazarlar birliği nasıl görünüyor sorusu sorulduğunda aczimin tavan yaptığını söyleyerek cevap yetiştirmeye çalışabilirim ancak. Mukayeseli bir düşünme sonrasında dünyadaki kültür sanat faaliyetlerine bakıldığında şöyle bir malumata ulaşmak mümkündür. Devletler ve büyük sermaye sahipleri tarafından finanse edilen teşekküller umumiyetle müze, resim, heykel, kısmen mimari ve plastik sanatlar denilen sahada belki bir de sinema endüstrisi merkezli çalışmalarda öne çıkmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyetindeki Kültür ve Turizm Bakanlığının halini konuşmaya bile lüzum yoktur. Bir yazı yazmıştım vaktiyle hükümette tanıdığım birkaç bakan ve milletvekili vardı. D. Mehmet Doğan kültür bakanı olmalı demiştim. Biliyordum bu teklifimin onlar nezdinde karşılık bulamayacağını. Doğan arkadaşımın da bunu kabul etmeyeceği aşikârdı. Benim maksadım yöneticilerin tercihlerindeki isabetsizliğe bir nebze olsun dokundurmaktı. Yoksa Doğan bu görevi kabul etse, onlar da teklifte ısrarda bulunsalardı bile eminim bir ay zarfında hem seçenler hem de seçilen pes ederdi. Çünkü kültür denilen meseleye bakışta bir marazi durum mevcuttu. Bu fotoğrafın sahiciliğini öğrenmek isteyenler cumhurbaşkanının en fazla itirafta bulunduğu eksikliğin kültür ve eğitimde gerçekleştiğine dair sözlerine bakabilirler.
Türkiye’nin büyük zenginleri tarafından desteklenen kültür-sanat faaliyetlerinin tematik yapılarına bakıldığında da aynı gerçek açıkça görülecektir. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi kuruluşlar müze, sinema, heykel, resim ve müzik sahasında sıklıkla boy göstermektedirler. Bu çabalarını mesela bir defaya mahsus olmak üzere sanatın lokomotifi bildiğimiz düşünce, felsefe, yazılı ve sözlü ifadeyi kapsayan umumi adı yazarlık ve de edebiyat (hususen bizim asıl mayamız şiir) olan sahada niçin sergilemezler, suskundurlar? Bu sahada belki Yapı Kredi Bankasının yayın faaliyeti bir nebze hatırlanabilir. Onun da başındaki irade ne yazık yerli karakterden çok yabancı bir ruh taşımaktadır. Batıcı/ batılı, laik espri ve dayatmacı mantığıyla memleketteki bakanlığın, büyük organizasyonların, teşekküllerin, yayın ve sinema endüstrisine ne ölçüde hâkim olduğu ortadadır. İşte bütün bu çaplı teşekküller karşısında Türkiye Yazarlar Birliği sahici ve yerli bir yıldız gibi kırk beş seneden bu yana yüz akımız olmuştur.
TYB denildiğinde insanların hatırına bu isimle beraber hemen D. Mehmet Doğan da gelmektedir. Biri hukuki manada hükmi diğeri sahici şahsiyet olan bu iki isim birbiriyle öylesine iç içe geçmiş, o kadar sağlam alakalarla bağlıdırlar ki birini koparttığınızda öteki de sanki ortadan kalkacakmış gibi görünür. Türkiye’deki resmi gayrı resmi teşekküllerin birçoğunda memleket karakteristiği olarak böylesi benzerlikler bulmak mümkündür. Daha çok siyasi birliklerde karşımıza çıkan bu karakterin TYB’deki görüntüsünde farklı bir eda vardır. Bir kere asla monarşik bir yapı arz etmez. Tek adam müesseselerinde rastlanan totaliter yapının izi bile yoktur. Birbirine bu kadar yapışık gibi görünen bu teşekkülün aksine tek tip bir kisve, üslup ve sıradanlıkla malul olması beklenirdi. Böyle olmamasını sağlayan husus, hükmi şahsiyetin ağzı dili olmadığına göre, kanaatimce, D. Mehmet Doğan’ın ılımlı, yumuşak, kucaklayıcı, mümin mizacı ve ahlakıyla açıklanabilir. Tam kırk beş yıl bunu sürdürebilmiş olması en mühim delilidir söylediklerimin.
Devlet müesseselerinin, büyük holdinglere ait çalışmaların bir asırdan bu yana memlekette şöyle veya böyle palazlanan laik, Kemalist, sol ve menfaatçi muhitlerin karşısında, tamamen gönüllük esasına dayalı hususi fedakârlıklar ve gayretlerle hayatiyetini ve faaliyetlerini sürdüren TYB, çok mümtaz bir mevkide bulunmaktadır. Hacminden, güç ve kudretinden çok ama çok ağır bir hamuleyi hiçbir baş kakıncı yapmaksızın kendi toplumunun menfaati uğruna senelerden beri yüksünmeden taşımasını bilmiştir. Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni, Mehmet Akif Bilgi Şöleni, Safahat ve Mesnevi Okumaları, Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı ve Yazar Yayınları, Yılın Yazar ve Sanatçıları Değerlendirmesi, Yazar Okulu ve benzeri işler devlet ve hükümet çapında ufuk açıcı faaliyetler olarak görünmektedir. Başka bir husus da şeref başkanı D. Mehmet Doğan’ın yanılmıyorsam son baskısı yüz yirmi bin kelimeye ulaşmış Büyük Türkçe Sözlüğünün mevcudiyetiyle dikkat çekicidir. Devletin bizzat yayımladığı Türkçe sözlükten daha zengin bir eser olması TYB’ye de kurucusu ve isim babası münasebetiyle artı bir kıymet katmaktadır bence.
D. Mehmet Doğan ile TYB’nin ismini bir arada iç içe geçmiş bir halde saymamızdan ötürü doğabilecek şüpheler oluşacaksa belki biraz daha vesikalı açıklamalara ihtiyaç hissedilebilir. Bir yazar meslek teşekkülü olarak düşünülen TYB 1974 senesinde ilk adımı atmıştı. D. Mehmet Doğan’ın Batılılaşma İhaneti adlı eseri ise 1975 senesinde ilk baskısını yapmıştı. Teşekkül ve kitap arasındaki yaş yakınlığı da derin idrak sahiplerine bir izah yapacaktır diye düşünüyorum. Söz konusu eser TYB’nin yaşıtı olduğu gibi ilkinden bu yana tahminen kırktan fazla baskısıyla da onunla yarışmaktadır. Halkımın ağzıyla söyleyecek olursak “Kırk bir kere maşallah” demenin tam vaktidir.
Başından beri anlatıyorum benim gibi toplu beraberliklere bir ömür mesafeli durmuş biri nasıl oluyor da bir yazar teşekkülü hakkında bunca yüksek perdeden övücü sözler söylüyor, diye düşünenler vardır. Bu teşekkülden tam üç ödül almış olmanın minnet borcuna dair bir tediye hamlesi diye hatıra gelebilir. Ödüllerin maddi bir değeri olmadığı biliniyor ancak ödül verilen her bir yazar, sanat ve ilim insanı da bunun şahsiyetlerine değil emek ve fikirlerine atfen olduğu şuuruna sahiptir. TYB kimseyi yıldızlaştırmak gayesiyle yapmıyordu bunu. Bir dostluk pekiştirmesi hissiyatı bulunmakla beraber asıl gaye memleket ve millet düşünce, kültür, sanat ve estetiğine yapılan katkılar münasebetiyle verildiği hakikatini işittirmek ve yaymaktı diye düşünüyorum. Çünkü memlekette giderek büyüyen çatışmalar batılılaşma ve kendi olarak kalma taraftarları arasında her geçen gün daha da kızışmaktaydı ve el’an da devam etmektedir. Değişim ve dönüşümün ilk senelerinde Osmanlı Devleti yıkıldıktan ve Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan hemen sonra hususiyle de ilk senelerin siyasi iradesinin sergilediği batılı/ batıcı telakkiler karşısında kim(ler) durdu, duracaktı. Adreslerden biri Mehmet Akif değil miydi? D. Mehmet Doğan’ın Akif hakkındaki kitabının ismi Camideki Şair’di. O halde TYB hamlesi bence biraz da cami kaçkınları ile camiden kovulmuşları yeniden camiye çağırma teşebbüsüydü diye de kıymetlendirilebilir. Ben ise bütün teşekküllere mesafeli durmama rağmen işte tam da bu sebeple mütevazı, biraz da tembel bir TYB azasıyım.
Yazarlar, şairler özellikle de Müslüman toplumların gönüllü vicdanları, moral motivasyon kaynakları rolünü Son Allah Elçisinden el alarak yerine getirmekle mesuliyet üstlenmişlerdir. Zira Cahiliye dönemi şairlerinden Hasan bin Sabit Müslüman olduktan sonra Allah resulü tarafından muharebeler öncesinde yüksek bir mevkie çıkarak uzun kasideler, şiirler okumak böylece müşriklerin kalplerine korku salmakla vazifelendirilmişti. Türkiye’de son iki asrın düşünce, edebiyat, sanat hayatında da Mehmet Akif’le başlayarak, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç gibi şahsiyetler şair-yazarlar bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişlerdir. Türkiye Yazarlar Birliğinin asıl fonksiyonu açılan bu çığırın daha da derinleşerek ve yaygınlaşarak bütün memleket sathında karşılık bulmasını gerçekleştirmek olmuştur. Bunu yaparken de olabildiğince Hak’ka taraftar davranmaya itina göstermiş, ideolojik temayüllere eşit uzaklıkta kalmaya çalışmıştır. Ancak bu kendi iman manzumesinden de taviz vermek manasına gelmemiştir asla. Dernek statüsü her ne kadar zaruri olarak “meslek” kuruluşu gibi gösterilmişse de, yazarlığın maddi gelir getirici bir meslek değil, insanlığın manevi cephesini inşa eden mukaddes ve gönüllü bir rehberlik sayılması gerektiğini söylemek lüzumsuzdur. Son sözüm şudur D. Mehmet Doğan’ın Batılılaşma İhaneti (1974) ve 1932 Dinî İnkılâp Yılı (2023) adlı en yeni eseriyle yazı hayatı boyunca gösterdiği ahlaki istikrar, aynen TYB’ye de yansımıştır. Dikkat buyurulursa yarım asırdan söz edilmektedir. Ümidim ve duam, bu durumun uzun asırlar boyunca bozulmaması istikametinde nice senelere doğru, şeklinde olacaktır. Vesselam.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.