*********
1978’li yıllar. Yüksel tahsil dönemi. MTTB Sinema Kulübü’nde bir grup arkadaş birlikte toplumda bir Milli Sinema heyecanı oluşturabilmek canla başla çalışıyoruz. Açık oturum, seminer, gösteri gibi faaliyetler içerisindeyiz. İlk filmimizi bile çekmişiz, üniversiteli gençler olarak. Nasıl çektiğimiz bir alem. Önce Akın Grup ismini almışız. Milletten para toplayarak (Esnaf, memur, işçi…) başlıyoruz işe. Çok az para toplayabiliyoruz ama yılmıyoruz. Filmlik serüvenler yaşıyoruz, çok sıkıntılar çekiyoruz ama sonunda filmi çekmeyi de başarıyoruz. İlk defa anarşiyi anlatan, çağımız gençliğinin: “Bir nizam arıyorum, her şeyiyle benden olan bir nizam!” diye haykırdığı cesur bir film: Gençlik Köprüsü.... Film, vizyona giriyor ve olay oluyor tabii. Acemi bir anlatımla da olsa medyada ve gişede yoğun bir ilgiyle karşılanıyor. Ne var ki hasılat paraları işletmecilerin cebinde kaybolduğu için devamını getiremiyoruz. Ve Akın grup dağılıyoruz, sermayesizliğe dayanamıyoruz. Lakin ben fakir, hazmedemiyorum bu sonucu. Bir dava, bir iddia çıkarmıştık ortaya ve bu devam etmeli diyorum. Yeni bir grup kuruyorum ve yeniden düşüyorum yollara; esnaftan, memurdan, işçiden üç beş kuruş toplamak için. Tek tek kapılarını çalışorum vakıfların, derneklerin, cemaatlerin… Sonunda yine yeterli olamayan ama bize motorize güç olacak bir meblağ toplayabiliyoruz ve yine binbir türlü çekilen sıkıntılardan, acılardan sonra kendi adıma çektiğim ilk filmim çıkıyor ortaya: Lanet… . Ama aynı zamanda hem okulumu bitirme, hem de sinema yazarlığı yapma derdindeyim. Siyasal ortam oldukça karışık o sıralar.
Tam bir anarşi hakim sokaklara. Gençler çatışıyor. Kimi devletçi, kimi devlete düşmanı. Kardeş kardeşe kırdırılıyor. 1980 ihtilaline giden süreçteyiz. MTTB olarak bizler; bu siyasal çatışmalara küresel sermayenin birer oyunu olarak bakıp, anarşiden uzak durmaya çalışıyoruz. İlim ve irfana, kültür ve sanata, irşat ve tebliğe önem veriyoruz. Bin küsür yılık medeniyetimiz bizi çağırıyor. Önümüzden giden Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Arif Nihat Asya, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yedi Güzel Adam… daha pek çok fikir ve sanat adamlarımız bizi çağırıyor. Cemaatler olarak henüz parçalanmamışız. Kötülüğe ve kötülüklere karşı toplu bir kıyam, asil bir duruş, sessiz bir çığlık açıkça sinmiş durumda nefeslerimize. Onlarca yıldır boğazlanan milli varlığımızı yine bir diriliş ruhuyla asrın idrakine söyletme aşkıyla yeniden ayağa kaldırma heyecanı içerisindeyiz. Kıvranıyoruz. Bir yandan Millî Kültür ve Sanatı yeniden inşa etmek, bir yandan artık boyunduruktan kurtulmak için İslâm’ın siyasetini göstermek iddialarıyla doluyuz. Hak’la Batılın arasında birikmiş, artık patlama noktasına gelmiş sessiz bir savaş bu. Bu heyecanı taşıyan herkes ya dergi çıkararak, ya kitap yazarak, ya vakıf ve derneklerde faaliyet göstererek ya da siyasî hareketlere katılarak bu savaşın bir parçası olmaya çalışıyor. Bütün oluşumların faturası, hemen hemen yine hep işçinin, memurun, esnafın sırtına biniyor tabii, onların destekleriyle oluşuyor ve yürüyor. Yokluklar dönemindeyiz. Sinema hayatımıza hakim fakat dava adına çekilmiş filmimiz yok. Yapalım desek paramız yok, doğru dürüst zenginimiz yok. Olsa da oluk oluk haram akıtan sinemaya para verecek cesur yürekler yok. Daha genelde, internet yok, cep telefonu yok, bilgisayar yok, tv kanalları yok, youtube yok, instagram yok, facebook yok. Daha neler neler yok… saymakla bitmez. Bir siyah beyaz TRT. O da her evde yok. Bu yoklukta Yücel Çakmaklı çıkmış, biz çıkmışız, bir iki yeni yetme tiyatrocu çıkmış çakar almaz tüfek her biri, birer atımlık barut…
Üç asırdır itilip kakılıp, dışlanan ötelenen, çarpık batı zihniyetine direnen nesiliz, ama tüylerimiz yolunmuş… İstanbul’da Ankara’da, Konya’da, Maraş’ta, ülkenin dört bir yanında öbek öbek çırpınıyoruz bir şeyler yapabilmek için, geleceği yeniden inşâ etmek için... Ankara’da İstanbul kadar hareketli: Mavera ekibi, Edebiyat dergisi, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt,. Mehmet Akif Ak, Nuri Pakdil, Mehmet Doğan… daha hatırlayamadığım nice gönül eri… Çoğu ile samimi dostluklar içerisindeyim. Ankara’ya geldikçe görüşüyorum, konuşuyorum, danışıyorum. Mehmet Doğan, yazarları örgütlemeye çalışıyor, yazarlara dönük bir dernek kurma derdinde. Konuyu bana da açıyor. “Sen de yazar sayılırsın!” diyor, “İstersen kurucu olarak sen de katıl aramıza!” Böyle bir teklif reddedilir mi hiç! Yürüyoruz bu ara, nereye nasıl yürüyoruz, hatırlamıyorum. Aklımda kalan bu bir kaç cümle ve yürüyüş hali. Henüz, 22 yaşlarındaki bir gencim. Öyle veya böyle yönetmenliğe adım atmış, sinema yazarlığı yapmış, İşe şiirle başlamış kendince iddialı ama yine de herhangi bir şiirini, işin ehline göstermekten korkan bir genç. Ama zaman içerinde bu korku, bu hassasiyet giderek siliniyor; yönetmenlik macerası yazı ve şiir heyecanımın üstünü örtüyor; hem de en kalın perdeleriyle… ve benim yazarlık, şairlik özlemim hiç gitmeyen bir yumruk gibi boğazımda takılıp kalıyor… . Oysa küçüklükten beri kafamda hep şair ve yazar olmak vardı hedefimde. Yönetmenlik uzak bir özenti idi. Bir tahta valizle İstanbul’a geldiğimde yolumun MTTB Sinema Kulübü’ne çıkması; orada sinemanın toplumun yüreğinde açtığı yaraları, dine verdiği zararı daha yakından görmem; dinî hassasiyet açısından bu alanın boş oluşu; giderek öne çıkan ideooljik heyecanımız… sürükledi götürdü bizi kendi dünyasına. “Şiir kamerayla da yazılır!” diye avuttuk kendimizi, roman kadar senaryo da önemli diye avuttuk.
Yaptıklarımdan pişman mıyım? Değilim elbette. Rabbimin lütfuyla çekmek nasip olan o filmlerin her biri birer hazine benim için. Hata ve sevaplarıyla, her biri birer evlat. İçlerinde nice hidayetlere vesile olanlar var, nice dualara medâr olanlar… Bunları bizzat gördükten sonra pişman olmam ne mümkün. Sinema malum geniş kitleleri yakalayan en güçlü sanat. Hatta tek sanat. Ama şiir ve yazı seçkinci bir kitleye hitap ediyor, sinema öyle mi. Yani demem o ki. iyi yaptık o filmleri yapmakla fakat yine de içimdeki o şiir ve yazıdan kopuşun acısını atamıyorum üzerimden. Bu demde, Yazarlar Birliği’nde yaşadığım bir anı geliyor hemen aklıma. İzninizle onu anlatmak isterim. 1990’lı yıllar. Yazarlar Birliği’nin merkezi Güven Park’ın bir kenarında. Yalnız Değilsiniz filmini yeni çekmişim. Vizyona girmiş ve Büyük olay olmuş. Bütün basın filmden bahsediyor. Ana sayfalarda yer alıyor haberleri. İlk defa militan bir konuyu, başörtüsü yasağını büyük bir cesaretle konu etmişiz. Yine Ankara’dayım. Yazarlar Birliği’ini ziyaretteyim. Yazarlarla tanışmak için gelen üniversiteli gençler hizmet ediyor. Mehmet bey’in küçücük yönetim odasında sıkışmış vaziyette oturuyoruz. Başı örtülü üniversiteli bir genç hanım çay getiriyor bize. O sıra popüleriz ya Mehmet Doğan beni tanıtıyor hanım kızımıza. Genç Hanım, benim ismimi duyunca titriyor, heyecanlanıyor. Onu sakinleştirmeye çalışıyorum. “Niye heyecanlanıyorsunuz ki diyorum, benim de iki gözüm var, sizin de!” Birden sinirleniyor ve alınmış bir tavırla tersliyor beni. “Sizi gördüğüm için mi heyecanlandığımı sanıyorsunuz?” Şaşırıyorum. “ Ya niçin?”. Heyecanını bastırmaya çalışarak devam ediyor: “Yalnız Değilsiniz filmi benim hayatımı değiştirdi!”. Bu daha da şaşırtıyor bizi. Ve yarı ağlamaklı şekilde anlatıyor nedenini. “Örtünmek istiyordum. Ama annem de babam buna karşıydı. Okulunu bitir öyle ört örteceksen başını diyorlardı. Annemin başı açıktı. Babamın namazla niyazla alakası yoktu.” Hepimizde merak içinde izliyoruz onu. Kısa bir sessizlik oluyor ve gözlerindeki yaşları silerek devam ediyor: “ Filmi izlediler. Şimdi Annem örtündü. Babam da beş vakit namazını kılıyor!” Genç kız heyecanını daha fazla göstermemek için koşarak çıkıyor odadan. O çıkıyor ama odayı derin bir sessizlik kaplıyor. Benim yutkunuyorum ağlamamak için, genzim yanıyor.
Yazarlar Birliği, Ankara’daki hep ikinci adresim oldu. Her gelişimde arkadaşları ziyaret eder, güzel, tatlı sohbetler ederdik. Sayın Doğan’la espriyle karışık takışırdık, o bana, ben ona. Hoşuma giderdi bu zıtlaşmalar. O dönemler bir film için gala yapmak önemliydi. Filmlerimin Ankara galası dedi mi tabii ki hemen Yazarlar Birliği gelirdi aklıma. Çok ilgi gördü yaptığımız galalar. Özellikle Yalnız Değilsiniz’in, Reis Bey’in, Kelebekler Sonsuza Uçar’ın galaları… Zaman içerisinde sinemada verdiğimiz mücadele üzerine etkinlikler düzenledi Yazarlar Birliği, filmlerime ödüller verdi. Sinemada aldığım ilk ödülü Birlik’ten aldım. Sanırım, Birliğin ilk sinema ödülü de oydu:1982 Rahmet ve Gazap. Film amatörlükle dolu bir çalışmaydı. Ama olaylara bakışı ile sinemada ilklerden biriydi. Daha sonra Kelebekler Sonsuza Uçar filmiyle geldi ödül. İşte bu daha doyurucuydu benim için.
Gelişen zaman içerisinde kuşkusuz Yazarlar Birliği’ne çok yeni yüzler girdi. Öyle de olması gerekiyordu. Bugün iki bini aşkın üyesi olduğunu sanıyorum. Şu noktayı görmek lazım: Bu millet bu camiada yapılan her iyi niyetli harekete sahip çıktı, bize sahip çıktı, Yazarlar Birliği’ni kuran arkadaşlara sahip çıktı, daha nelere ve kimlere sahip çıktı… Yeter ki içten olsun, samimi olsun. Yazar arkadaşlar da Allah var, o günden bu güne bu yükü büyük özverilerle taşıdılar, emanetin hakkını verebilmek için çalıştılar. Bugün bunlardan kimi rahmetli oldu, kimi de bakıyorum da ak saçlarına rağmen ilk günkü heyecanla çalışıyor hala. Muhsin Mete’yi Çetin Baydar’ı özellikle anmak istiyorum. Rabbim cümle vefat edenlere rahmet eylesin. Çetin Baydar deyince bir anımı anlamadan geçmek istemem. TRT’ye ilk bilim kurgu dizisini çekmişiz: Kavanozdaki Adam… Film bir beyin naklini üzerinden topluma eleştirel bir bakış getiriyor. Yine Ankara’da Yazarlar Birliği’ndeyim. Dizinin değerlendirilmesi yapılıyor. Çetin Baydar: “Bu dizi diyor, bence geçmişte bu millete yapılan beyin naklini anlatıyor!” Müthiş bir teşhis! Hiç aklıma gelmemişti bu. Bu yorumla çok daha büyüyor Kavanozdaki Adam.
Derneğin zamanla pek çok şubesi açıldı. Hepsi de ulusal ve uluslararası etkinlikleriyle göz doldurdu. Özellikle İstanbul Şubesinin, genel merkezi bile kıskandıracak faaliyetler gösterdiğini görmeye başladık. Belki İstanbul’da olduğumuz için böyle görüyoruz, bilemiyorum. Ama şurası bir gerçek ki, ülke genelinde pek çok genç bu ocaktan pişerek geçti, bu ocak nice ustalar yetiştirdi. Neticede şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye Yazarlar Birliği tartışmasız kültür sanat hayatımızda büyük bir boşluğu doldurdu ve doldurmayla devam ediyor.
Bana gelince “Gitmesem de gelmesem de o köy benim köyümdür!”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.