Mehmed Âkif’in acı ve hüzün dolu trajik hayatını herkes bilir, ama uzun süre unutulan oğlu Emin’in yaşadığı trajik hayatı pek kimse bilmez. Âkif ne denli bilinir ise Emin Âkif o denli unutulmuş, terk edilmiştir. Ancak 2010 yılında Yusuf Turan Günaydın’ın hazırladığı, Emin Âkif’in hayatını da içine alan, “Babam Mehmed Âkif” adlı kitap ile birlikte Emin Âkif, 2000’li yıllarda hatırlanmış, hakkında yazılar yayınlanmıştır. Emin’in hayatı hakkındaki bilgileri Âkif’in dostlarına, dostlarının Âkif’e yazdığı mektuplardan öğreniyoruz. Yusuf Turan’ın söylediğine göre Emin ile ilgili bilgi, Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ndeki Emin Âkif maddesidir. Bu bilginin haricinde bir de Refi Cevat Ulunay, Çetin Altan, Nusret Safa Coşkun ve Kenan Akın’ın gazetelerde kaleme aldıkları trajik yazılardan Emin’in hayatını öğreniyoruz.
Safahat’ta idealize edilen “Asım” ile Emin’i karşılaştırıp Âkif’in örnek gösterdiği idealist genç Asım’ın tersine Emin’in trajik hayat yaşadığını öne sürenler, Âkif’in ailesini ve oğlunu ihmal ettiğini söyleyerek eleştirirler. Burada görmezden gelinen gerçek Âkif’in idealize ettiği gençlik oğlu Emin değil, Köse İmam’ın oğlu Asım’dır. Asım şiirinde, Hocazade’nin oğlunun adı Emin’dir. Şiirde Âkif kendini Hocazade, oğlu Emin’i de Emin olarak anlatmıştır. Tevfik Fikret de oğlu Haluk’tan hareketle Haluk’un Defteri’ni kaleme almıştı. Haluk ile Asım’ı, bazen de Haluk ile Emin’i karşılaştıranlar olmuştur. Bu pek sağlıklı bir karşılaştırma değildir. Haluk ile Emin karşılaştırılacaksa eğer bir utançtan dolayı karşılaştırılmalıdır. Zira ailesi, Haluk’un Amerika’da papaz olmasından utandıkları için -1950’lere kadar- kimse ile konuşmak istememiş. Hatta Tevfik
Fikret oğlu Haluk’un, tek tanrı anlayışından çok tanrılı bir din anlayışa sahip Hristiyanlığa geçmesine bir anlam verememiştir. Aynı utancı Âkif’in oğlu Emin Âkif’i trajik bir hayat sürerken görmezden gelenler için kullanabiliriz. Emin Âkif’e sahip çıkmayan muhafazakâr çevre onun trajik hayatını görmezden gelmiş, 2000’li yıllara kadar utançlarından adeta gizlemiş, unutturmaya çalışmışlardır. Haluk ile Emin elbette karşılaştırılamaz ama bu iki sembol çocuk üzerinden duyulan utancı görmek gerekir.
Emin Âkif 1908 yılında İstanbul’da doğmuştur. Âkif ‘in ilk üçü kız, üçü erkek olmak üzere altı çocuğu olmuştur. Kızlardan sonra doğan dördüncü çocuğu İbrahim Naim bir buçuk yaşındayken vefat etmiş, ardından Mehmet Emin ve Tahir doğmuştur. Âkif’in mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla haylaz bir çocukmuş. Numune Mektebinde zar zor okumuş, canı isterse okula gidiyor, istemezse gitmiyormuş. Özellikle 1923-25 arasında Âkif Mısır’da olduğundan onunla pek ilgilenememiş, onun okulu astığını öğrenince dostu Şemsi Fuat’tan ilgilenmesini istemiştir. Emin Âkif 1908 doğumlu olduğuna göre bu sıralarda 15-18 yaşları arasındadır. Bir erkek çocuğunun en “delikan” olduğu dönemdir. Hele bir de Emin gibi ele avuca sığmayan haylaz bir çocuğu düşününüz... Emin’in babasının yokluğunda, uygunsuz arkadaşlar edinerek içki ve esrara alıştığı anlatılır. Oysa Emin Âkif’in bizatihi verdiği bilgiye göre, Mısır’da zengin çocuklarla yaptıkları arkadaşlık sırasında içki ve esrara alışmıştır. Rasim Cinisli’nin hatıratında geçen anekdotta, Selami Yılmaz’ın “Emin Amca, siz Mehmed Âkif gibi büyük bir insanın evladısınız, bu illete nasıl kapıldınız? sorusuna, gençlik yıllarımız Mısır’da geçti. Mısır’ın zengin çocuklarıyla arkadaşlık yapardım. Bol zaman, bol para, avarelik, gençlik ve cahillik...” (Cinisli, 2017: 198) diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Yılmaz “Peki, babanız sizinle meşgul olmaz mıydı? diye sormuş, Emin Âkif; Babam ‘Canı cananı bütün varlığımı alsın da Huda/Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda’ diyen bir adamdı. Babamın gözünde aile mi vardı, hanım mı vardı, evlat mı vardı? Varsa yoksa vatandı. Böyle bir insanın evladıyla meşgul olması mümkün müdür? Onun ömrü de gönlü de vatan ile doluydu” (Cinisli, 2017: 198) demiştir.
Aslında Âkif’in genel anlamda bütün derdi, milleti ve devletiydi. Bu doğru. Ancak Emin Âkif’in içinde bulunduğu durumdan babasını sorumlu görmesi doğru değildir. Çünkü Âkif, oğlu Emin’in haylazlığını, ele avuca sığmayan bir çocuk oluşunu daha küçük yaşta iken bilmektedir. Ayrıca en büyük erkek çocuğu olmasından dolayı diğer çocuklarına nazaran sanki daha çok ihtimam göstermiş, en çok onun üzerine titremiştir. Âkif’in İstiklâl Harbi sırasında İstanbul’dan Ankara’ya giderken onu da yanında götürmesi bir yönüyle ona olan sevgisinden, diğer yönüyle -belki de- Emin’in haylaz bir çocuk olduğunu bildiği için kendi yanında zapturapt altına alma kaygısından kaynaklanmıştır. Ayrıca görüştüğü kişilere Emin’in, “babam en çok beni severdi” demesine rağmen, bizimle ilgilenmedi diye de şikâyette bulunması çelişik bir durumdur. Mehmed Âkif, Emin’in üzerine titrediği halde, ele avuca sığmayan Emin’in yaşamış olduğu trajedi babasının kendisini himaye etmemesinden değil, daha çok kendi karakterinden kaynaklanmıştır. Zira karakter kaderdir. Emin Ersoy, babasının onun üzerine titremesine karşın karakterinin ve kaderinin kurbanı olmuştur.
Âkif’in son on yılını geçirdiği Mısır’da, toplumculuktan sıyrılıp daha çok içine çekildiği, Gölgeler’i yazdığı, özellikle Gece, Hicran, Secde vb. şiirlere imza attığı bir dönemdir. Emin Âkif ise bu yıllarda dışa dönük, ilk gençlik yıllarını yaşamaktadır. 1925 yılında Âkif onu Mısır’a yanına aldığına göre henüz on yedi yaşındadır. Bu sırada Âkif ise “hamallık dâhil ne iş olursa yaparım” diye ekmeğinin peşine düşmüştür. Emin’in kendi deyişiyle Mısır’da zengin Arap çocuklarıyla yeni alışkanlıklar edinmiştir. Ancak Mısır’da kendi anlattıklarına bakılırsa özgürlüğünü doyasıya yaşamış gibidir. Örneğin Âkif kurban kesmiş, koyunun bir budunu Emin’e vermiş, diğer budunu da Tahir arkadaşlarına götürmüştür. Bu onların buradaki arkadaş ortamlarını göstermesi açısından önemlidir. Mehmed Âkif-Emin Âkif ilişkisini anlamak için Âkif’in dostlarına ve dostlarının Âkif’e yazdığı mektuplara bakmak gerekir. Örneğin Mısır’dan 3 Mart 1341 (3 Mart 1925) tarihinde Fuat Şemsi İnan’a yazdığı mektubunda:
“İki gözüm Fuat,
Bizim Emin çok haylazlık ediyormuş; müdavim bulunduğu Üsküdar Sultanisinden savuşup çarşılarda, pazarlarda dolaşıyormuş. Annesi, ben başa çıkamıyorum diyor. Dünden beri kafam altüst oldu. Artık mektebe gidecek derece-i devamı hakkında tahkikat icra edersin, sonra bizim eve de uğrayarak validesiyle konuşursun. Oğlanı azarlamak, dövmek, türlü cezaya çarpmak salahiyetin dâhilindedir. Benim avdetime kadar sen velisi olacaksın, anladın mı?
Katiyen ihmal etmeyeceğinden emin olduğum için sana yazıyorum. Kuzum kardeşim, icabını icrada terâhi gösterme!” (Günaydın, 2009: 86) diye yazmıştır. 12 Ramazan, 1343 (6 Nisan 1925) tarihli mektubunda ise şöyle yazmıştır:
“İki gözüm Fuat
Geçen hafta kemal-i isti’cal ile yazıp gönderdiğim mektubun vusulünden emin olamadığım için tekrar yazıyorum. Evden gelen son mektupta bizim Emin’in mektebe canı isterse gittiği, canı istemediği surette... Sıvışıp sokak sokak dolaştığı, verilen nasihatlerin, edilen tevbihlerin, ihtarların müessir olamadığı bildiriliyor. Ben bu hali zaten seziyordum. İşarı ahir, olanca aklımı başımdan aldı. Avdetime kadar çocuğun va- zife-i velayetini ifa edecek dostumu, zihnen bir hayli taharriden sonra seni buldum. Enişteleri, sonra sana Şifahen bildireceğim esbabdan dolayı, bu işe ehil değillerdir. Kuzum kardeşim, bizim ev Üsküdar’da, Selimiye’de eczahaneye muttasıl Şevket Paşa’nın evidir. Acele ile öbür mektupta tarif etmesini unutmuştum. Oğlanın mektebi de Üsküdar Sultanisi’dir. Geçen sene Çengelköy’deki Havuzbaşı Numune Mekte- bi’nin beşinci senesini zor zar geçebilmişti. Numuneler’in altıncı senesinin kaldırılması üzerine bu mektebe vermeğe mecbur olduk. Oğlan ahmaktır. Senelerden beri uğraştığım halde yalan söylemekten vazgeçi- remedim. Yarım saat sonra meydana çıkacak yalanlarla işini görebileceğine kani olan sersemlerden! Doğrusunu söylemek şartıyla birçok kusurlarını bağışladığım ve bu tabiatım hakkında kendisine itimat verdiğim halde bir türlü o huyundan vazgeçiremedim. Her neyse kardeşim, eve uğrar, mucib-i şikâyet olan ahvalini validesinden öğrenirsin; tabii mektebine de giderek müdüründen, müdür muavininden lazım gelen malumatı alırsın! Selimiye’de bizim Miralay İsmail Hakkı Bey isminde bir dostumuz vardır ki pek mübarek bir adamdır. İstersen, onunla da konuş! Hasılı, tekdir ile ihtar ile, dayak ile, tazyik ile, murakabe ile bu sersem çocuğu yola getirmeğe çalış! Ahval, beni canımdan bizar etmişti, bu hadise, yıkık maneviyatım üstüne tüy dikti! Çoktan beri yazamıyor, imate-i vakt için okuyordum. Şimdi aynı satırı kırk defa okusam bir şey anlayamıyorum. Bu vazifeyi muvakkaten sana devretmekle azıcık teselli duyuyorum. İleride mektebini değiştirmek, leyliye kalbetmek icap ederse düşünür, birlikte kararını veririz. Arzu edersen daima murakabe edebileceğin bir mektebi geçiririz. Ah, kendi yumurcağını terbiyeden aciz babaların mürebbi-i ümmet geçinmesi ne ayıp şeymiş! Bu hafta validesine yazdım; senin icraatına katiyen müdahale etmemesini sıkı sıkı ihtar ettim. Hani sen zengin olacaktın da beni şair edecektin. Ondan vazgeçtim. Şu çocukla biraz meşgul olursan beni cidden minnettar edersin. Diriğ-ı lutf etmeyeceğinden eminim. Cenabıhak Tevfik versin! Onun küçüğü Tahir var ki daima kendisinden Beyan-ı memnuniyet ediyorlar. Tabii neticeye ait bana malumat verirsin! Baki kemal-i iştiyak ile gözlerini öperim, kardeşim Fuad’ım” (Günaydın, 2009: 87-88).
Bir başka mektubunda ise, “Bizim aptal oğlanla ne yaptın? Çağırdın, tekdir yahut nasihat etmedin mi? Herifte adamlık kabiliyeti görüyor musun? Her halde vazife-i vesayeti kemal-i ciddiyetle ifa etmelisin! (...) Allah sağlık verirse, 29 Nisan’da İskenderiye’den vapura bineceğiz. Şu hesapça, bir ay sonra görüşürüz. Allah’a emanet ol, kardeşim! Oğlanın işini ihmal etme ha!” (Günaydın, 2009: 96) diye yazmıştır. Fuat Şemsi’ye yazdığı mektuplarında büyük çoğunlukla Emin’den bahsetmiş, Emin’in üzerine titremiştir. Ancak 2 Recep 1325 (6 Ocak 1927) tarihli mektubunda ise Fuat Şemsi’den bu defa hem Emin hem de Tahir’in durumlarını öğrenmesini istemiştir. Mektubunda:
“Fuat,
Seni taltif için, hayli zamandır bir vesile arıyordum; kısmetin açık imiş ki iki tane birden zuhur etti. 1. Bizim Tahir, galiba, ağabeyi Emin’in bir buçuk iki sene evvelki mesleğini tuttu. Zannediyorum o daha çabuk yola gelecek kabiliyettedir. Onlar şimdi Beylerbeyi’nde, Havuzaşı’nda, Ressam Halil Paşa’nın köşkünde, Ömer Rıza ile beraber oturuyorlar. Önceden Rıza’yı haberdar ederek bir cuma günü lütfen gider, tahki- kat-ı lazimeyi icra ve tehbihat-ı muktezıyyeyi fisebilillah ita edersen, ben hazretlerini hizmetinden memnun olmak cihetine biraz imaleye muvaffak olursun” (Günaydın, 2009: 96) diye yazmıştır.
Emin’i Mısır’a yanına aldıktan sonraki duygularını ise yine Fuat Şemsi’ye yazdığı mektubunda şöyle dile getirir:
“Tahir için validesine yazdım. Hiç karışmayacak, tamimiyle sana bırakacak. Emin’i buraya getirdiğimden dolayı o kadar memnunum, o kadar doğru bir iş gördüğüme kaniyim ki sorma! Evet, “secde”den sonra bir şeyler yazmak isterdim amma, tercüme işini ikmal etmeden şairliğe kalkışmayı doğru bulmuyorum” (Günaydın, 2009: 96).
Diğer mektuplarına da baktığımızda çoğunlukla Emin’in eğitimi üzerinde durduğunu, onun ahlak ve terbiyesiyle ilgilendiğini görürüz. Fuat Şemsi’ye yazdığı mektubunda dövmek dâhil her türlü cezayı vermekten çekinmemesini söylemiştir. Âkif’in böylesine üzerine titizlikle durduğu Emin, ne yazık ki, eğitimini tamamlayamamış, Âkif’in istediği nitelikte bir öğrenci olamamıştır. Örneğin çocuklarının dil eğitimine ne kadar önem verdiğini yine bu mektuplarından öğreniyoruz. Mahir İz’e 25 Kânunusani 1342 (25 Ocak 1926) mektubunda:
“Emin Arapça ile İngilizce ile hiç iyi değil. Zaten onun oyundan başka arasının iyi olduğu bir şeyi henüz göremedik! Mamafih, buraya getirdiğim çok isabet oldu, mütalaasındayım. Hâ! Kuzum evladım, Zihni Efendi merhumun el-Müşezzeb diye bir risalesi vardır ya, onu lütfen bana yollayıver. Hatırımda kaldığına göre onun sarfıyla nahvi aynı risalededir. Bunu Emin’e okutmak istiyorum. Gündüzleri mektebe gidiyor, ellerinizi öper. Kardeşi Fahir’e de arz-ı hürmet eder. Kemal-i iştiyak ile gözlerini öper, cümlenizi sıyanet-i mevlaya emanet ederim. Ferit’i, Hayri’yi görürsen, unutma, ikisine de selamımı söyle” (Günaydın, 2009: 30) diyor. Yine Mahir İz’e yazdığı 29 Ramazan 1344-12 Nisan 1926) tarihli bir başka mektubunda:
“Kitaba çok memnun oldum. Bakalım, bizim Emin’e onu okutmak istiyorum. Lisan hafıza işi, oğlanda ise o meleke, ötekilerden de berbat! Ramazan’ın başından beri çalıştığı Tebbet Yeda suresini Kadir Gecesi dinletebildi, o da dört yanlışla! Sonra da bana, “baba, beni hafız mı etmek istiyorsun?” demesin mi! “Oğlum, böyle bir şey aklımdan geçmedi. Zaten, baksana; maazallah öyle bir tasavvurum olsa, bu gidişle ömr-i beşer değil, ömr-i beşerriyyet bile yetişmeyecek!” dedim. Mamafih, çocuğun gayet iyi bir hali var: Kendisinden son derecede memnun. Şu hakkını da unutmayalım ki Ramazan’ı tamamıyla oruçlu geçirdi. Senin Fahir ne yaptı? Vâkıâ o, zannederim, geçenlerde bir hastalık atlattı. Tabii zayıf düşmüş, oruç tutamamıştır” (Günaydın, 2009: 35) diye yazmıştır.
Bu mektupları tamamlar nitelikte Mahir İz’e yazdığı başka bir mektubunda şöyle demiştir:
“Emin halinden bermutat, pek memnun. Rüyalarını bile Arapça görüyormuş! Bizim dairenin kapıcısı, Elbesan köylerinden Kazım Ağa’nın, Emin’den bir yıl evvel Mısır’a gelen, o yaşlarda oğlu var. İşte bizim mahdum-ı mükerrem, ondan tashih-i lügat ile meşgul! ‘Var kıyas et vüs’at-i derya-yı rahmet nidü- ğün!’ Mamafih, getirdiğim çok isabet olmuş. Bilhassa ellerinizden öper” (Günaydın, 2009: 49) diye yazdığı mektubunda ironi yapmıştır. Yine Mahir İz’e yazdığı mektupta:
“Emin geçen sene Hilvan’da hususi bir mektebe gidiyordu. Bu yıl Mısır’a gidecek. Terakkisi gayet yavaş, mamafih fena değil. Mahsus, ellerinizden öpüyor, kardeşi Fahir’e de selam ediyor” (Günaydın, 2009: 51) diye yazar. Bir başka mektupta yine Emin söz konusudur: “Emin düşe kalka gidiyor. Avamın konuştuğu dili çoktan öğrendi. Lisan-ı fasihi öğrenmesine, bilmem, ömr-i tabii kâfi gelecek mi?” (Günaydın, 2009: 56)
Âkif, Kuşçubaşı Eşref Sencer’e 18 Ağustos 1346 (1930)’da yazdığı mektubunda hem Emin hem de çocukları hakkında bilgiler verir:
“İnşallah ben de size Emin ile kardeşi Tahir’in resimlerini aldırır yollarım. Tahir, biz Hail’de iken dünyaya gelmişti. Şimdi on dört, on beş yaşlarında! Zaman ne süratle ilerliyor değil mi? Üç kızımın üçü de müteehhil. İkisi İstanbul’da, birisi Milas’ta. Şimdilik iyiler. Biri erkek, mütebakisi kız olmak üzere beş torunum var. Biz Mısır’da iki çocuk, bir de anneleri olmak üzere dört kişiyiz. Hamdolsun geçinip gidiyoruz. Emin Arapçayı bir fellah gibi söylüyor, Ta- hir de fena değil. Mekteplerine gidiyorlar. Şimdilik hallerinden memnunum. Mısır’da ikamet tabii iyi olur. Ancak memleket çok pahalıdır. Üç yüz elli lira ile o kadar ferah geçinmek kabil olamaz. Evet, bundan daha az bir para ile de yaşamak mümkündür” (Günaydın, 2009: 75).
Kuşçubaşı Eşref’e yazdığı bir başka mektubunda ise Emin ile ilgi olarak şunları söylüyor:
“Emin idmancı oldu. Kuvvetinin zararı yok, vücudu biçimli, güzel yüzüyor, iyi bisiklete biniyor, atlaması, güreşmesi yolunda. Küçüğünün spora çokluk hevesi yok. İnşallah ilk fırsatta aldıracağımız resmi takdim ederiz. Hayli zamandır görmediğiniz kardeşinizi epeyce ihtiyarlamış bulacaksınız. Mamafih sıhhatim yolunda. İhtiyarlık, vücut sağlam olduktan sonra büyük bir keder değil...” (Günaydın, 2009: 77). Bütün bu mektuplarda görüldüğü üzere Âkif çocukları içinde en çok Emin ile ilgilenmiştir. Buna rağmen Âkif’in Emin’i ihmal ettiği, babalık himayesini yapmadığı gibi suçlamaların tümü anlamsızdır. Âkif gibi bir yandan gönüllü sürgün yaşayan, diğer yandan polis takibi altında bulunan ve ekonomik zorluklar içinde yüzen bir adam oğlu için daha ne yapabilir ki?
Âkif’in, Emin için dostlarından yardım istediği yani Emin Âkif’in 192425 yılları arasında Üsküdar Mektebi Sultanisi’nde okuduğu yıllardaki durumuna baktığımızda çok da iç açıcı olmadığını görürüz. Emin’in Mekteb-i Sultani’de karne notlarının kırık olduğu, hatta bir yıl okulu uzattığını, onun okuldaki kayıtlarına ve karnesine ulaşan İbrahim Öztürkçü’nün yazdıklarından öğreniyoruz. Öztürkçü: “Mehmed Emin, o sırada orta mektepte 6. sınıf öğrencisidir. Karneden anlaşılacağı üzere Mısır’a babasının yanına gitmeden önce Emin’in okul durumu pek iç açıcı değildir. (...) 1924-1925 ders yılında 6. sınıfta Fransızca, Hayvanat, Hesab ve Hendese derslerinden geçemeyerek sınıf tekrarına kalmıştır. Emin 1 Kasım 1341 (1925) tarihinde 6. sınıftan 1581 numaralı tasdiknamesini alarak mektebi terk etmiştir. Âkif mektuplarına da yansıyan bu başarısız sonuçlar nedeniyle Emin’in 1925 Kasım sonlarında babasıyla birlikte Mısır’a gittiği anlaşılıyor” (Olgun, 2019).
Aslında Âkif’in dostlarına yazdığı mektuplarında, Emin ‘in karakterini daha yakından tanımak mümkündür. Eğer Emin’in askerlikten sonraki trajik durumundan dolayı Âkif’i babalık himayesi yapmadığı şeklinde eleştirenler, peki Âkif’in oğlu Tahir neden aynı duruma düşmedi? Âkif onun da babasıydı. O da Emin’in büyüdüğü aile ortamında büyüdü...
Yaratılıştan başına buyruk, kavgacı, gözü pek, serseri bir ruha sahip olan Emin, aynı zamanda babası gibi sportmen, iyi yüzen, güreşen, bisiklete binen sağlıklı ve atletik yapılı biridir. Âkif’in bütün yakınmalarına rağmen, İngilizce ve Arapçayı iyi derece öğrenmiştir. Askeriyede Kur’an’ı tefsir etmesi, Millet gazetesinde yazdığı “İstiklâl Harbi Hatıraları” onun aynı zamanda boş olmadığını göstermektedir. Buna rağmen Âkif, oğlunun karakterini çok iyi bildiğinden onun üzerinde diğer çocuklarına nazaran daha çok titremiştir. Ancak karakter kaderdir çıkarsaması doğrultusunda baktığımızda, Emin Âkif’in acı ve trajik hayatında karakterinin büyük rolü olduğu görülür. Âkif’in, Emin üzerine bu denli titremesi, birtakım kaygılar taşıması anlamsız değildir. Bir erkek çocuğunu babasından daha iyi, bir kızı annesinden daha çok kim tanıyabilir?
Emin Âkif, Millî Mücadele başladığında babası Âkif ile birlikte henüz on iki yaşında iken İstanbul’dan Ankara’ya gelmiş, hatta yıllar sonra “Babam Mehmed Âkif” adıyla İstiklâl Harbi Hatıralarını tefrika etmiştir. Onun bu tefrikasından hem Millî Mücadele dönemini hem de Âkif’in hayatının bazı cephelerini öğreniyoruz. Peki, bütün bunlara rağmen Emin’den neden bahsedilmemiştir? Neden sahip çıkılmamıştır? En önemlisi Âkif, milleti kurtarırken kendi çocuklarını kurban mı etmiştir? Bütün bu soruların cevabını Mısır’a gönüllü sürgün olarak gitmesinde, vefatına kadar arkasında polis ve istihbaratın gezmesinde ve en trajik olanı ise oğlu Emin’in askerlikte Kur’an’ı tefsir ettiği için divanıharpte yargılanıp hapsedilmesinde bulabiliriz. Bilindiği üzere Emin Âkif, Kırklareli’nde askerlik yaparken bir arkadaşıyla tefsir dersi yapmış, irticai faaliyetten dolayı yargılanacağını anlayınca kaçıp Antakya’ya gelmiştir. Büyük ihtimalle buradan Mısır’a babasının yanına gitmeyi düşünmüş olmalıdır. Bu olaydan haberdar olan Âkif’in arkadaşları, ona bu haberi nasıl vereceklerinin tedirginliğini yaşamışlardır. Ali İlmî Fânî, 14 Ekim 1935 tarihinde Feylesof Rıza Tevfik’e yazdığı mektubunda:
“Âkif’in oğlunun başına gelen felaketten tabii haberiniz yok. Bir gün elime Bereketzâde Cemil Bey’e hitaben yazılmış bir mektup tutuşturuyorlar. Mektup zaten açık gelmiş ve Cemil Bey o sırada Şam’da bulunduğu için bana gönderilmiş. İmzaya baktım ‘Kırıkhan hapishanesinde mevkuf şair Mehmed Âkif Bey’in mahdumu Emin İçin’i okudum. Diyor ki: ‘Kırklareli’nde vazife-i askeri- yemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divanıharbe tevdi olundum ve tevkif edildim. Tevkifhaneden şemdi benimle beraber bulunan çavuşumun delalet ve himmetiyle firar ettik. İstanbul’a geldik, oradan bir vapura atladık. Mersin’e çıktık. Mersin’den yaya olarak Antakya’ya gelirken yoldaki karakolhanedeki jandarmalar halimizden şüphelendi, pasaportlarımız olmadığından her ikimizi de Kırıkhan kazasına gönderdiler. Şimdi bizi Türkiye’ye iade edecekler. İmdadımıza yetişiniz.’ Maalesef imdatlarına yetişemedik, çünkü mektup yazılıp elden ele bana gelinceye kadar günler geçmiş, kendileri de hududu aşmıştı. Bilmem ne ceza verecekler? Âkif Bey’e yazmadım. Çocuğunki divanece bir harekettir. Asker koğuşunda Kur’an tefsir olunur mu? Bugünkü inkılap rejiminden bu derece gafletin manası ne? Zavallı Âkif Bey refikasıyla beraber kendi canlarının derdiyle uğraşırken yeni bir bela ile karşılaşıyor. Kim bilir ne kadar müteessir olacak. Kaza-yi ilahiye ye bakınız ki ta Kırklareli’nden Antakya’nın burnunun ucuna kadar geliyor, denizlerden ovalardan geçiyor, hiçbir yerde tutulmuyor da Antakya’ya yarım saat mesafede yakayı ele veriyor. Çocuğun talihsizliğine de diyecek yok. Safahat’tan yanımda mevcut bir nüsha bile kalmamıştır, olsaydı derhal takdim ederdim. Bugün Âkif Bey’e mektup yazacağım, dört beş nüsha isteyeceğim, gönderdiği zaman derhal takdim ederim. Ücret meselesi ehemmiyetsizdir, kayda bile değmez” (Düzdağ, 2009: 119-120) diye yazmıştır.
M. Ertuğrul Düzdağ, Ali İlmî’nin Filozof Rıza’ya yazdığı mektuba dayanarak aktardığına göre, o sırada Âkif Antakya’dadır ve orada on beş gün kalacak iken, Hilvan’da yalnız ve rahatsız olan refikasından aldığı mektup üzerine durmadığını ve geri döndüğünü, fırsat bulursa Beyrut’ta bulunan Filozof Rıza Tevfik’e uğrayacağını söylemiş. Düzdağ, Âkif’in bu acil dönüşünün oğlu Emin’in asker ocağında irticai suçuyla tevkif edildiği haberi üzerine almış olabileceğini belirtiyor (Düzdağ, 2009: 110) ki, bu ihtimal dâhilindedir. Âkif ise bu olaydan haberdar olması üzerine 7 Mayıs 1936 tarihinde Eşref Edip’e bir mektup yazmış: “Bizim namussuzun yeni rezaletini işitmemiştim. Allah canını alsın! Bari müddet-i mahkûmiyeti kısa olmasaydı da mahbesten cenazesi çıksaydı. Kuzum, bana bunu, yani birkaç ay yahut birkaç seneye mahkûm olduğunu bildir. Bir de Rıza’ya söyle: Tahfif-i cezası (cezasını hafifletmek) için çare aramaya katiyen tevessül etmesin. Hınzır mahbesten çıkar çıkmaz daha ağır bir cinayete (suç işlemeye) kalkışır” (Cündioğlu, 2010: 147) diye adeta öfkesini dışa vurmuştur.
İlginç olan burada Âkif’in, Emin’in yaşadığı bu vahim olay karşısında en büyük hakaretleri yapmaktan çekinmediğini, en büyük cezayı alması gerektiğini söyleyerek öfkesini dışa vurduğunu, onur ve karakter abidesi olarak büyük acılar çektiğini görürüz. Aslında bu satırları yazarken yüreği sızlamış, devrin ceberut devlet anlayışı karşısında oğlunun böylesine ağır bir suç işlediğine iç çekmiş olmalıdır. O sistemin acımasızlığını değil de oğlu Emin’i suçlu görmüş, en büyük hakaretleri oğluna yapmış, beddua etmeye kadar işi götürmüştür. Ancak burada devletin Kur’an okumayı büyük bir suç görmesi ve acımasızlığı tartışılmalıdır. Âkif, bu acımasızlık karşısında susmuş, kendi oğlunu suçlamış ve tek laf etmemiştir. Emin’in Kur’an dersi vermesi suç da devletin onu irticadan dolayı divanıharpte yargılanması suç değil mi? Hangi kanunda bir halkın kutsal kitabını okumayı suç sayıp Divan-ı Harbe götürmek vardır? Aslında Emin işlediği bu suça günümüzden baktığımızda övünülmesi gereken tutum, devrin ceberut anlayışına karşı kahramanca bir karşı koyma vardır. Yerilmesi değil, övünülmesi gereken bir olaydır.
Emin hapis yatıp çıktıktan sonra psikolojisi bozulmuş ve bir daha kendine gelememiştir. Hapisten sonraki hayatı tamamen bir trajedidir. Böylesine bir suç karşısında oğlunu ağır sözlerle azarlayan Âkif, acaba Emin’in daha sonraki yaşamını görseydi ne yapardı? İnsan düşünmek dahi istemiyor. Âkif’in manzum şiirlerinden Kör Neyzen’e baktığımızda, bir dilencinin yaşadığı hayal kırıklığı ve zor yaşamı dolayısıyla ölmesinin daha iyi olabileceği anlatılır. Kör Neyzen şiirinde, ney üfleyerek dilenen bir dilenciyi anlatır. Dilenci yağmurlu bir günde bir saçağın altında ney üfleyerek dilenmektedir. Keşkülünün içi boştur. O sırda yağmur hızlanır, yağmur damlaları saçağın deliğinden tasın içine düşer. Gözü görmeyen Neyzen, tasa düşen yağmur damlacıklarının tınlamasını para sanarak sevinir. Çünkü bu tınlama ardı ardına gelmektedir. Gözü görmeyen Neyzen ise bu tınlamaların ardı ardına atılan paralar olduğunu düşünür. Elini tasın içine sokar ancak elinin ıslağından başka bir şey bulmaz. Onun yaşadığı bu hayal kırıklığı ve zor şartları göz önüne alan Âkif, keşke ölse de bu zorlukları yaşamasa der. Bir dilencinin yaşadığı zorluklar ve hayal kı- rıklılarından dolayı ölmesinin daha iyi olabileceğini düşünen Âkif, şayet oğlu Emin’in yaşadığı trajediyi görmüş olsaydı, aynı hislerle onun da ölmesini istemez miydi? Zira Emin’in hapse düştüğünü öğrendiğinde de aynı şeyi yapmış, keşke ağır ceza alsaydı, keşke ölseydi de bunları yaşamasaydı diye yazmıştır. Bu eğilmeye gelmeyen başının kesilmesine razı olan Âkif’in onurlu duruşunun bir göstergesidir.
Emin Âkif, askerlik ve hapis hayatından sonra bir türlü dikiş tutturamamış, başıboş bir şekilde yaşamış, esrar, eroin, hırsızlık dâhil birçok suça bulaşmıştır. Reşat Ekrem Koçu’nun yayınlamış olduğu İstanbul Ansiklopedisi, Emin Âkif maddesinde: “hakkı olan koruyucu baba himayesini görmedi. (...) Askerliğini nefer olarak yaptı ve kıtasında asil bir utanma ile Mehmed Âkif’in oğlu olduğunu sakladı. Terhisinden sonra büyük şehir İstanbul’un haneber- duşlarından biri oldu. Sabahçı kahvehanelerinde ve hamamlarda yattı, barındı. Yalın ayak dolaşarak şarap veya ispirto ve esrar parası için hamallık yaptığını görenler vardır. 1939’da ilk defa İstanbul zabıtası tarafından bir esrarkeş olarak yakalandı; akıl hastanesine sevk edildi ve galiba başka bir suçtan bir müddet cezaevinde kaldı. Nihayet kendisini bulan bir baba dostu tarafından Bursa’da Atatürk Çiftliği harasında kâhya olarak yerleştirildi. Evlendi, mazbut bir hayat sürmeye başladı. Fakat bir müddet sonra (1963-1964 arasında) işten çıkarıldı. İstanbul’a döner dönmez tekrar esrara düştü. 1966 başlarında zevcesi vefat edince tekrar kimsesiz kaldı. Kendisini adeta intihar kastı ile içki ve esrara verdi. 1966 sonlarında birkaç ay akıl hastanesinde kaldı; hastaneden çıktığında (Kasım 1966) geceleri Tophane’de terk edilmiş bir kamyonetin karoseri içinde yatmaya başladı ve 24 Ocak 1967’de karoserin içinde ölü olarak bulundu” 1 diye yazar. Ardından onun askerlikten ve hapisten sonraki yaşamı öylesine acı ve trajiktir ki Ekrem Koçu’nun deyişiyle romanlara, filmlere konu olacak mahiyettedir. “Hayatı kendi itirafları ve bütün teferruatı ile zapt edilerek yazı- labilmiş olsaydı, dünya edebiyatında yeri olan İtalyan yazarı Tullio Murri’nin ‘Kürek Cehennemi’ isimli eserinin ayarında dehşet verici bir romanın kahramanı olabilecek kara bahtlı bir adamdır. Hayatıyla ilgili ayrıntıların büyük çoğunluğu yazıya dökülmemiştir” (E. Ersoy, 2010: 23) diye yazmıştır. Aslında Reşat Ekrem Koçu’nun bu cümlesinde seçtiği sözcükler oldukça önemlidir. Birincisi onun hayatını “Kürek Cehennemi” adlı bir roman ile eş diğer görmesi, ikincisi sanki bildiği halde yazmaktan imtina ettiği acı ve trajik olaylar... Benzer tanımlamayı Dücane Cündioğlu da, Emin Âkif’i anlatırken kurmuştur. Birçok şeyi yazamadığını söylerken nokta koyup geçiştirmiştir.
1 Bakınız, Haz. (Günaydın, 2010: 5220; Düzdağ, 2009: 12).
Emin, Bursa’daki Hara’daki işinden kovulunca İstanbul’a gelip Refi Cevat Ulu- nay’ı ziyaret eder. Ulunay’a kendini, “Ben Mehmed Âkif ‘in oğluyum, ismim Emin’dir” diye takdim eder. Depremden dolayısıyla çalıştığı Hara’nın altüst olduğunu, “Buraların tekrar eski haline dönünceye kadar başının çaresine bak” denerek işten çıkarıldığını söyler ve Ulunay’dan kendisine yardımcı olmasını ister. Daha sonra Emin Ulunay’a bir mektup yazarak yeniden durumunu şöyle anlatır: “Ziraat Bakanlığı tarafından tekrar Hara’ya gönderildiğini ve kendisine yer olarak merkeze yedi-sekiz kilometre mesafede Poyrazbahçe Koyun Ağılı denilen bir yerde yatıp kalkabileceğini söylediklerini yazıyor. Sobasız, gıdasız, pislik içinde olan buradan kurtarılmasını rica ediyor” (Ayvazoğlu, 2010). 1961 yılında Bursa’daki Hara’da staj yapan şair Hulusi Öcal, Âkif’in oğlu Emin’in ile aynı Hara’da çalıştığını öğrenince, Âkif’in ölüm yıl dönümünü vesile yaparak, birkaç arkadaşıyla birlikte ziyaret ettiğini, babasının Türkiye’nin Millî Şairi olarak büyük bir kimse olduğunu söyleyip, ondan övgüyle bahsettiklerini anlatır. Ancak onların bu övgülerine karşılık, Emin Âkif, “keşke vatanını düşündüğü gibi bizi de düşünüp bir ev miras bıraksaydı” diye karşılık vermiş- tir.[1] Evsizlikten, yoksulluktan, ahırlarda yatıp kalkmaktan bunalan Emin Âkif, birçok kez buna benzer cümleler kurmuştur. Asıl trajik olan Emin’den daha çok, bu ülkenin Millî Şairi olarak Âkif’in bir evi olmamasıdır. Kendisine tahsis edilen bir apartman dairesinde vefat etmesi bu ülkenin o devirdeki idarecileri için yüz karası bir durumdur.
Emin Âkif ile ilgili olarak en iç acıtıcı, en hazin öyküyü Gündüz Vassaf’ın “Annem Belkıs” adlı kitabındaki hatıratında görüyoruz. Emin Âkif bir arkadaşıyla birlikte Belkıs Halim Vassaf’ın evini soyuyor. Büyük miktarda altın ve mücevherat çalıyorlar. Ancak çalınanlar arasında parası, annesinden kalma elmasları, bir çift küpe, birkaç tane elmas iğne ve ninesinden kalma dizi altınları. Hepsi gitmiş. Bir zaman sonra evi soyanlar yakalanmış, polisler tahkikat yapmak için hırsızlar birlikte eve gelmişler. Ev sahibesi üniformalı polislerle birlikte gelen iki kişiyi de sivil polis zannetmişler. “Meğer sivil polis sandıklarımız hırsızlarmış. Fevkalade şık giyinmişti ikisi de. Birinin gayet güzel fötr şapkası vardı. Ve bu gençler Türkiye’de tanınmış, bilinmiş ve kültür hayatımıza geçmiş insanların oğullarıydı: birisi şair Mehmed Âkif’in, diğeri de şimdi adını hatırlayamadığım bir mahkeme reisinin (hâkimin). Meğer anahtar uydurup bizim evin kapısını açıp içeriyi görmüşler. (...) Sonradan elmasları kırıcıya satmışlar. Ellerine çok para geçmiş. İşin tuhafı, o zamanlar böyle pahalı mücevherleri satabilmek için kefil gerekiyordu. Bu çocukların birinin eniştesi de Son Posta’da yani Zekeriya (Sertel) ağabeyimin gazetesinde çalışıyormuş. Bunlar kırıcıyla beraber eniştemin orada olmadığını bildiği bir zamanda gazeteye gitmişler. Böyle bilinen bir yere gittiği için kırıcı da inanmış bunlara ve almış elmasları. Yani hırsızların kefilliğini bile biz yapmış olduk bir anlamda (...) Meğer bu gençlerin ikisi de eroin tiryakisiymiş ve onun tesiriyle bunu yapmışlar. O kadar müteessir olduk ki, keşke bunlar bulunmasaydı, bunlar yakalanmasaydı, diye düşündük. Gençleri getirdiklerinde Ethem’e (Belkıs Hanım’ın eşi) dediler ki: ‘Ama doktor bey, şimdi bunlar eroin almıyorlar. Gayet fena durumdalar. Bunları ne yapalım? Ethem ‘Ben bir reçete yazarım, ilaç alırsınız,’ dedi. Ama karakolun parası yok. Komiser gençlere döndü, onların da parası yok. Peki, dedik, bir polis aldık yanımıza, faytona bindik, nöbetçi eczaneye gittik, reçeteyi yaptırdık, biz de evimize döndük. Dava ne oldu, bulunan elmaslar kime gitti, hiç haberimiz yok. Bu hırsızlık hikâyesi de böylece kapanmış oldu” (Cündioğ- lu, 2010: 147; Vassaf, 2000: 190-192).
Nusret Safa Coşkun 1947 yılında “Şair Mehmed Âkif ‘in Oğlu Şimdi Ne Yapıyor?” başlıklı yazısında Emin’in gazeteye gelişini ve kendini “ismim Mehmet Emin” diye tanıttığını, gelenin herhangi bir okuyucu olduğunu ancak ardından “Şair Mehmed Âkif merhumunun oğluyum” diye açıklama yapınca ilgilerinin arttığını, o sırada otuz, otuz beş yaşında olan Emin’in durumunun içler acısı olduğunu, bitkin bir halde sandalyeye çöktüğünü belirtiyor. Emin, “Hâlihazırda çok mağdur durumdayım, maddi, manevi müzaherete ihtiyacım var” dedikten sonra, çeşitli işlerde çalıştığını, şu anda boşta ve ihtiyaç içinde olduğunu, bir otel köşesinde kimsesiz ve her türlü alakadan mahrum yaşadığını söylüyor. Ayrıca “çok iyi Arapça bilirim. Arap edebiyatına tamamen vâkıfım. İngilizcem de var. Türkçem çok kuvvetlidir. Sizden münasip bir vazifeye yerleştirilmem hususunda tavassutunuzu ricaya geldim” diyerek bir nevi kendine uygun bir iş aradığını söylüyor. Safa Coşkun, Âkif gibi bir büyük şairin oğlunun boş olmayacağını, Âkif’in hususiyetlerini en iyi bilenlerden birinin oğlu olduğunu düşünerek dinliyor. Emin, “Senelerce onunla Mısır’da baş başa yaşadık. Benden başka muhatabı yoktu. Son yazıları bendedir. Bunların içinde tasavvufa ait olanları da var.
Kendisi neşirlerini istemedi. Fakat neşri edebiyatımıza kazandırılmak istenirse, ruhundan af dileyerek, neşrinde bir mahzur görmeyeceğim. Bu eserleri edebiyata kazandırmak suretiyle ifa edeceğim hizmetten duyacağım huzur, pederin sözünü dinlememekten mütevellit çekeceğim azaptan daha kuvvetli olacaktır” dedikten sonra bu defa babasının hususiyetlerini anlatır: “Bence ilmî ve edebî kıymetinden çok, karakterinin kıymeti daha fazla idi. Çok kuvvetli bir iradesi vardı. Hatta bu bazen inatçılık derecesini bulurdu. Otuz beş sene kullandığı enfiyeyi bir sözle bıraktığını hatırlarım. Son zamanlarda çok bedbindi. Sebebi de Garp’ın dev adımlarla ilerleyişi ve yükselişi karşısında bizim sönük kalışımızdı. Bir kusuru vardı: Çok fazla itimat ederdi. Bu yüzden pek çok nankörlükler görmüş, kırılmıştır. Diyebilirim ki, ben, en sevdiği bir tane oğluna, fazla itimat etmemesi, hayatta başarısızlığıma amil olmuştur. Türkiye’den uzakta yaşamak onu çok üzüyordu. Bunu göstermek istemezdi. Ben çok yakınında olduğum için anlıyor, hissediyorum. Onun mükemmel bir sporcu olduğunu bilir misiniz? Çok küçük yaşımdan beri bana zorla İsveç jimnastik yaptırmıştır. Güzel sesli kadınlara meftundu. Hatta Mısır’ın meşhur muganniyesi Ümmü Gülsüm için, ‘Bu kadının sesi, bir erkeği baştan çıkarmak için kâfidir’ derdi. Mütedeyyindi, fakat asla softa değildi. Dinin tababet, ziraat, iktisat gibi işlenecek, ilerlenecek tekâmül ettirilecek bir ilim şubesi olduğuna kaniydi. Yobazlardan nefret eder, kadınların çarşaf giymeye varan tesettürüne aleyhtar bulunurdu. Dinin birtakım softalar elinde şirazesinden çıktığını daima söylerdi” (Cündioğlu, 2010: 138-140; Coşkun, 1947; E. Ersoy, 2010: 105108). Nusret Safa, “size bir şey bıraktı mı?” sorusuna “muhteşem bir isim ve gurur. Başka hiçbir şey bırakamazdı, çünkü bırakılacak bir şeyi yoktu” diye cevap verir.
Nusret Safa, ayrıca Emin’in acı acı başını sallayıp “Teessürle görüyorum ki, Türkiye’de pek sevdiği ve dost bildiği bazı arkadaşları, onunla sırf menfaatleri için düşüp kalkıyorlarmış. Bunu bilhassa söylemek isterim” dediğini belirtir. Âkif’in 27 Aralık’taki vefat yıl dönümü için yapılan programa katılmak istediğini ancak, üzerindeki elbiselerin uygun olmadığını söyler Nusret Safa’ya. Nusret Safa, “Herhalde bundan utanması lazım gelen siz değilsiniz” (Cündioğlu, 2010: 140; Coşkun, 1947; E. Ersoy, 2010: 108). diye cevap verir. Emin Âkif’in maddi bakımdan büyük bir çaresizlik içinde olduğunu Tercüman gazetesindeki haberden öğrenen Rasim Cinisli, haberi yapan Kenan Akın ile birlikte onu evinde ziyaret etmiş, perişan halini görüp MTTB’ye getirmiştir (Cinisli, 2017: 197). Ancak Cinisli’nin askerlik dolayısıyla MTTB başkanlığını bırakmasından sonra Emin Âkif dışarı atılmıştır. Tercüman gazetesi yazarı Kenan Akın, 24 Şubat 1966 yılında Emin Âkif’i ziyaret etmiştir. Bu Emin Âkif’in vefatından bir yıl öncesine denk gelmektedir. Emin kendisini ziyaret etmelerinden oldukça memnun olmuştur. “Emin olun, çok memnun oldum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Yıllar yılı bu kapı aralanmadı. Bir dost, bir aşina yüz ne haldesin diye sormadı” der.
Akın’ın anlattığına göre Emin hatıralarını yazıyormuş. “Orta Çiftlik”[2] adında hayatının acı tatlı hatıralarını... Hatta birkaç satır okumuş Kenan Akın’a. “16 yıl önce Mayıs’ın 13’ü. Günlerden Pazardı. Baba dostları tavassut etmişlerdi. Henüz 40 yaşlarımdayım. Çocukluğum, delikanlılığım 25’ine kadar iyi geçti. Maalesef bunu takip eden yıllar devamlı bir kâbus, korkunç karanlıkların içinde, inkisâr-ı hayal, hüsran, sıkıntı ve sefaletle doludur...” (E. Ersoy, 2010: 110).
Babası Âkif’i anlatırken, “Peder, Halkalı Ziraat Mektebi’ndeyken, garip bir tesadüf eseri, sınıfın bir Musevi, kulun sırtı yere gelmez pehlivanı da bir Erme- niydi... Peder bu duruma tahammül edememiş ve gecesini gündüzüne katarak ders çalışmış, saray pehlivanları ile idman yaparak, bir iki gayrimüslimin önüne çıkmıştır. Kısa bir zamanda sınıfın birincisi olan peder, güreşçi Agop’u da eze eze mükerreren yenmiştir. İşte pederin taassubu, böyle bir taassuptu...” (E. Ersoy, 2010: 110). Akın bu yazısının Emin Âkif’in bir şiiriyle bitiriyor. Bilindiği üzere Emin Âkif’in bir de Ulunay’a gönderdiği mektupta bir dörtlüğü vardır. Belli ki babasına özenen Emin Âkif şiirler de karalamıştır. Emin Âkif’in, Ulunay’a yazdığı şiirde:
“Tut elimden diyerek, boynumu büktüm Ulunay
Yüzde yüz üzdü senin gönlünü bitkin durumum Âkif’in oğlu, dedim, sen de şaşırdın. Bu mu? Ay!
Sürünüp kıvranıyor, iş arıyor. Vay gidi vay!” (E. Ersoy, 2010: 122).
Kenan Akın’ın yayınladığı “Karanlık Geceler” adlı şiirinde:
“Saat üç, hayli vakit var sabaha,
Üşüdüm, yatmamak olmaz, acaba
Uzanırsam çabuk açmaz mı şafak?
Sabah olmaz yüz kere kalkar gezinir
Gece bitmiş ağarır şimdi etraf
Bu sabahın yelidir, ne yazık;
Duyduğum ses, yine baykuş sesidir. (E. Ersoy, 2010: 111)
Görüldüğü gibi içinde bulunduğu duruma açıklık getiren, ruh dünyasını dışa vuran bu şairane duygular Emin Âkif’in çaresizliğini, trajedisini ortaya koymaktadır. Âkif’in yaşadığı zorlu ve trajik hayat, kendisinden sonra oğlunda devam etmiştir. Emin Âkif’in hayatının trajik boyutunu anlatan yazılardan biri de Çetin Altan’ın “Âkif’in Oğlu” [3] başlıklı yazısıdır.
Sonuç olarak nereden bakarsanız bakınız, Mehmed Âkif’in de oğlu Emin’in de hayatı bir trajedidir. Gerek Âkif’in gerek oğlu Emin’in bu trajik durumları yaşaması Âkif’in ihmalinden değil, birincisi Emin Âkif’in yaratılışından gelen ruhu kuvvetlerinden, diğeri yeni kurulan Cumhuriyet’in, irtica diye bir suç icat edip halkın diniyle savaşmasından ileri gelir. Emin’in psikolojisinin bozulup esrar ve eroine başlaması askerlik ve hapis hayatından sonradır. Büyük ihtimalle askerde ve divanıharpte büyük eziyetler işkenceler görmüş, psikolojisi bozulmuştur. Hapishane hayatından sonra bir daha kendine gelememiştir.
KAYNAKÇA
Âkif, E. (2010) Babam Mehmet Âkif. Haz. Yusuf Turan Günaydın. Kurtuba Kitap. İstanbul. 2010. Ayvazoğlu, B. 24 Eylül 2010. Millî Gazete.
Cinisli, R. (2017). Bir Devrin Hafızası. Doğan Yay. İstanbul.
Coşkun, N. S. Memleket. 25 Aralık 1947.
Cündioğlu, D. (2010). Âkif’e Dair. Kapı Yay. İstanbul.
Düzdağ, M. E. (2009). Mehmet Âkif Mısır Hayatı ve Kur’an Meali. Şule Yay. İstanbul.
Günaydın, Y. T. (2009). Mehmet Âkif’in Mektupları. Ebabil Yay. Ankara.
Olgun, A. Yeni Şafak Gazetesi. 20 Ocak 2019.
Vassaf, Gündüz. Annem Belkıs. İletişim Yay. İstanbul. 2000.
[1] M. Hulusi Öcal, (Şair yazar. Urfa, 1938, Üni. Mez. Veteriner Hekim. Vefatı 2016) Emin Âkif ile ilgili anekdotu yüz yüze görüşme sırasında tarafımıza anlatmıştır.
[2] Emin Âkif, İstiklâl Harbi Hatıralarından sonra keşke “Orta Çiftlik” hatıralarını da yazmış, yayınlamış olsaydı. Babasının ve kendisinin hayatının trajik yönlerini daha yakından öğrenmiş olurduk... Babasının Tasavvuf Ders Notları ve Emin Âkif’in Orta Çiftlik hatıraları kaybolmamış olsaydı. Kim bilir belki bir gün bir yerde karşımıza çıkabilir...
[3] Altan’ın yazısı Cevat Refi Ulunay’ın anlattıklarının aynısıdır. Yusuf Turan Günaydın’ın verdiği bilgiye göre bu olayı yaşayan Cevat Refi Ulunay’dır. Çetin Altan bu yazıyı 1980’lerde kaleme almıştır. Oysa Cevat Refi Ulunay 1960’larda Milliyet gazetesinde çalıştığı yıllarda yayınlamıştır. Çetin Altan ile o yıllarda birlikte Milliyet gazetesinde çalışmışlardır. Yusuf Turan her iki yazıyı kitabında almıştır. Çetin Altan “Âkif’in Oğlu” başlıklı yazısında; “bir öğle sonrası birinin kendisini görmek istediğini söylediklerinde, buyur gelsin der. Karşısında tıraşı uzamış, üstü başı bakımsız, yaşlıca bir adam durur. Hafif boynunu büken bu adam Emin Âkif’tir. “ben deniz Mehmed Âkif’in oğluyum” der. “buyurun oturun” diye yer gösterir, Emin “rahatsız etmeyeyim, sizden ufak bir yardım rica etmeye geldim” diye cevap verir. Çetin Altan “gökler mi tepeme yıkıldı; yer mi yarıldı da ben mi yerin dibine geçtim; doğrusu fana allak bullak oldum.” diye anlatır yaşadıklarını. “Ve yine tek yapabileceğim şeyi yaptım, cüzdanımı çıkarıp uzattım. O bükük boynuyla: ‘Siz ne münasip görürseniz’ dedi. Cinnet cehennemlerinin tüm yıldırımları düşüyordu yüreğime. Cüzdanımı açtım; içinde ne varsa çıkardım- fazla bir şey yoktu- elimde tuttum. Bir iki adım attı. Sanırım sadece bir 10 yahut 20 lira aldı... ‘Çok teşekkür ederim, rahatsız ettim’ dedi. Ve çıktı. Aradan bir ay geçti geçmedi. Gazetelerde küçük bir haber ilişti gözüme... Beşiktaş’taki çöp bidonlarından birinde Mehmed Âkif’in oğlunun ölüsü bulunmuştu” (E. Ersoy, 2010: 126).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.