Yazmanın daha doğrusu yaratıcı olmanın verdiği o zalim dayanılmaz benlik, sanatçıları zor insan yapmaktadır. Bu yüzden büyük sanatçılar birbirinden pek haz almadıkları gibi kalem kavgaları hatta Necip Fazıl - Nurullah Ataç tartışmasında olduğu gibi daha da ileriye giderek şiddete başvurdukları olmuştur.1
Bu bağlamda Millî Şairimiz Mehmed Âkif’e baktığımızda dostuna karşı ne kadar halim selim ise sevmediğine/düşmanına karşı o denli sert ve şedittir. Sevdiğini canı gibi sever sevmediğine kesinlikle yüz vermez. Onun bu özelliğini Babanzâde Ahmed Naim’e olan sevgisinde, Tevfik Fikret’e olan düşmanlığında görebiliriz. İnancına hakaret eden Tevfik Fikret’e öfkesi o kadar sert ve şiddetli idi ki, şiirindeki üslûbu genel tartışma zeminin ötesinde, hakaret boyutuna varmıştır. Tevfik’i deli kılıklı, zangoç, bir çivisi eksik adam diye nitelemiştir. Çok zor dostluklar kuran, kurduğu zaman da asla dostlarını bırakmayan bir kişiliğe sahip olan Âkif’i, dostları “demir leblebi” olarak tanımlanmıştır. Böylesine zor bir adam olmasına karşın yine çok iyi ve sıkı dostlar kurmuştur. Mehmed Âkif’in dostlarına baktığımızda; Hasan Basri Çantay, Eşref Edip, Mithat Cemal Kuntay, Ali Şevket hoca, Hüseyin Avni Ulaş, Fatin Hoca (Gökmen), Ferit Kam, Neyzen Tevfik (Kolaylı), Şerif Muhittin (Targan) ve Abbas Halim Paşa Babanzâde Ahmed Naim gibi Cumhuriyetin önemli simalarıyla güçlü dostluklar kurmuş, ölene kadar bu dostlarıyla ilişkisini koparmamıştır.
Cemiyet hakkında konuşmayı seven fakat kişiler hakkında konuşmayı sevmeyen Âkif, kalabalıklar içinde “yok” olacak kadar sessiz fakat dostlarıyla birlikte olduğu zaman “var” olan biridir. Başkasına asla benzemeyen, kendisi olan adamdır. Âkif, inançlı, doğru, dürüst, şahsiyetli, ikiyüzlü ve sahte olmayan, özgün dostlar aramıştır. Tıpkı kendisi gibi. Bu anlamda Âkif, çok büyük dostluklar kurmamış ama kurduğu dostlukları da ölene kadar sürdürmüş biridir. Bunlardan en önemlisi kendisinin onu, onun da kendisini etkilediği Babanzâde Ahmed Naim’dir.[1] [2]
Kişiliği ve bilgisiyle Âkif’in düşünce dünyasını etkileyen Babanzâde Ahmed Naim’in dostlukları hem Âkif’in hem de Babanzâde’nin yakından tanınması bağlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Babanzâde için “Ashabdan sonra en sevdiğim zat” tır diyen Âkif, onun öldüğünü duyduğunda “Evim barkım yıkıldı, altında kaldım.” diyerek acısını dile getirmiş ve dostluğunun boyutunu göstermiştir. Peki, Âkif’i bu denli etkileyen ve bu denli güçlü bir dostluğun kurulmasında etkili olan ruh neydi?
Bu iki kadim dostun birçok ortak yönleri olduğu gibi, elbette kişiliklerinden kaynaklanan farklılıklar da bulunuyordu. Farklılıklarını zenginliğe dönüştüren bu iki dost, her şeyden önce güçlü bir inanç ve ideal sahibiydiler. Her ikisinin yüreği İslam’ın yeniden hâkim olması ve İmparatorluğun Kurtuluşu için çarpıyordu. Bir defa her ikisi de imparatorluğun dağılış ve yıkılış sürecinde “Ne yapabilirim?” kaygısıyla hareket ediyor, bu anlamda bir çıkış yolu, bir çözüm arıyorlardı. Babanzâde geçmişte Abbasilerin başkentliğini yapmış olan Bağdat’ta Kürt bir paşanın çocuğu olarak 1872 yılında dünyaya gelirken, Âkif, imparatorluğun başkenti İstanbul’da Fatih Medresesi Müderrisi Arnavut kökenli bir babanın oğlu olarak 1873 yılında dünyaya gelmiştir. Her ikisi de dindar bir ailenin çocuğu olarak inanç, ahlak, fazilet ile büyütülmüş, mücadeleci bir ruha bir sahiptirler. Bu anlamda birbirlerini oldukça etkilemişlerdir.
Her ikisi de modern mekteplerde okumuş, fakat her ikisi de özel din eğitimi almışlardır. Gerek Babanzâde gerekse Âkif, Osmanlı imparatorluğunun en iyi Arapça bilen kişileri arasındadır. Her ikisi Fransızca ve Farsçaya vakıftırlar. Yalnızca Babanzâde, Âkif’ten farklı olarak Kürtçe bilmektedir. Özellikle Arapça ve Fransızcayı çok iyi derecede bilen ve bu dillerden tercümeler yapan Âkif ve Babanzâde, birbiriyle bu konuda yarışmaktan daha çok takdir etmişlerdir. Örneğin Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi söz konusu olduğunda teklif Mehmed Âkif’e getirilir, Mehmed Âkif ise Babanzâde’yi tavsiye eder. Aynı şekilde Fransız klasiklerini orijinal dilinden okuyan Âkif, mebus olduğu sıralarda bir Fransızca tercüme söz konusu olduğunda ilk akla gelen kişidir. Âkif, Kur’an mealini tercüme ederken, Babanzâde Diyanet İşleri Başkanlığı için Sahih-i Buhari’yi tercüme eder. Âkif, Kur’an’a hâkimdir, Babanzâde Hadis’e... Âkif’in şiirlerinin ana kaynaklarından biri Kur’an’dır. Bu yüzden ona “Kur’an Şairi” sıfatı yakıştırılmıştır. Âkif, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat’ta Kur’an’ın anlaşılması ekseninde yazılar ve şiirler kaleme alır, Babanzâde hadisler... Her ikisinde modernist İslam yaklaşımı olmasına karşın Ehl-i Sünnet anlayışını savunmuşlardır.[3]
İttihatçıların dine yüklendiği, pozitivizmi merkeze aldığı bir dönemde her ikisi de “İttihad-ı İslam”ı savunmuşlardır. Dönemin üç önemli fikir akımları içinde İslamcılığı savunurken, Batıcılık ve Türkçülük akımlarına karşı çıkmışlardır. Âkif, “ittihad-ı İslam”ı şiirlerinde, Babanzâde makalelerinde savunmuştur. Arnavutluk imparatorluktan koparken Âkif, eve kapanıp hüngür hüngür ağlamıştır. Milli Mücadeleyi savunun bu iki insan, Cumhuriyet devrimlerinden dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardır...
Böylesine benzer yönleri olan bu iki dost Melami Şeyhi Mustafa Efendi Çayhanesi’nde tanışmış, o tarihten itibaren kırk iki yıl süren bir dostlukları olmuştur. Büyük ihtimalle aynı kaynaktan beslenen bu iki insan, ilk görüşmelerinde birbirini anlayacak bilgi birikime sahip olduklarının farkına varmış ve dostluklarını devam ettirmiş olmalılar. Zira o dönemin entelektüel ve sanatçılarının büyük bir çoğunluğu pozitivizmin etkisinde büyük bunalımlar yaşıyor, tıpkı yıkılma sürecine giren imparatorluk gibi savruluyorlardı. Bu dönemde inançlı, idealist, ayakları sağlam yere basan birkaç aydın veya sanatçılardan biri Âkif ise diğeri Babanzâde’dir. Felsefeci olmasına karşın, Kur’an ve hadisten başka kaynak tanımayan Babanzâde, bu anlamda sarsılmaz bir inanca sahiptir. İmanî bağlamda en küçük bir tereddüt dahi yaşamamıştır. Âkif, Babanzade dostluğunu “keşke tanışmamış olsaydılar” yakınmasıyla anlatan Erişirgil; “İlk defa arkadaş oldukları zaman onun Âkif’e benzeyen ve benzemeyen tarafları vardı. İkisi de az konuşmayı, çok dinlemeyi seven adamlardı. İkisi de Sultan Hamit’in güttüğü politika yüzünden memleketin batmaya doğru çok hızlı gittiğine inanıyorlardı.”[4] diye yazar ardından; “Âkif, Naim Bey’i kendisine benzer tarafları için değil, kendisinden üstün gördüğü cihetleri dolayısıyla çok sevmişti.”[5] der. Elbette farklılıkları da vardı; Âkif çok mütevazı bir ailedendir, Naim Bey varlıklı bir aileden. Âkif, Naim beyle tanıştığı sırada birçok mektepli gençler gibi zihni, Müslümanlık akidelerinde tereddütlerle dolu idi. Naim Beyin kafası ise öyle yapılmıştı ki şüphe denilen nesne, orada yaşayamazdı. “Ona göre her şey ya ‘nas’ idi, ya hiçbir şey. Âkif Naim Beyle ilk konuştuğu zaman farkına vardı ki, o kendisinden kat kat üstün Fransızca biliyor, kendisi kadar da Arapça.”[6]
Mehmed Âkif, “Babanzâde’yi “kuvvetli bir iman ve seciye sahibi, inandığına sonuna kadar sadık, riyasız halis bir Müslüman. Kaba sofuluktan arî salâbet. Edebiyat ve musikiden zevk alır. Hoş sohbet, bulunduğu mecliste meşrebine muarız adamlar olsa da onlara tatlı tatlı konuşur, zarif nüktelerle meclise şetaret verir. Soğukkanlılığını muhafaza eder, hissiyatına mağlup olmaz. El-hâsıl: bir insan-ı kâmil"[7] olarak tanımıştır. Mahir İz, Âkif’e ulemamız hakkında sorduğunda “Hamdi (Elmalılı Hamdi Yazır) ve Naim, bunlar sika’dandır, ne derlerse öyledir, sözleri senet teşkil eder"[8] diye cevap vererek ve hem Elmalı’nın hem de Babanzâde’nin ilmi büyüklüğünü takdir etmiştir.
“Âkif’in Ashab’tan sonra en sevdiği adam: Ahmet Naim. Âkif ona kırk iki sene hürmet etti. Ve Naim öldüğü gün ‘evim barkım yıkıldı, altında kaldım’ diyecek. Âkif’in eserlerini yan yana koyun, Naim’in yüzünü görürsünüz. Ahmet Naim’in başı iki kısımdı: Şark, Garb. İkisi birbirine karışmayarak yan yana duruyordu. Ve Naim’i Avrupa’nın filozofları değiştiremediler; bu filozoflara Naim şaşılacak kudretle nüfuz ediyordu; fakat bu filozoflar şaşılacak acizle Naim’e
nüfuz edemiyorlardı. Din ya vahittir ya sıfır! diyen bir hali vardı. Âkif, Naim’de bunu seviyordu”[9]
Ahmet Naim büyük bir felsefeciydi. Ünlü Fransız filozoflarından George Fonsgrive’in bir eserini “İlmü’n Nefs” adıyla Türkçeye çevirmiştir. Bu eserle 1900 felsefi terime karşılık bulan müellifimiz, devrin ilim erbabı tarafından takdirle karşılanmıştır. Muallim Cevdet Babanzade hakkında yazdığı eserde bu tercümeden övgüyle bahseder; “Yunan ıstılahlarına Arapça karşılık bulmakta çok isabet gösteren Huneyn bin İshak, Sabit bin Kure gibi Abbasiler döneminin parlak mütercimleri yanında on bir asır sonra Türk topraklarının yetiştirdiği meşhur riyaziyeci İshak Hoca’yı zikretmek ne kadar doğruysa, felsefi ıstılahlarda da Ahmet Naim’i tanımak ve onu Türk dilinde ikinci bir Huneyn olmak üzere kaydetmek son derece isabetlidir.”
Âkif ise, bu bağlamda Babanzâde kadar rahat değildir. Henüz on beş yaşında iken babasının ölmesi yüzünden hem ekonomik hem de bilgi yönünden himayesiz kalmasına neden olur. Bu eksiklikler bir yana okumuş olduğu batı klasikleri ve pozitivizmin etkisi dolayısıyla felsefesi güçlü olan her şairde görülen “entel kriz” dediğimiz buhranlar yaşamıştır. Bu buhranlar Âkif’i diğer şairlerde olduğu gibi savurmamış ama içten içe hep zihnini ve ruhunu meşgul etmiştir. Âkif, Babanzâde Ahmed Naim ile tanıştığı sırada birçok mektepli genç gibi zihni, Müslümanlık akidelerinde tereddütlerle doludur. Babanzâde’nin kafasında ise şüphe denilen nesneye yer yoktur, zira ona göre her şey ya nas, ya hiçbir şeydir... Erişirgil’in bahsettiği Âkif’in imanî konulardaki tereddütleri bazılarınca pek kabul görmese de şiirlerinde özellikle “kader” konusu başta olmak üzere soru edatıyla zaman zaman kendini gösteriyordu. Zira Âkif’in şiirlerinde inanç bağlamında sorguladığı konuların başında kader gelmektedir. Entelektüel kriz dediğimiz bu buhranları Âkif’in savuşturmasında Babanzâde’nin önemli etkisi olmuştur.[10]
Âkif’in entelektüel kriz dediğimiz buhranları üzerinde yeterince durulmamıştır. Felsefesi olmayan büyük sanatçı olamaz ve her büyük sanatçının güçlü bir filozofik yönü vardır. Bu bağlamda Batı felsefesini okuyan Âkif’in, o düşüncelerden etkilenmemesi düşünülemez. Özellikle gençlik dönemine denk gelen ve Milli mücadelenin yoğunluklu olarak sürdüğü dönemde Âkif’in yazdığı şiirlere baktığımızda “isyan” ve kaderi sorgulayan mısralara rastlamak mümkündür. Örneğin Seyfi Baba şiirinin son katasında;
İhtiyar terleye dursun gömülüp yorganına...
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku taharrîsine, lâkin ne gezer?
Sızmışım bir aralık, neyse, yorulmuş da meğer, Ortalık açmış uyandım. Dedim artık gideyim:
Önce ammâ şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tahassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!
Derken, “Koptu içimde şu tahassür (üzüntü) ebedi / Ya hamiyetsiz (hissiz/duygusuz) olaydım, ya param olsa idi” diyerek naz makamında isyan eder. Yine bir başka şiirinde; “içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin rabbim?” Araf Süresi 155. Ayetinden ilhamla kaleme almış olduğu şiirinde isyan ve kaderi sorgulama vardır. Âkif bu şiirinde öylesine yüksek perdeden haykırır ki, bu onun acısının buhranını büyüklüğüyle orantılıdır.
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık” diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn’i,
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn’i!...
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz’ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâci hurûş-âver olurken melekûta?
Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş’al-i vahdet,
Teslis ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin,
Solsun mu o parlak yüzü Kur’an-ı Hakim’in?
İslâm ayakaltında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!
Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm!
Suç başkasınındır da niçin başkası muhkûm?
Lâ yüs’ele binlerce sual olmasa du kurbân;
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!
Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın...
Yaksaydın a mel’unları... Tuttun bizi yaktın!
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi’ yıkılıp hâke serildi!
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı senâatle kovulmuş vatanından,
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!
İslâm’ı elinden tutacak, kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryâd ediyor: âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!
İçindeki acılarını dışa vuran Âkif, şiirin son kıtasında isyanını büyüklüğünün farkına varır ve “ağzım kurusun” diyerek tövbe eder ve İlahi adaleti bekler...
Fahrettin Gün, bu anlamda Babanzâde’nin Âkif’in karşısına çıkmasını “büyük bir talih”[11] olarak yorumlar. Çünkü Âkif, inanç konusunda kendinden emin, en ufak bir tereddüt yaşamayan Babanzade’yi kendine örnek alıyordu. Yine Erişirgil’in yazdığına göre Âkif’in din ve politika görüşüne çok, hem de çok tesir etmiştir. Âkif ile Babanzâde inanç konusunda büyük ihtimalle aralarında pek çok konuşup tartışmış olmalılar. Zira siyasi olarak her ikisi de Abdülhamid’in ülkeyi uçuruma götürdüğüne inanıyor ve bu yüzden ona nefret duyuyorlardı.
Âkif ve Babanzâde iki kadim dost, iki inanmış adam, yürekleri ülkeleri için çarpan iki mücadeleci kişilik. Batı karşıtılar ama bir çay ocağında Arapça kitaplar arasına Fransızca “Le Temps” gazetesini koyup okuyacak kadar ufukları açık insanlar. Kırk kusur yıl süren bir dostluk. Her gün birbirine görmeye muhtaç iki samimi arkadaş. Âkif ile Babanzâde’nin dostluğunun onların eserlerine yansıyışını yakından takip eden Mithat Cemal Kuntay, zaman zaman Babanzâde’nin Âkif’e kötü tesir ettiğine hayıflanır. Zira onlara göre Âkif, Babanzâde ile tanıştıktan sonra daha bir İslamcı daha bir inançlı olmuştur. Oysa onunla tanışmasaydı farklı bir Âkif ile karşılaşabilirlerdi. Örneğin Babanzâde de şiirler yazıyormuş, sonra bunları beğenmemiş, şiir yazmaktansa okumanın daha iyi olacağını söylemiş. Buna Âkif de inanmış ve “ne diye şiir yazıyorum” kendi kendini eleştirmiş ve şiiri boşlamış. Babanzâde onun şiirlerinin iyi olduğunu ve devam etmesini söylediğinde Âkif, tekrar şiire dönmüş...
Dostluklar kolay kurulmaz, kurulduğu zamanda hiçbir zaman eskimez ve kopmaz. Dostluklarda elbette farklılıklar ve benzerlikler olacaktır. Elbette dostlar birbirini etkileyecektir. Âkif ve Babanzâde birbirini etkilemiş, birbirini tamamlamış iki kadim dostturlar. Onların bu dostlukları edebiyat dünyasında eşi görülmemiş bir örneklik teşkil etmektedir. Kıskançlığa değil, birbirini yüceltmeye, ikiyüzlülüğe değil samimiyet ve dürüstlüğe, dünyevi olana değil uhrevi olana yönelik bir dostluk. Her ikisi de dürüst, şahsiyetli, samimi ve özgünlüğü içinde barındıran bir dostluğu tercih etmişlerdir. Türk edebiyat ve düşünce hayatının bu iki güzel, kadim dostlarını rahmetle anıyorum...
Kaynaklar
Fahrettin Gün, Babanzâde Ahmed Naim, Beyan Yay. İstanbul, 2016
Fahrettin Gün, Müderris Babanzade Ahmed Naim, Beyan yay. İstanbul, 2016
Emin Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı, T. İş Bankası kültür yay. İstanbul, 1960
Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, sh.232, Beyan Yay. İstanbul, 2011
Mahir İz, Yılların İzi, İrfan Yay. İstanbul, 1975
Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif, Timaş Yay. İstanbul, 2017
M.Orhan Okay, Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam, Mehmet Âkif, Dergâh Yay. İstanbul, 2015
Hasan Basri Çantay, Âkifname, A. Sait Matbaası,İstanbul,1966
[1] Örneğin tavlada kaybeden Nurullah Ataç’ın, “Namusunuz varsa bana bir tokat vurun” sözüne karşılık, Necip Fazıl’ın; “Borçlu olduğun parayı ben vereyim de tokadı ben patlatayım. Seni nefsine hakaret ettirmek hastası (Dostoyevski) mukallidi seni...” diye cevap vermesi ve bunun üzerine Ataç’ın “Sen de insan tokatlayacak erkeklik ne gezer!” diye çıkışması üzerine Necip Fazıl’ın tokadı yüzünde patlatması. Nurullah Ataç-Suut Kemal’in önce dost olmaları sonra küskünlükleri, Ahmet Haşim’in Yahya Kemal’i hazzetmeyişi, Tanpınar’ın Peyami Safa ve Necip Fazıl’ı kıskanması, Necip Fazıl-Peyami Safa’nın birbirini intihalcilikle suçlamaları benlik veya kişilikten kaynaklanan kavgalardır.
[2] 1872 yılında Bağdat’ta doğdu. Babası son asrın tanınmış ilim ve idare adamlarından Mustafa Zihni Paşa’dır. Tahsiline
Bağdat’ta başlayan Ahmet Naim, Bağdat rüştiyesinin orta kısmını bitirdikten sonra İstanbul’a geldi. Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye Mektebi’nde okudu. Bir ara Hariciye Nezareti Tercüme Kalemi’nde çalıştıktan sonra Maarif Nezareti Yüksek
Tedrisat Müdürlüğüne getirildi. (1911-1912) Galatasaray Sultanisi’nde Arapça okuttu.(1912-1914) Maarif Nezareti Telif ve Tercüme odası üyeliğinde bulundu (1914-1915); bu görevini Darülfünun’un lağvedilmesine kadar (1933) aralıksız sürdürdü. Bu tarihte üniversite yeniden kurulurken açıkta bırakıldı. Bu değerli şahsiyet İstanbul’da 13 Ağustos Pazartesi günü öğle namazının ikinci rekâtında Allah’a en yakın olduğu anda, secdedeyken Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri Edirnekapı mezarlığında Mehmet Akif Ersoy ve Muallim Cevdet’in yanındadır. Babanzade Ahmet Naim orta boylu, kısa ve az sakallı, çenelerine doğru sakalı kıtça, tatarımsı simalı, tatlı bakışlı, bazen durgunca, çok kere yumuşak edalı, samimi, alçakgönüllü bir zat idi. (Hadi Ensar Ceylan, Vaha Dergisi, Şubat 2007)
3 Fahrettin Gün, Babanzâde Ahmed Naim, sh. 82,83, Beyan Yay. İstanbul, 2016
[4] Emin Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı, sh. 215, T.İş Bankası Kültür Yay. İst. 1960
[5] Gün, a.g.e., sh. 108
[6] Emin Erişirgil, a.g.e., sh. 216
[7] Eşref Edip, Mehmet Âkif, Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, sh.232, Beyan Yay. İstanbul,
[8] Mahir İz, Yılların İzi, sh.144, İrfan Yay. İstanbul, 1975
[9] Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Âkif, sh.132, Timaş Yay. İstanbul, 2007
[10] Âkif’ entel kriz dediğimiz yaşamış olduğu buhranları nedense göz ardı edilmiştir. Doğu-Batı kültürünü çok yakından tanıyan Akif gibi büyük bir şairin Batı filozoflarının yakalanmış olduğu şüpheye yakalanmaması mümkün değildir. Örneğin Erişirgil’in, “İslamcı Bir şairin romanı” kitabında “Şu var ki onun için dost olmak, sevmek hiç gücenmemek, manasına asla gelmez. Zaman zaman Naim Beyle de kavgaları oluyordu. Fakat Naim beyin kendi kafasını tereddütlerden kurtardığını hatırlayınca gücenmelerinde, daima kendini haksız görüyordu. Alkollü içki aldığı bir gündü, bu kavga çok şiddetli olmuştu. Ertesi günü ahdettti ‘bir daha içki içmeyeceğim’ dedi. O tarihten sonra Âkif’i içer gören olmamıştır. ( Erişirgil, age. sh.216) Âkif, büyük ihtimalle entelektüel buhran yaşadığı dönemde alkol kullanmış olmalıdır. Çünkü o dönemde bütün sanatçılar buhranlarını alkol veya esrarla bastırmışlardır.
[11] Fahrettin Gün, a.g.e., sh.89
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.