Örselenen duyguları, kana bulanan yarım yamalak hayallerini “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.’’ sözüyle süsleyip; yama tutmaz hale gelen bütün olumsuz çevresel etkenlere rağmen ince ince işleyerek umudu yamalamayı bilmiştir yaşadığı zamana. Siyasetin türlü türlü oyunlarla soldurduğu gül gibi gençlerin hayalleri karartılmaya çalışılırken 7 Ağustos 1978'de Diriliş muştusunun çerağını yakan kadim kültürümüze medeniyetimize kapı aralayan Yazarlar Birliği Ankara merkezli olarak kuruluyordu.
(1985'te Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye Yazarlar Birliği adını aldı. 1991’de ise “Kamu yararına çalışan kuruluş” sayıldı.)
Yüreği imanla donanmış ve yüreği ümmet için, vatan için çarpan bir avuç gencin öncülüğünde, unutturulmaya çalışılan kadim medeniyetimizin kamusuna yelken açılıyordu. Bir avuçtular ama yedi düvele sığmayacak kadar büyük hayalleri vardı. Nurettin Topçu’nun “Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister.” sözünü adeta kendilerine ilke edinip, yaşatmak için yaşayanları selamlıyorlardı. Türkiye Yazarlar Birliği Ankara’da kurulurken başka bir yolculuk Erzurum'un incisi Oltu ilçesinde başlıyordu. Yedi senelik bir hasretin muştusu bendeniz de 8 Ağustos 1978'de dünya sürgünüme başlıyordum. Okuma serüvenime başlayınca D. Mehmet DOĞAN’la adı aynileşen TürkiyeYazarlar Birliği’nin kuruluş tarihini duyunca bu iki doğum beni ziyadesiyle etkilemişti. Aynı zamanda doğan iki yolcunun seyir defteri açılıyordu.
İlkokula başlayıncaya kadar el parmaklarımızın bu kadar gizemli olduğunu bilmiyordum. Meğer el parmaklarının çeşitli organizasyonları envai tanımlamalar yaptırıyormuş. Çocuktan al haberi derler ya, ne kadar saklanmaya çalışsa da büyüklerimiz; her gün yeni bir parmak organizasyonuyla karşılaşıyordum. Ve bu gizlice yapılan parmak organizasyonlarının dili muhatabınızın neci olduğunu belli ediyormuş. Rivayetin bol olduğu riayetin yok denecek kadar az olduğu bir dönemde tanıma arayışı ne yazık ki tanımlamanın gölgesinde kalıyordu. En garip olanı da herkes okula çocuklarını göndermesine rağmen, okumayı çok önemsediklerini söylemelerine rağmen hiç kimse ders kitapları dışında kitap okumadığı gibi kitap okunmasına da karşı bir tutumları vardı. Okuyanların dinden çıktığına inananların yanında okursan işten güçten atılıyorsun gibi bir algı daha doğrusu çokça yaşanmışlıklar vardı. Çevremizdeki her evde bir kitap vardı. O da duvarda asılı duruyordu. Özel çantalar içerisinde kimi tahtadan, kimi özenle işlenmiş bezden yapılmıştı. Anlamakta çok güçlük çektiğim bu sorumu sözün en önemli sultanlarından biri olan Mehmet Akif çözümlememe yardımcı oldu.
İnmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin
Ne duvarlara asılmak, ne el sürülmemek için
Televizyonların yeni yeni renklendiği ama gönüllerin giderek karardığı bir dönemde benim yaşam seyrim İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy’la kesişti. Şeker pancarının kotalı olmadığı bir dönemde şeker pancarı hasadı için babam görev yaptığı ilçeden memlekete gitmek zorunda kalınca ben de okulum nedeniyle on beş - yirmi günlüğüne akrabalarımızda kalmaya başladım. Saçlarındaki beyazlıklar, yüzündeki kırışıklıklar yaşadığı acıları ele verse de Kazım dedemin ailesine ve çevresine olan saygısı beni derinden etkiliyordu. Kazım dede ile beraber olmak anne ve babamın hasretini dindirmeme yetip artıyordu bile… Onunla sohbet etmek beni ziyadesiyle mutlu ediyordu. Yine bir gün onunla sohbet etmek için fırsat kollarken odun kilerine doğru gittiğini gördüm. Bir bahane bularak, Kazım dedenin yanına gittim. O kilerde harıl harıl çalışırken gözüm direklerin köşesindeki kıvrılmış haldeki kartonlara takıldı. Kazım dedem hayran hayran bakışlarımı görünce alabilirsin manasına gelen bir bakış fırlattı. Hızlıca aldım ve kartonu dikkatlice açtım. Başlığa İstiklal Marşı yazıyordu. Ama on kıtaydı. Çok şaşırdım. Bu cümleleri okurken niye şaşırdığımı anlamayabilirsiniz. Ama ben bu karton sayesinde ilk kültürel zorbalıkla tanıştım. Çünkü bizim o zamanki okul kitaplarının baş sayfalarında İstiklal Marşı iki kıta idi. Beyaz kartonu okuduktan sonra bendeki heyecanı gören Kazım dedemin kıymetli eşi İsminaz nene ile göz göze geldim. İsminaz nenem sanki bu durumdan hiç hoşnut değildi. Kazım dedeme kartonu niye verdin der gibi bakıyordu. Anlam veremediğim bu bakışı çok sonradan öğrendim. Meğer büyük oğulları kitap okumaktan hapiste yattığı ve hapisten yeni çıktığı dönemlerdi. Herhalde benimde oğullarının yaşadığı acıları yaşamamdan korkuyordu. Herhalde Kazım dedem İsminaz nenemin bu bakışlarından sonra sanki yaptığına pişman olmuştu. Çünkü canı sıkıldığı zaman uzaklara bakardı. Yine uzaklara daldı. Kazım dedemin bu hali beni üzse de bulduğum bu hazineyi arkadaşlarımla nasıl paylaşacağımı düşünüyordum. Yasak bir yayın vardı elimde, belki yasak değildi. Fakat akrabalarımızın tavrından yasaklanmış gibi geldi. İstiklal Marşı'nın yazılı olduğu kartonu koluma saklayıp bütün okula okuttum. Kartonu öğretmenlerinden saklamam gerektiğine inandığım için onlardan habersiz okutuyordum. İstiklal marşının ders kitaplarında olmayan kıtalarını her okuyuşumuzda arkadaşlarımın ve benim Mehmet Akif’e olan hayranlığımızı artıyor okudukça okuyasımız geliyordu. D. Mehmet Doğan ağabeyle ikinci yol kesişmemiz belki de bu zamanda olmuş ama birbirimizden habersiz. Malumunuz İstiklal marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u Türkiye’nin gündeminde tutan fikir ve hareket adamıydı D. Mehmet Doğan ağabeyi… İstiklal Marşı’nın deruni manalarına yol almak için gayret ederken, tüm zorluklara rağmen o mana denizine yelken açan ağabeyimizin fikirleriyle vuslatlı yıllarımız devam ediyordu. Onun kitaplarıyla halen tanışamamıştım.
İstiklal Marşı'nın içimde yaktığı ateş, okul dersleriyle lise yıllarına kadar biraz küllendi. Lise yıllarında yaşadığım ilçedeki Birlik Beraberlik Vakfı’nın çay ocağının önünde oturan bir grupla yolumuz kesişti. Ev, araba, futbol vs. gibi basit gündemleri olmayan, kitaplar üzerine, kadim medeniyetimize ve kültürümüze dair sohbetlerin yapılıyordu. Çayın muhabbet ile demlendiği sohbet ortamlarında daha fazla bulunmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Bu güzide topluluğun içinde bulunmak için kitap okumam gerektiğini anlamıştım. İlk aşamalarda biraz zorlansam da bir süre sonra okuma bahtiyarlığına ermeye başlamıştım. Kelimelerle kanatlanıp, manalara erişmek, ruhumu kemale erdirmek için okuyordum. Okumak ile ilgili bütün kapıları çalmak, açılmayan kapıları okuyarak tefekkür ederek aralamak istiyordum. Fakat kapılar kimi zaman çok kötü bir şekilde yüzüme kapanıyordu. Anlama, algılama problemleri yaşıyordum. Bir taraftan dilimizden atılan kelimeler ihraç edilirken ki bu kelimeleri biz günlük yaşamda kullanıyorduk. Diğer taraftan gümrüksüz ithalci gibi dilimize sokulan kelimeleri okudukça içim daralıyordu. Anlama güçlükleri çekiyordum. Anlamını bilmediğim bir kelimeyi çoğu zaman sözlüklerde bulamıyordum. İmdadıma çoğu zaman Türkçe kelimelerin alpereni, anlam akıncısı D. Mehmet Doğan çıkıyordu. Eserlerinde yaptığı durum tespitleri anlam dünyamıza şifa oluyordu.
Sentetik Türkçe, kültürümüzü yavaş yavaş yok ediyor. Ayrıca devlet eliyle, resmi kuruluşların teşvikiyle, yukarıdan gelen talimatlara alışkın yayın organlarının özendirmesi ile enteresan uygulamalara girişiliyor. Kimse sesini çıkarmıyor veya çıkaramıyor. Aksine ‘Arılaştırma’ , ‘Dilimizi yabancı kelimelerin boyunluğundan kurtarıyoruz’ gibi meşrulaştırıcı ibarelerle hareket edenler var. Diğer taraftan öğrencileri bırakın üniversite öğretim üyeleri büyük bir kısmı akademik yayınları ve ders kitaplarından başka bir şey okumuyorlar.
Bilinçaltında kamplaşan ve kutuplaşan ülkemizde; teklifsiz tenkit edip gönülleri tarumar eden, tahrif eden birçok kişiyle karşılaşıyoruz ki bu hal muhataplarını ümitsizlik bataklığına sürüklüyor. Fakat teklifli tenkitleriyle herkese örnek olan D. Mehmet Doğan ağabey sayesinde yüreğimize su serpiliyor, umudumuz artıyordu. Yeni Şafak gazetesinde verilecek olan Büyük Türkçe Sözlük bu meyanda ümitsizliğe düştüğüm zamanda bana, benim gibi hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan herkese ümit oluyordu. 1935'te yayınlanan önce 8.000 kelime olan sözlük, 1945 yılında yayınlanan sözlükte 15.000 bine yükseltilen Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanan sözlüğün yetersizliğini delilleriyle ortaya koyuyordu. Türkçemizin unutturulmaya çalışılan kelimelerini diriltmeye çalışıyordu. Sentetik Türkçenin kelimeleri yok ettiği, anlamın olduğu yerde kelimenin, kelimenin olduğu yerde anlamın kaybettirilmeye çalışıldığına en yüksek perdeden itiraz ederek sözünün gücü, somutlaşmış hali olan Büyük Türkçe Sözlük adlı muhteşem eseriyle ortaya koymaya çalışıyordu. Düştüğümüz yerden kalkmamız gerektiğini vaaz ediyordu tüm kitaplarında.
Nasreddin Hoca’nın meşhur yüzük fıkrasını bilirsiniz. Hocayı dışarıda bir şeyler aranıyor olarak görenler ne aradığını sorarlar. Kaybettiği yüzüğünü aradığını söyleyen Hoca’ya yüzüğü nerede kaybettiği sorulunca verdiği cevap tuhaftır:
“Samanlıkta kaybettim.”
“Samanlıkta kaybettiğin yüzüğü burada niye arıyorsun?” diye sorulunca Hocanın verdiği cevap en saf akılları bile hayrete düşürecek gülünçlüktedir:
“Burası aydınlık da onun için.”
Kaybettiklerimizi kaybettiğimiz yerde arayan D Mehmet Doğan ağabeyi, intikam çığırtkanlığı yapanlara itibar etmez. Çünkü intikamın çoğu zaman sahibini de kör ettiğini bilirdi. Doğruların halkın vicdanında yol bulabilmesi için bir ömür çalıştı. O maslahat için olsun diye ne söz söylüyor ne de yazı yazıyordu. Çünkü maslahatın yeri geldiğinde onulmaz yaralar açtığı ya da içimize atıp kin beslediğini biliyordu. O yüzden kelimeleri dirilterek yol verdiği ilk eseri halkımıza yapılan en büyük ihaneti ele alıyordu. İsmini Batılılaşma İhaneti koyduğu eserinde medeniyetimize vurulan darbeleri ilmek ilmek işleyip kaynaklara dayandırdığı için gençlerin düşünce dünyasında neşv-ü nema buldu.
Büyük ve zengin muhtevalı sözcüklerini Kamus (Okyanus) olarak adlandıran bir geleneğe sahip olduğumuzu dolayısıyla kelimelerin seyri üzerinden bir kültür tarihi yazmamız gerektiğini ‘Kelimelerin Seyir Defteri' adlı eseriyle ortaya koyuyordu. Dilimizin ve kelimelerimizin 1930'lardan sonra tabii seyrinin dışına çıkarıldığını dil denizimizin büyük bir bölümünün seyredilemez hale geldiğini, adeta denizden vazgeçip tahditli bir su kütlesine, göle razı edilmek istendiğimizi en yüksek perdeden vurguluyordu. Harf inkılabının bir sıfırlama devrimi olduğunu her şeyi güllük gülistanlık gösterenlerin kültürümüzü sıfırladıklarını tekrar sözlü döneme, tarih öncesi döneme döndüğümüzü örnekleri ile kaynaklarıyla anlatıyordu. Kemalizmin halka rağmen halkçı tutumları ve devrim adı altında önce yerle yeksan ettiği sonra yaptıklarına kılıf olarak ortaya koydukları hiçbir bilimsel veriye dayanmayan açıklamalarını dikleşmeden dik duran bir dille sorguluyor ve insaf sahibi vicdanların sorgulaması için kapılar aralıyordu.
Osmanlı döneminde okuma yazma oranının çok düşük olduğunu iddia edenlere her caminin bir okul olduğunu hatırlatıyordu. Ayrıca II. Abdülhamit döneminde okuma yazma seferberliğinin olduğunu, Yaklaşık 12 milyonluk nüfusa sahip bir ülkede 1 milyon okula devam eden sayısını aynı zamanda 10 yıl boyunca devam eden savaşları göz önüne alınca %30'a yakın bir okuma oranı olduğunu kanıtlıyordu.
Bu bilgiler ışığında
Osmanlı'da %2 okuma oranı yalanı nereden çıktı? diye soruyor.
Osmanlı'nın okul yazar oranı ne olursa olsun harf inkılabının kültürel bir zenginliği sağlamadığını on binlerce kelimenin silindiğini vurguluyordu. Bir dönem Osmanlı toprakları içerisinde yaşamış Redhouse 1890'da yayınladığı sözlükte (Osmanlıca-İngilizce sözlükte) 93.000 madde bağı, 30.000 madde içi söz unsuru ile ortadayken 1955'te çıkartılan Türk Dil Kurumunun sözlüğün de niçin 15-20.000 kelime olduğunu sorguluyordu.
Osmanlıca ismini duyanlar ona
Osmanlıca alfabe mi, değil mi? diye sorunca
Dönemin Türkçesi diye müthiş bir cevap veriyordu.
Özellikle Latin alfabesinin çok kolay öğrenildiğini öne sürenlere 1938'de okuryazarlık oranının %22 olduğunu hatırlatıyordu.
D. Mehmet Doğan, İsmail Gaspıralı'nın bir buçuk ayda Usulü Cedid kitabında bütün Türk dünyasına okuma yazma öğretildiğini ispatladığını aktararak Türkiye'nin harf inkılabının ve diğer devrimlerin gelecekte şöyle değerlendireceğini söylüyordu.
“Büyük güçler daha önce karşı tarafta oynayan Türkiye'yi kendi tarafında oynayacak şekilde donattı ve bir piyon olarak kullandı’’
O, Tanpınar’ın “Devam ederek değişmeli; değişerek devam etmeli.” ilkesini düstur edinmemizi yaşamıyla bize örnek olarak gösteriyordu.
Yazılarından tanıdığım D. Mehmet Doğan ile yüz yüze tanışmamız yine kitapları sayesinde oldu. Erzurum’da düzenlenen kitap fuarında yaptığı kitap söyleşisinde tanıştık. Selam verip yanına yaklaşınca bizi öyle bir hoş karşıladı ki sanki yıllardır tanışıyor gibiydik. Muhabbetimiz yıllar içerisinde daha da kavileşerek ilerledi. Davet ettiğimiz bütün söyleşilere katıldı. Son gelişinde biraz fazla okul gezdirince; hareketle başlayıp dergahla ile filizlenen Türkiye Yazarlar Birliği ile kemale erdirmeye çalıştığı kültürel savaşın kodlarını hal diliyle ;
Akan ırmakta yorulmanın olmadığını, işimizin vaktimizden çok olduğunu anlatıyordu.
Gençlerin yüreklerine dokunarak; umudun ateşinin közünü, küllerinden ayırıp nasıl harlandıracağımızı bize yaparak yaşayarak gösteriyordu.
İki yolcunun son yüz yüze görüşmesiymiş meğer… 2024 Ocak’ta benimle aynı zamanda doğan Türkiye Yazarlar Birliği’nin Erzurum Şube Başkanı olunca ilk işim onu aramaktı. Ama hastalığı nedeniyle bir türlü görüşemedik. Çok güzel planlamalarımız vardı. Yaşarken ona vefa gösteren, adına kütüphane yapılan Erzurum'un onun nezdinde çok önemli bir yeri olduğu gibi Türkçenin alpereni, mananın akıncısı, Akif’in, Topçu’nun talebesi, Yesevi’nin, Yunus’un yoldaşı olduğuna dair Dadaşlar diyarının ona özel çok büyük bir saygısı vardır. Türkçenin muhafızının hak vaki olup dünya şahitliği bitince ‘’Biz razıyız, rabbim ondan razı olsun makamı cennet olsun’ sözü Palandöken, Kargapazarı ve Dumlu dağları ile tahditli bütün ovada yankılandı. İhmallerden ihanete dönüşen her cepheye karşı dikleşmeden dik durmanın ne demek olduğunu gösteren ağabeyimize, rahmeti rahmana kavuşmasından dolayı gözümüz yaşardı ama ona olan şahitliğimiz daha da kavileşti. Onun davasını, dil savaşını elden ele, yürekten yüreğe taşıyacağımıza kendi kendimize söz verdik.
Onu hiç tanımadan doğrulukta kesişen yolumuz, kitaplarıyla olan muhabbetimiz Allah'a hamd olsun yüz yüze tanışıp dostluğumuzla perçinleyerek devam etti. İnşallah rabbim cennette buluşmayı da bizlere nasip eder.
Mehmet GÖZÜTOK / TYB Erzurum Şube Başkanı
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.