“Yapay Zekâ Çağında Dijitalleşme ve Din”, “Dijitalleşme Çağında Dini Bilgi Üretimi”, “Dijitalleşme ve Fetva Hizmetleri”, “Dijitalleşme Çağında Dini Bilgi Üretimi” gibi konular etrafında yapılan Şûrâ’nın gereksizliğini savunacak değilim. Diyanet zaten hüküm cümlesini “Dijitalleşen Dünya” olarak kurduğu için olgunun varlığı konusundaki şüpheleri de kendince yok saymış oluyor. Savaşların seyrini değiştirmeye aday yapay zeka olgusu üzerinde dinin elbette söyleyecek bir sözü vardır, olmalıdır.
“Dijital ve Eğitim İlişkisini” MEB’den önce fark eden ve bunu Şûra konusu yapan Diyanet İşleri Başkanlığını tebrik ederim. Fazla geçmez, 2025 yılı içinde MEB de Dijital ve Eğitim konulu bir Milli Eğitim Şûrâ’sı düzenleyecektir.
Diyanet hizmetleri en az Milli Eğitim kadar önemlidir. Çünkü “İletişim Çağı” da denilen bir yüzyılda insanlar en kısa zamanda dinî hizmetlere de ulaşmak isteyeceklerdir. “Dijitalleşme ve Fetva Hizmetleri” gibi başlıkları işlevsel bulduğumu bildirmek isterim.
İslam’ın 4 ana kaynağından biri olan icma- yı ümmetin hazırlayıcısı icma- yı ulemayı bir mekan gerektirmeden sanal ekranda toplayıp dünyanın bütün âlimlerini tartıştırmak mümkün artık. İslam âleminin bütün ilmî birikimine hem yazılı hem sözlü ulaşılabiliriz. Dijitalleşme bu imkanı da aşmış durumda. Robotlar dünyasına, yapay zeka ile çalışan âletlerin dünyasına gidiyoruz. Edebiyatta yapay zeka ile yapılan tercümeler bile piyasada artık. Diyanet ve İlahiyat fakülteleri yeni ‘mucize 19’lara hazır olsun. Yeni kıyamet alametlerine ! hazır olmalıyız.
Şûrâ’nın bildirileri kitap olarak yayınlandığında dinin cevaz vermeyeceği dijital kullanımın sahalarını da öğrenmiş olacağız. Bunlarda sorun yok. Ancak dijitalleşme, çağa ayak uydurma, dinin; bilim, teknik ve fen ile çatışmadığını, çatışmayacağını göstermek adına imamlarımızın hutbeyi CEP TELEFONUNDAN; vaizlerin vaazı LAPTOP’tan yapıyor olmasına itirazım var.
“Ne sakıncası var, bu zamana kadar din adamları teknolojiye karşı diye anlatıldı, geri kalmanın faturası dine ve din adamlarına kesildi; halbuki görüldüğü gibi tekniğe hem uyum sağlıyorlar” denilebilir.
Hayır, konu bu değil. Konu, imam, hatip ve vaizlerin cemaatle göz teması kurarak kalpten nasıl geliyorsa öyle vaaz etmeleri, hutbe okumaları, konuşmalarıdır. Hafız hocanın ezberden Kur’an âyetini, hadis-i şerifi okuyarak, okuduğuna mânâ vererek ilim adamı olduğunu göstermesidir konu. Eskiden camilerde hatipler vardı. “Cuma Hatibi” denirdi. Görevleri hutbe okumaktı. Ellerine kısa bir not alırlar fakat irticalen hutbe okurlardı, vaaz ederlerdi. Cuma Hatipliği, yanılmıyorsam 80 darbesinden sonra kaldırıldı. Artık vaizlerimiz irticalen vaaz etmiyor, hatipler irticalen hutbe okumuyor. Hafızlığın derecesini ezberden, hiç yanılmadan okumak olarak belirleyen bir gelenek, irticalen vaaz ve hutbeden vaz geçti; çünkü
hocaların saded dışına çıkmasından korkuluyor. Sistem (Diyanet) hocaların kürsüde, minberde ne söyleyeceğinden emin olamadığı için onları zabt ü rabt altına aldı. Hutbeleri ve vaazları yazılı olarak veriyor, kontrol edildiğinde elde belge olsun istiyor ve tek ses bir dini irşad ve tebliğde bulunuyor. 12 Eylül 80 darbesinden sonra başlayan, 28 Şubat sürecinde daha katı kontrollere bağlanan bu sistemden dolayı irticalen vaaz edecek, hutbe okuyacak hoca da yetişmedi, kalmadı. Oysa 12 Eylül’den önce kürsü sahipleri aynı zamanda ilim ve irfan sahibi, natıkası düzgün, hitabeti kuvvetli, hafız, âyetlere ve hadislere mânâ verme derecesinde Arapça bilen ilim adamları idi. Bu bağlamda (merhum) Tahir Büyükkörükçü’yü hemen hatırlatmak isterim. Zahid Kodku Hz.lerinin, Abdülhakim Arvasi Hz.lerinin, Mahmud Efendi’nin, Muzaffer Özak Efendinin imam hatip olduğunu hatırlatırım. Böyle zengin, derin, ruhani bir geleneği olan Diyanet’in imamları cep telefonundan hutbe okumamalı, laptopu açıp vaaz etmemelidir. Hutbe ve vaazların tesiri niye kayboldu dersiniz?
Çünkü okullar başta olmak üzere genç neslin zihnindeki cep telefonu imgesi sorunludur. İnsanlar cep telefonu denilince ne anlıyor, neler düşünüyor sorusu önemlidir. “İyi ya, âlet kötü değil, nerde kullanılıyor ona bakalım, teknolojiyi hutbe okumakta kullanıyoruz “ denilmesi ikna edici değildir. Çünkü cemaat, Hocanın elindeki telefonla ilgileniyor; cep telefonu insanların aklına kağıdı, kitabı değil hangi marka olduğundan tutunuz; başka mel’netleri getiriyor. Aygıt, cemaatin hutbeye odaklanmasını engelliyor. Hutbe okurken imamın cemaatle göz teması da kurması gerekmiyor mu? İmam ve vaiz; modern dünyanın ve kapitalizmin reklamcısı durumuna düşmemelidir. Cep telefonu yaygınlaştığından beri cami cemaati hutbe, vaaz dinlemiyor. Hızlı hızlı namazı kılıyor sonra hemen telefonu açıyor.
Demek ki neymiş? Cep telefonundan hutbe okumak kapitalizmin, tüketimin, yabancı sermayenin reklamı imiş.
İmam ve vaizlerin, müftülerin Gandhi gibi el dokuması giyerek kapitalizmle mücadelede örnek olmasını isterdik ama bunun yerine daha uygulanabilir bir yöntem teklif ediyoruz. Cep telefonu ve laptop reklamına vesile olmasınlar. İmanımızı, hocamızı
kapitalist sistemin 40 bin köydeki temsilcisi durumuna düşürmemek gerek. Kağıt ve kitap ile medeniyetimize işaret etsinler. Çok şey mi istiyoruz?
Kaleme ve kağıda yemin eden Rabbimiz hakkı için (Kalem ve Tur suresi), irticalenden vazgeçtik; imamlar hutbeyi kağıttan okusun; vaizler kürsüye laptop yerine Kur’an-ı Kerim koysun. Arasında da notlarını.
Diyanet, Dijital ve din ilişkisini hutbe ve vaazların dışında ele almalıdır.
Bu fikir ve tekliflerimizi Diyanet’e ve ilgili müftülüklere yazdık. Gelen cevaplar şöyle idi:
Cevap: Vaaz ve hutbelerle bilgisayar ve cep telefonu kullanılması din hizmetleri genelgesinin 2-e maddesi hükmü gereğidir. (Biz genelgeye uyuyoruz demek istiyor.)
Dijital teknikten yararlanmanın Diyanet’çesini ezanların okunmasında da görüyoruz. Hatta bu konuda Diyanet’in önüne geçenler bile var. Şöyle ki : Meşhur bir gazeteci köşe yazısında paylaşmıştı. Yakın dostlarının vefatı nedeniyle mezarını ziyarete gitmiş. Geldiğimize göre bir Kur’an okumak lâzım demiş arkadaşı. Gelenlerin içinde kimse ne okunacağını bilmiyor. İnternetten arama motoruna sormuşlar. Yasin suresi çıkmış.
Kimse Yasin suresini okumayı bilmediği için sivri zekalı biri yutubu açalım orada videosu vardır, demiş. Yasin videosunu açmışlar. Mezardaki ölüye hediye olarak videodan Yasin suresi bağışlamışlar.
Gazeteci, köşesinden Diyanet işleri başkanına “Oldu mu hocam? Yasin suresini illa canlı olarak okumak lâzım mı?” diye soruyordu. Bu gazeteci ve ait olduğu toplumsal kesim hafızlık müessesine karşı yutup ve bant sistemini savunmaktadır. Çocuklara anlamlarını bilmedikleri sözleri niçin ezberletiyorsunuz, demektedir. Dijitalleşme ile ilişkili olarak bu hususun ele alınması gerekiyor.
Diyanet gazeteciye nasıl cevap verdi bilmiyorum. Yapılan uygulamaya bakılırsa: “El-cevap caizdir. Kabirlere teypten, yutub kaydından Yasin okumakta sakınca yoktur.” demiş olmalıdır. Neden böyle diyoruz?
Çünkü camilerde ezan banttan okunuyor.
20 yılı aşkın Ankara’da ikamet ediyorum. 28 Şubat öncesi böyle bir şey yoktu. Mahalle Camii’nde ezanı kimin okuduğunu bilirdik. Müezzinin sesini, imamın sesinden; cemaatten birinin okuyuşunu hemen anlardık. Birkaç dakika geç okumak durumunda kalan cami görevlisi, hoparlörün sesini kısar, hemen çevredeki binaların duyacağı kadar bir volum ile ezanı okurdu. Daha çok sabah ezanında olurdu bu. Görevliler böylece ezanın geç okunduğunu bütün âleme duyurmamış olurdu.
Diyanet işleri başkanlığı da bilir ki ezan okumak bir ibadettir. Her ezan ayrı bir ibadet olduğuna göre bant ezan sistemi ezanı ibadet olmaktan çıkarmaktadır. Sair vakitlerde dört vakit namaz kıldıran kadrolu görevlisi bulunan ancak bant ezanı ile namaza davet eden bir camiye sabah namazına gittim. Camide ezan okunmuştu fakat imam ve müezzin dahil hiç kimse yoktu. Yarım saat kadar bekledim. Baktım gelen giden yok. Namazı kendim kıldım çıktım. Acaba Ankara’da diğer il ve ilçelerde kim bilir böyle kaç vaka var?
Bu yolu 28 Şubat süreci açtı. 28 Şubat sürecinin generalleri, hutbelerin Türkçe okunmasını istendi. O zamandan beri ikinci hutbe duası ve son iniş âyetleri hem Arapça hem Türkçe meali ile okunuyor. Bir sakıncası olduğu için yazmıyorum. Fakat 28 Şubat’ın eseri olduğu için yazmak zorundayım. Merkezi ezan sistemi de aynı dönemin eseri olarak niye devam ediyor diye soruyorum. Bu sorunun cevabı “Bütün müezzinler ezanı güzel okuyamıyor, bazılarının sesi yok, bazıları usul bilmiyor, ezanı güzel okuyan müezzinlerin sesini kayda aldık, artık ezanlar güzel sesle yayınlanıyor” değildir; böyle bir cevap olamaz.
Rahmetli Mehmet Şevket Eygi, İstanbul’daki ezanların güzel okumadığından şikayet ederdi. Ezanı güzel, içten, bağırmadan (evet, bağırmadan) okuyup ruhlara tesir edecek müezzinler yetiştirmek yerine; güzel okuyanların sesinden yayın yapmayı çare olarak buldu Diyanet. Ne sakıncası var diyenler için sıralayalım:
*Her vakit ezanı hem okuyan hem dinleyenler için kendi başına bir ibadettir. Önce bu şuuru kaybettik.
Demek ki neymiş? Dijital sistem, teknoloji kolaylık adına müezzinlerin ayrı ayrı ibadetlerini, sevaplarını, tebliğini ellerinden alabiliyormuş.
*Kabı ayrı olanın tadı ayrı olur. Güzel ses ayrı; samimi, içten, duyarak okumak ayrıdır. Her müezzinin samimiyeti farklıdır. Samimiyet sese, ahenge, tavra da yansır.
*Ezanın okunması için kadrolu müezzin olması şart değil ki. İmam da okuyabilir ezanı. Hatta cemaatten kişiler bile okuyabilir.
*Bant ezan (merkezi ezan) sistemi yeni müezzinlerin çıkışına engeldir. Bir ortak yayın bu yolda kendini yetiştireceklere engel olur.
* Diğer önemli bir husus şudur: Her taraftan duyulsun diye açılan cihaz sesi dinleyeni o kadar rahatsız ediyor ki pencereyi kapatmak çare olmuyor. “Ne güzel ezan okuyor, keşke hoparlörün sesini biraz daha açsaydı, pencereyi açayım bari”, dedirtmek yerine; bir an önce bitse dedirten bir durum var. Dikkat ediniz. Sıkıntı, ezan değil; ezanın yüksek volum ile verilmesidir. Merkezi ezanın; diğer bağlı camilerden duyulması için volumun sonuna kadar açılması gerekiyor mu? Ezan bitince cihazın kapanış sesi bile kaza sesi gibi duyuluyor.
Öyle tahmin ediyorum ki bir kısım insanlar bu yüksek volumdan şikayetçi iken hem kimlikleri ve çevreleri hem de meramını doğru ifade edemediklerinden ezan sesinden şikayetçi durumuna düşmektedir. Vakıa ezan sesinden rahatsız olanlar var. Fakat tespit ettiğimiz durum da bir gerçek.
Bizim çocukluğumuzda hoparlörle ezan okumak caiz mi diye bir tartışma vardı. Demek adamların bildikleri bir şey varmış. Hoparlörle ezan okunmasını tenkit edenler, makine tarafından sesin değiştirilmesini caiz görmeyenlerdi. Şimdi ise kayda alınmış bir ses veriliyor hoparlöre.
Diyanet camiası bizden daha iyi bilir ki ses fizikte bir enerjidir. Bu enerji insan tahammülünü aşarsa helak edici olur. Nitekim Kur’anda ses ile helak edilmiş kavimlerin haberi var. Aşırı sesin camları bile kırdığı biliniyor. Modern zamanların en önemli ruh hastalıkları şehrin stresi artıran ses kaynaklarıdır. Dememiz odur ki Müslümanlar bir şey diyemiyor, ezanı Türkçe okutanlar zaten tamamen sesini kısmak istiyor; diyerek sevdirmek varken Diyanet camiden ezandan nefret ettirmemelidir.
Diyanet İşlerine ve Ankara’da ilgili müftülüklere bu konuyu yazdım.
Cevap. İlgi başvurunuz incelenmiştir. Merkezi ezan sistemi ile ilgili yetki il müftülüklerine bırakılmıştır. Bu itibarla söz konusu talebinizi ilgili il müftülüğüne iletmeniz yerinde olacaktır. Müftülüğümüze bağlı camilerde ses ve makamı uygun olan görevliler ezanı kendileri okumakta; münhal ve diğer camilerde merkezi sistemle okunmaktadır.
Dijitalleşen Türkiye’de Diyanet’in teknoloji ile ilgili alması gereken pozisyonlar sadece meşrulaştırıcı, ilerlemeci olmamalıdır: İşin ruhani ve deruni veçhesine daha çok önem ve öncelik vermelidir. Bu konuda -ayıptır mukayesesi- âyinlerini 1000 woltluk ampül ışıkları yerine mum ışığında gerçekleştiren Kilise kadar duyarlı olmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.