İstiklâl ve İstikbal Kavramları Arasındaki İlişki
Türk milleti tarih boyunca her zaman istiklâline düşkün olmuş ve bu düşkünlüğü sebebiyledir ki, hiçbir zaman devletsiz kalmamış, başka milletlerin boyunduruğunu kabul etmemiştir. En dara düştüğü ve kendini zayıf hissettiği vakitlerde bile, bir yolunu bulmuş, bir liderin önderliğinde gösterdiği gayret sonucunda yeniden istiklâline kavuşmuş, kendisine takılmak istenen zincirleri kırarak, yeniden devlet olmuş, yeniden milletini bir araya getirmesini bilmiştir.
Tarihin yazıya geçirildiği devirlerden beri gerçekleşen bütün olayların nirengi noktalarında Türk milleti ve onun şemsiyesi altında hayatiyetlerini devam ettiren diğer milletler vardır. Asırlar içerisinde gelişen ve büyüyen bir kültürün adı olan ve kendisiyle birlikte hareket etme tercihinde bulunan bütün milletlere, kurduğu yüksek medeniyet ve ülkü birliğini benimseten Türk milletinin hiç şüphe yok ki en değerli varlığı bağımsızlığı ve onun uğrunda verdiği mücadelelerdir.
Çünkü bilmektedir ki; istiklâl olmadan istikbal olmaz. İstiklâlini kaybeden ve başka milletlerin boyunduruğuna giren milletlerin istikbaldeki yolunu da onlar çizer. Başkaları tarafından oluşturulan böyle bir istikbalde, milletimizin kendi geleceğinden ve o gelecek içerisinde kendi kültüründen, kendine ait varlıklardan söz edilemez. Emri kim veriyorsa ya da kimden emir alınıyorsa, onun dediği olur ki; bu durum da giderek millet olma vasfının ortadan kalkmasına, bir gün gelip ölü medeniyetler ve yok olmuş milletler arasına karışmamıza sebep olur.
İşte bunun idrakinde olarak büyütülen “Hayat Ağacı”nın dalları her zaman yeşil kalmıştır. Bazen kötü tecrübeler edinilmiş olsa da hep yeni bir devlet adı altında hâkimiyetimizi sürdürerek bugüne kadar gelmişizdir.
Kardeş Türk cumhuriyetlerinin de bulunduğu günümüzde, yüzüncü yılını tamamlamak üzere olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu için verilen Millî Mücadele yıllarında, istikbalimizin yegâne nişanesi ve unsuru olan istiklâlimiz hakkında Âkif’in, Kastamonu, Nasrullah Camii’ndeki hitabesinde dile getirdiği hususlar, bir milletin nasıl yıkılacağına ve sonrasında baş başa kalacağı içinden çıkılmaz duruma işaret etmektedir ki, işte bu sözler onu bugün için de değerli kılmakta, yazdığı marşla istiklâl ve istikbalimizi ebedileştirmektedir:
“Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, teyyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin etmek kay- gusuna düştüğü zaman yıkılır.
Ey Cemaat-ı Müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dâhilî meseleler yok mu? (...) Bunların hepsi düşman parmağıyla çıkarılmış meselelerdir (...) Artık kime hizmet ettiğimiz, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzibillâh biz öyle bir akıbete mahkûm olursak, başımızı sokacak bir delik bulamayız.” (Kahraman, 2020: 33).
Millî Egemenlik ve Bağımsızlık Sembolleri
Her ülkenin bağımsızlık sembolleri vardır. Bunlar ülkenin tarihi geçmişine, dünyadaki etkinliğine, millî hislerindeki coşkuya, yurt tuttuğu, kanı, malı, canı karşılığında vatan kıldığı coğrafyaya duyduğu aidiyet kavramıyla ve bütün bunlara ekleyebileceğimiz daha başka unsurlarla yakından ilgilidir. Türkün tarihine baktığımız zaman, her şeyden önce çok önemli ve güçlü bir geçmişe sahip olduğunu görürüz. İşte bu tarih ile beraber günümüze kadar ulaşmış ve o gün olduğu gibi bugün de milletimiz için büyük mana ifade eden sembollerimiz vardır. Bunlar millî egemenliğimizi simgelediği gibi, bizlere devlet olmanın ve bir devlete sahip olmanın onur ve gururunu da yaşatırlar.
Bağımsızlık sembollerimizin en başında hiç şüphesiz ay yıldızlı ve rengini şehitlerimizin kanından alan şanlı bayrağımız gelmektedir. Ay yıldızlı bayrağımız 1844 yılında Tanzimat reformunun bir parçası olarak resmî Osmanlı bayrağı olarak kullanılmaya başlanmış, Cumhuriyet Dönemi’nde 29 Mayıs 1936 yılında çıkarılan Türk Bayrağı Kanun’yla bayrağımızın ölçüleri belirlenmiştir. Tarih boyunca şairlere ilham kaynağı olan bayrağımız, hiçbir zaman yırtık, sökük, kirli ve yerde olamaz, elbise şeklinde giyilemez, yırtılamaz ve yere atı- lamaz.
İstiklâl Marşı’mız (12 Mart 1921)
Bağımsız olan her milletin birliğinin ve bütünlüğünün simgesi olan bayrağının yanında, bir millî marşı mutlaka vardır. Bayrağımızla birlikte bağımsızlığımızın simgelerinden biri de “İstiklâl Marşı”mızdır ve bu marş, çağlar boyunca değişik isimlerle devlet kuran milletimizin hürriyete ve istiklâle duyduğu aşkını, millî ve manevi değerlere bağlılığını, kahramanlığını yansıtır. Millî bayramlarda, okullarımızın açılışında ve tatile giriş günlerinde, resmî toplantılarda, İstiklâl Marşı’nın söylenmesi artık bir gelenek hâline gelmiştir. Hatta spor karşılaşmalarında, çeşitli sanat etkinliklerinde de halkımız coşkuyla, gururla marşımızı söylemekte ve göklerde dalgalanan bayrağımızla birlikte, millet olmanın gönencini yaşamaktadır.
Bağımsızlığımızın ve egemenliğimizin en önemli temellerinden biri olarak ön plana çıkan Ankara, Kurtuluş Savaşı’nın ardından Millî Mücadele ile beraber 13 Ekim 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak ilan edilmiştir.
Bir ülkenin özgürlük ve bağımsızlığını simgeleyen en önemli öğelerin başında, konuştuğu, anlaştığı, düşündüğü ve yazdığı dili akla gelir. Asırlar öncesinden günümüze kadar gelmiş olan Türkçe, ülkemizin resmî dilidir ve her açıdan göz bebeğimizdir. Bunun içindir ki onu gözümüz gibi korumalı, yabancı kelimelerden ziyade, Türkçe kelimeleri kullanmaya özen göstermeliyiz. Dilimizi yabancı kelimelerin etkisinden uzak tutmalı, onların yerine Türkçe kelimeleri kullanmaya özellikle dikkat etmeliyiz.
Ülkelerin bağımsızlık sembollerinden biri de paradır. Paralar üzerinde bazı kültürel öğeler ve birtakım semboller yer alır. Bunlar; ülkenin bağımsızlığını ve özgürlüğünü temsil eder.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ikametgâhında bulunan Cumhurbaşkanlığı forsu, bağımsızlık sembolleri içerisinde yer almaktadır. Bu sembol üzerinde 16 yıldızın ortasında büyük bir güneş bulunur. On altı yıldız tarihteki 16 büyük Türk İmparatorluğunu temsil eder; ortadaki güneş ise Türkiye Cum- huriyeti’ni simgelemektedir.
Ülkemizin bütün millî egemenlik ve bağımsızlık sembollerini her zaman korumaya özen göstermek her Türk vatandaşının sorumluluğudur. Bunlar bizim her zaman ayakta kalmamız ve ülkemizin daha güçlü hâle gelmesi için büyük öneme sahiptir. Tarihimiz, tarihimizi oluşturan olaylar ve kişiler bizim için her zaman önemli olmalı; bunun bilgisi, bilinci ve idraki gelecek nesillere büyük bir dikkat ve disiplin içerisinde mutlaka aktarılmalıdır.
Erzurum; 12 Mart 1918 tarihinde, ordumuzun ileri harekâtı sonucunda düşman işgalinden ve Ermeni zulmünden kurtarıldı. Ancak şehir bir enkaz hâline dönmüştü. Savaştan önce seksen bin nüfusu olan şehirde eski kalabalık çarşılardan, pazarlardan eser kalmamıştı. Savaş yıllarında on binlerce insan tifüs ve diğer bulaşıcı hastalıklar yüzünden hayatını kaybetmişti. Bir kısmı şehri terk edip gitmiş, on bin kadar insanımızı da Ermeniler çekilirken şehit etmişlerdi. Şehirde ancak üç, dört bin kişi kalmıştı. Köylerden Erzurum’a göçler olmuş, şehir köy hâline dönmüştü. Ölümlerden kurtulanlar, şehre geri dönenler harabe olmuş evleri tamir ederek kışı geçirmeye çalışıyordu (Durak, 2011).
Müştak Sıtkı Dursunoğlu’nun Erzurum Marşı
Erzurum’un kurtuluşundan üç yıl sonra, tarihler 12 Mart 1921’i gösterirken, bugün onurla, gururla, kıvançla dinleyip okuduğumuz İstiklâl Marşı, TBMM tarafından kabul edildi. Böylece kurtuluş bayramına denk gelen günde Erzurumlular “İstiklâl Marşı” gibi muhteşem bir şiirin Millî Marş olarak kabul edilmesine de şahit oldular ve her 12 Mart’ta iki güzelliği bir arada kutlama şerefine erdiler. Bu tarihten önce ise, öğretmen-yazar ve şair, şehrin bilinen ailelerinden olan Sıtkı Dursunoğlu’nun yazdığı “Erzurum Marşı” adlı şiir, Millî Mücadele yıllarında bestelenerek Erzurum ve yöresinde marş olarak söyleniyordu.
Müştak Sıtkı Dursunoğlu Kimdir?
1 Temmuz 1891’de Erzurum’un Çukurzeynel Mahallesi’nde doğdu. Babası, 1876’da Erzurum Mebusu seçilen ve Hicaz Vilayeti Defterdarı iken Medine’de ölen Ahmet Muhtar Bey’in oğlu İbrahim Hakkı Bey’dir. Erkek kardeşi ise Millî Mücadele’ye önemli katkı yapan Cevat Dursunoğlu’dur. Öğrenim hayatına Erzurum Sıbyan Mektebinde başladı, buradan sonra Erzurum Mülki İdadisinde eğitimine devam etti ve şartlar sebebiyle bu okul onun eğitiminde son merhale oldu.
Dursunoğlu, 1915 yılında arkadaşları ile beraber askerlik hizmetine başladı ve vatanın düşman işgalinden kurtarılması için fiilen mücadele etti. İşgallere tepkisini ise, o dönemde Erzurum’da çıkan gazetelerde yazılarıyla dile getirdi. Askerlikten döndükten sonra bir yandan Albayrak gazetesinde gazeteciliğe devam etti, diğer yandan da Albayrak İlkokulunda öğretmenlik yaptı. 1926 yılında Erzurum Lisesine Edebiyat öğretmeni olarak atandı ve 33 yıl bu görevi yapmanın ardından emekliliğini istedi, 11 Eylül 1951’de emekliye ayrıldı. Emekliliğinden bir süre sonra, Ankara’da bulunan abisi Cevat Dursunoğlu’nun isteği üzerine Ankara’ya göç etti. 5 Nisan 1975’te Ankara’da vefat etti. Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi (Durak, 2011).
Bir şiirinde, “Sağına soluna tabyalar almış / Dayamış sırtını Palandöken’e / Koç yiğit misali durur Erzurum” diyen Dursunoğlu, topyekûn devletin ve milletin meselelerini kendine dert edinen biri olarak, Albayrak gazetesinde yazdığı “Son Hadise” adlı makalesinde: “Türk artık yürüyeceği istikameti, atlayacağı geçitleri görmüştür. Hak isteyene karşı vicdanı, ağır yumruklar karşısında kaldıkça ruhunun ateş, mukavemet ve fedakârlığı o kadar genişliyor. Ölmeyi şerefle, yaşamayı namusla tanıyan bir millet, boynunda esaret zincirinin halkalarını görmek istemez.” diyerek, Türk Milleti’nin bağımsızlığına ne kadar düşkün bir millet olduğunu dile getirmiş, bu coşkun hislerle, daha sonra bestelenip marş olarak okunan aşağıdaki şiiri yazmıştır:
“Erzurum Marşı
Tarihler ağlar vatan yanarken
Eller öz vatanda nara atarken
Ufukta ümidin nuru batarken
İlk sesi haykıran yüce Erzurum
Vatanı kurtaran yüce Erzurum
Ufak bir tepreniş, bir atlayışla
Ümitler aşlayan bir şahlanışla
Altı bin senelik bir yaşayışla
Canavar ağzını yırtan Erzurum
Ümitsizlikleri kıran Erzurum
Vatana ümitsin bayrağa rehber
Tarihin bağrında sesin inilder
Millî vicdan doğar senden alır fer
İlk sesi haykıran yüce Erzurum
Vatanı kurtaran yüce Erzurum” (Durak, 2011: 4).
İstiklâl Marşı’nın Gür Sesli, Yiğit Edalı Büyük Şairi: Mehmed Âkif
Fakat bugün bizler ve bizden sonra bu toprakları canından aziz bilip sahiplenecek, koruyup, kollayacak olan gelecek nesillerimiz için artık tek bir marş vardır. O da özgürlüğümüzün ve bağımsızlığımızın nişanelerinden olan İstiklâl Marşı’mızdır. “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım/Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım” diyerek, içindeki büyük mateme, daha bunun gibi nice yürek delici, hicran artırıcı mısralarla kayıt düşen büyük şair Mehmed Âkif Ersoy; İstiklâl Marşı gibi bir anıt şiiri, bir milletin ölüm kalım mücadelesini anlatan bu destan şiiri ve daha nicelerini yazmasına; konuşmalarıyla, artık izmihlalimize inanan; “Yandık, yıkıldık, mahvolduk, artık bir daha ayağa kalkamayız, bundan sonra düşmanlarınızın elinde ebedî olarak esir yaşarız.” deyip, büyük bir inkisara gömülenleri yeniden ayağa kalkabileceğimize, yeniden dirilip bu topraklar üzerinde hür ve bağımsız yaşayabileceğimize inandıran millî şairin şiirlerini okurken, karakterindeki coşkunun, vefanın, merhametin, dürüstlüğün, mertliğin, sadakatin, tevazuun ve de bunun gibi daha birçok insanî vasfın farkında olmamak, bütün bunları sadece yazmadığını, aynı zamanda, en derin ve katı şekliyle kendinde tatbik ettiğini görmemek mümkün mü? Ve bu durum öyle bir seviye arz ediyordu ki; onu sadece dostları değil, onların dışındaki kişiler de takdir etmekten geri durmuyordu.
Ancak burada bir parantez açıp millî şairin yaşarken pek fazla kadrinin bilinmediğini de söylemeden geçmeyelim. Hatta bu durumun artık onun için olmasa bile, yaşayan başkaları için belki hâlâ geçerli olduğunu da söyleyebiliriz. Nasıl olsa bizde değer çok ve durmadan yenilerini yetiştiriyoruz ya! Nasıl olsa onların bıraktığı koskoca boşluklar, onlardan daha iyileri tarafından dolduruluyor ya! Ne gereği var kıymet bilmenin, yaşarken anlamanın ve gereken değeri vermenin...
Aslında öyle olmadığını ve gidenin yerini dolduramadığımızı çoğumuz biliyoruz. Ve ne yazık ki; on altıncı yüzyıl divan şiirinin en kudretli temsilcisi olan Bakî bile bu durumdan şikâyetçiydi ve Kanunî Sultan Süleyman gibi bir büyük padişahın; “Bakî gibi büyük bir kabiliyeti bulup ona mevki vermeyi padişahlığımın en zevkli hadiselerinden biri telâkki ediyorum” demesi bile onu teselli etmemişti. Onun için de “Kadrini seng-i musallada bilip ey Bakî / Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf.” diyerek, değerinin ancak öldükten sonra bilineceğine vurgu yapıyordu.
Şunu söylemek gerekir ki, kişiyi sadece dostlarının takdir etmesi yeterli bir ölçü değildir. Kişideki güzelliğe, doğruluğa, dürüstlüğe dikkatimizi daha çok çekecek olan, düşmanlarının, sevmeyenlerinin ve karşıtlarının da onun hakkında övücü sözler sarf etmesidir. İşte onlardan biri olan Nazım Hikmet, Mehmed Âkif’in inandıklarına inanmasa da onun için “bilmem nasıl anlatsam, / Âkif büyük şair, inanmış adam” demekten geri durmuyor. Gerçi bu bölüm daha sonraki baskılarda birileri tarafından sansürlenmiş. Fakat konuyu merak edenler; Haluk Oral’ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan “Şiir Hikâyeleri” adlı kitabına bakabilirler. Biz yine de kısaca aktaralım:
“Nâzım, 1939 yılında İstanbul Tevkifhanesi’nden başlayıp 1940 yılında Bursa Hapishanesi’nde bitirdiği destanının bir bölümünde Nured- din Eşfak’ın ağzından Âkif hakkında iki defa “Büyük şair!” diyor; önce “Âkif büyük şair/ İnanmış adam”, sonra “Âkif inanmış adam /Büyük şair”... İnanmazsanız, 6 Kasım 1946 tarihli Ses mecmuasında Kurtuluş Savaşı Destanı’nın “Destan” adıyla yayımlanan bölümüne bakınız; kitapta kupürü var. Daha da önemlisi, Haluk Oral aynı şiirin Nâzım’ın el yazısıyla bir nüshasını da bulmuş; “büyük şair” yerli yerinde... 1965 yılında Memet Fuat tarafından yayına hazırlanarak Kuvay-i Millîye adıyla kitap olarak yayımlanan metinde ise uçuvermiş. Sonraki basımlarda da yok...”
Haluk Oral, söz konusu mısrasın Nâzım Hikmet’in arzusuyla çıkarılmış olma ihtimalini de göz ardı etmemiş ve araştırmış. Vardığı kanaat, sansürün Nâzım tarafından değil, Âkif’e büyük şairliği yakıştıra- mayanlar tarafından yapıldığı... Çünkü Nâzım, yurt dışına çıktıktan sonra birçok şiirini bizzat seslendirmiş. Önce 45’lik plak, daha sonra kaset ve CD olarak Türkiye’de de yayımlanan bu kayıtlarda, Kurtuluş Savaşı Destanı’nın yazımıza konu olan bölümü var (Ayvazoğlu, 22 Ocak 2009).
Gerçi; onun inandıklarına şüpheyle yaklaşanların, onu bu kelimelerle nitelemesi ya da nitelememesi Mehmed Âkif’in büyüklüğünden bir şey eksiltmez. Ancak bunun yine de önemli olduğunu unutmayalım. Çünkü inanmış ve inandıkları uğruna hayatını vermiş bir karakter abidesi, bir örnek insan o... Aslında “Asımın Nesli” diyerek, milletinin çocuklarına olan umudunu hiçbir zaman kaybetmeyen büyük şair, bunun için inandıklarından zerrece taviz vermeyerek hayatını sürdürmüş, gelecek nesiller için kendini ortaya koymuş ve geleceğini düşündüğü o nesle timsal olacak şekilde yaşamıştır.
Belki şiirlerini yaşatan ve geleceğe taşıyan, onun bu konudaki samimiyeti, karakterindeki yüksekliktir, diyebiliriz. Adını saygı ve rahmetle anacağımız Orhan Okay Hoca; onu anlattığı kitabının adını “Mehmed Âkif: Bir Karakter Heykelinin Anatomisi” koyarken, işte bu yönüne şu cümlelerle dikkat çekiyordu.
“Mehmed Âkif hakkında yazılmış bütün biyografiler; yakınlarının ve hasımları- nın yazıları ona şairdir, değildir diyenler; gericidir, değildir hükmünü verenler; değişmeyen, ortak bir noktada birleşirler: Âkif, hayatı boyunca belli ahlâkî prensiplerin sahibi olarak yaşamış bir karakter adamıdır. Dostları arasında her zaman dürüst ve sözüne güvenilir bir insan olarak kalmıştır. Bütün Safahatında, nesir yazılarında ve vaazlarında ortaya koyduğu prensiplere, husûsî hayatında da son derece bağlı kalmıştır. ...Esasen onun sanatı, kader ve irade karşısındaki tavrı; hattâ o kadar insanla düşüp kalkmasına rağmen zaman zaman sezdiğimiz bir yalnız adam hâli, şahsiyetinin iki tezâhürünü işaret etmektedir.
Biri herkesin tanıdığı, cemiyet içinde, kalabalıklar arasında, bu cemaatin, bu milletin insanlarıyla beraber, onların dertleriyle yüklü Âkif. Bu şahsiyetiyle şiirinde çok defa bir misyonun temsilcisi olarak, manzum hikâye, manzum vaaz, manzum ahlâk kitabı yazarı. Yani sadece bir nâzım.
İkinci Âkif, şairliğini, sanatkârlığını cemiyete kurban eden, fakat içinde küllenmiş bir ateş halinde bu sanatını muhafaza eden şair...” (Okay, 2000: 20).
Mehmed Âkif, bugün de millet olarak mustarip olduğumuz, ilerlememizi ve çağa uygun nesiller yetiştirmemizi engelleyen dertlerin ne olduğunu o günden görmüş ve bunu veciz bir şekilde şiirlerinde dile getirmişti. Cahilliğe düşmandı ve insanımızın kendi işlerinden çok, başka işlerle uğraşmasından büyük üzüntü duyuyordu.
Berlin’de bulunduğu sıralarda, orada görevli bulunan askerî ve sivil aydınlarımızla da sohbetler eder. Ancak, onlara bakarak da geleceğimiz adına ümitlenemez. Çünkü aydınlarımız sahaları dışındaki işlerle meşguldürler. Âkif merhumun ifadesiyle, durum hiç de iç açıcı değildir. Zira Berlin’deki Büyükelçimiz, Kur’an-ı Kerim tefsiri yazmaya çalışırken Büyükelçilik İmamı da politika ile uğraşmaktadır.
Buna benzer örnekleri günümüzde de görebilirsiniz. Ayrıca cehalet almış başını yürümüştür ve pek az kimse, onu alt etmek için ciddi bir gayret içindedir ki bu da yeterli değildir. Bugün geldiğimiz noktada da üniversiteden mezun gençlerimizin sayısı her geçen gün artmasına rağmen, ne yazık ki geleceğimizi inşa etmemiz için çok ama çok gerekli olan değerler gün geçtikçe ufkumuzdan uzaklaşmakta, onların yerini toplumumuzu bozguna uğratan boş işler almaktadır. Sanatta, edebiyatta, kültürde, yaşantıda, sosyal davranışlarda bugün geçmiştekinden ne kadar ilerideyiz, sorusu ciddi olarak sorgulanmalıdır.
Mehmed Âkif Bey, Berlin’in caddelerini, sokaklarını, demiryollarını, trenlerini, dükkânlarını, kahvehanelerini inceler. Çok dikkatli bir gözlemcidir. Gördüklerinden şu sonuca varır. “Bizim kıymetini bilmeyerek küstürdüğümüz İslami güzellikler, Almanya’ya hicret etmiş... Onların faydasız görüp kovduğu kötülükler de bizim sınırlardan içeri sızmış...”
Çalışkanlık, planlı programlı yaşamak, temizlik, birlik beraberlik oralarda görüp de takdir ettiği ve hasretini duyduğu güzelliklerden bazıları idi. İstanbul’a döndükten sonra, dostlarının “-Almanya’yı, Almanları nasıl buldun?” sorusuna verdiği cevap, yaşadıklarını ve gördüklerini özetlemesi açısından muhteşemdir: “- İşleri dinimiz gibi, dinleri işimiz gibi...”
O gün için İslam toplumlarını bizim temsil ettiğimiz düşünülürse, günümüzde de bu anlamda çok fazla sıkıntı olduğu inkâr edilemez acı bir gerçektir.
Zira tedavi konusunda hâlâ bocalamaktayız ve birbirinden farklı onlarca tedavi şeklini deneyerek bir yere varmaya çalışmaktayız.
Birçok kişiyle beraber, İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmed Âkif Ersoy da yazdıklarıyla bu meselenin çözüm yollarını göstermeye çalışmış ve ortaya koyduğu gayretle bu konuya büyük katkı yapmıştır. Fakat burada asıl önemli olan, yazılanları okumak, yapılanları öğrenmek ve anlamak, bunlardan geleceğe dair dersler çıkarmaktır. İşte bunu başardığımız gün şairin İstiklâl Marşı’nda söylediklerini de layıkıyla ve gereğini yerine getirmiş olacağız.
Fakat ne yazık ki, Safahat ve daha başka eserlerin sahibi şairin asıl söylemek istedikleri, genelde çok bilinen ve sloganlaştırılan bazı şiirlerinin gerisinde kalmış, bizler de onları okuma zahmetine katlanmamışız. Bu açıdan Safahat, birçok yayınevi tarafından basılan, çok satıldığı için adeta bir maddi kazanç unsuru hâline gelen, ama az okunan bir kitap olarak öylece karşımızda durmaktadır.
İşin bir başka hazin tarafı daha vardır ve o da şudur: Yıllar içerisinde bu kadar satılmasına rağmen, geride bıraktığı evlatlarına telif hakkı yönünden pek fayda sağlamadığını, bu durumla ilgili olarak gazete sayfalarına yansıyan yürek acıtıcı haberlerden öğrenebiliriz. Telif haklarıyla alakalı düzenlemelerin ülkemizde çok geç ve arzu edilen biçimde gerçekleşmemesi, bugün dahi yazar ve çizerleri, kısaca sanatla uğraşan kişileri mağdur durumda bırakmaktadır. Ve yine ne acıdır ki; Mehmed Âkif’in evlatları da büyük yoksulluklara, sıkıntılara duçar olmuşlar ve bazılarının hayatları hazin bir şekilde sona ermiştir.
Çoğunlukla babalarının gölgesinde kalan bu kişiler, milletiyle ilgilenmekten zaman bulamayan babalarından gereken ilgiyi görememişlerdir. Hayatlarını bu milletin sesi olmaya adamış kişilerin çocuklarına, hak ettikleri vefayı ve ilgiyi, millet olarak bizim gösterdiğimiz ise söylenemez.
Millî şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un milletimizin bir ferdi olarak göstermiş olduğu bu büyük çabayı bir kere daha takdirle karşılıyor, kendisini rahmetle ve minnetle anıyoruz.
KAYNAKÇA
Durak, M. (2011). Millî Mücadelenin Önemli Simalarından Erzurumlu Müştak Sıtkı Dursunoğlu Bey. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı.
Kahraman, Â. (2020). Mehmed Âkif Tutuşmuş Bir Yürek, Adanmış Bir Hayat, Büyüyen Ay Yayınları.
Okay, M. O. (2000). Mehmed Âkif Bir Karakter Heykelinin Anatomisi, Akçağ Yayınları. https://yazyaz.wordpress.com/tag/haluk-oral/Beşir Ayvazoğlu,22 Ocak 2009.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.