Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun Divanesi ikimiz kaldık Allah Yolu’nun Necip Fazıl
İnsanlar idealleri uğruna yaşar. İdealleri uğruna öldükleri gibi.
İde, fikir demekse, ideal de ‘ancak düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstünlükleri kendinde toplayan’ fikirler bütünü. İdealist ise, ‘idealleri peşinde koşan insan’ demek.
Ta Hoca Ahmed Yesevî’nin dergâhında buhurlanan Türkçemizden ve o dergâhta arındırılan kalbimizden bu yana, biz Türkler, - hiç tartışmasız - dünyanın en idealist milletiyizdir. Milleti, ümmeti, insan topluluğu.
Biz iyi bir millettik zaten. Ama İslâmlaştıktan sonra, buna bir tur daha arınma ekledik, pek iyi bir millete dönüştük. Eyvallah.
Bu böyledir. Bu kadardır. Buncadır.
On asırdır Anadolu’da, altı buçuk asırdır da Rumeli’deki bütün kalpler, bütün kapılar, bütün yollar, şehr-i Yesevî Türkistan’a çıkar.
Gelelim 20. Yüzyılın - bizce - en büyük şairi Necip Fazıl’ın, toplumumuzu en çok etkileyen şiiri Sakarya Türküsü’nün en sevdiğim beyitine:
Beş ana metafor var bu beyitte hiç kuşkusuz. Sırasıyla: Saf çocuk Sakarya, bir. Masum Anadolu, iki. Divane olmak, üç. İkimiz kalmak dört. Allah Yolu, beş.
Bu beş metaforu tek tek analiz edelim öncelikle.
Saf Çocuk Sakarya: Batının Her Türlü Herzesini İthale Rağmen Sakarya, Safiyeti, Masumiyeti Ve Mazlûmiyeti Simgelemektedir
İki şeyi biliyoruz: Şiirin yazıldığı yıl 1949. Şair, şiirini Ankara’dan İstanbul’a trenle dönerken, Sakarya Nehri kıyısında yolculuk ederken yazmış. Diğer bir ifade ile şiirin kışkırtıcı unsuru Sakarya Nehri.
Ve başarısızlıkla sonuçlanan ta ikinci Viyana Kuşatmasından (1683) bu yana, küffara yenile yenile, gerileye gerileye, düşmana dur diyemeye diyemeye… Tam iki yüz otuz dokuz yıllık bir hezimetin ardından, düşmana ilk galebe çaldığımız savaş meydanının adıdır Sakarya. Kâbustan uyanışın, bir milletin talihindeki, olumluya dönüşün miladıdır.
Sakarya imgesinin birinci sembolizasyonu tarihidir.
İnanıyorum ki, şairin kalbinde Sakarya imgesinin ikinci çağrışımı, kuruluşu ve kurtuluşu temsil etmesidir. Zira 624 yıl süreyle tarihin en görkemli ve sahih imparatorluklarından birisi olan Osmanlı, Sakarya Nehrinin hemen kıyısındaki Söğüt’te kurulmuş, sonraki otuz yılda ise Sakarya havzası diyebileceğimiz Eskişehir, Bilecik, Adapazarı, Bursa, Kütahya ve Afyon’dan neşet edip büyümüştür.
Öte yandan İstiklal Harbimizin dönüm noktası olan, düşmanı iki buçuk asır sonra ilk kez durdurduğumuz ve geriye püskürttüğümüz savaş, Sakarya Meydan Muharebesi, Sakarya Nehrinin hemen kıyısındaki 110 kilometrelik bir vadide gerçekleşmiştir. Günyüzü, Sivrihisar, Polatlı, Mihalıççık ve Mihalgazi arasındaki yer yer bataklık olan bir coğrafyada. Sakarya Meydan Muharebesiyle başlayan silkiniş ve şahlanış, Kütahya, Afyon ve İzmir üzerinden, düşmanın denize dökülmesiyle son bulacak ve böylece kurtuluş destanı yazılacaktır.
Unutmadan: Buram buram saf Türkçemizi Anadolu’da mayalayan,
Gelin tanış olalım İşi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz diyen Yunus Emre de (Sivrihisar Sarıköy), fıkralarıyla asırlardır yüzümüzü ve kalbimizi güldüren bilge molla Hoca Nasreddin de (Sivrihisar Hortu köyü) bu bölgenin evladıdır.
Sakarya’nın ikinci çağrışımı kuruluşun ve kurtuluşun adı olmasıdır.
Üçüncü olarak Sakarya, doğudan batıya, güneyden kuzeye, nereye ve ne kadar akarsa aksın, o Anadolu’daki tüm nehirlerin bileşkesidir. Özüdür, özetidir, özlemidir.
Bütün nehirlerin yüzü ona dönüktür.
Masum Anadolu: Batı Çıkar ve Kirdir, Anadolu Safiyet ve Masumiyet.
Gelelim masum Anadolu imgesine: Malum, ülkemiz 1839 Tanzimat Fermanı’ndan bugüne bir ruh üşümesi yaşamaktadır.
Kendimizden şüphe ile başlayan - yaklaşık - iki asırlık bu süreçte, Batının her akımını ve kurumunu, hatta anayasa ve yasalarını olduğu gibi ithal etmiş, yine de felaha çıkamamış bir İstanbul, bir Ankara, bir İzmir vardır, şaire göre, ortada. Rumeli, tek kurşun atılmadan, bir facia ortamında terk edilmiştir. Geriye her şeye rağmen bozulmamış, kıblesini değiştirmemiş, irfanını yitirmemiş, kala kala bir Anadolu kalmıştır. Yani Sakarya imgesiyle sembolize edilen Anadolu.
Ki şiirin yazıldığı 1949’lu yıllar, tek parti faşizminin zirve yaptığı yıllardır. Camilerde dahi Allah kelamı etmenin yasak olduğu, Tandı uludur, Tanrı uludur şeklindeki Türkçe ezanların bir kabus olup semaları ve kulakları işgal ve iğfal ettiği yıllardır.
Taptuk’un, Yunus’un mayaladığı, öncelikle Sakarya Vadisi sonra da 1018’de Çağrı Bey’in attığı adımla bize yurt olan bütün bir Anadolu, içten içe safiyetini muhafaza etmiştir. İlahileri, türküleri, şarkıları… atasözleri masalları bilmeceleri de bunun en büyük ve aşikâr delilidir.
Batı akıldır, Anadolu gönül. Batı çıkardır, Anadolu merhamet. Batı kazançtır, Anadolu karşılıksız dağıtmak.
Batı (ve Batılı şehirlerimiz) kir, kirliliktir, Anadolu saf, safiyet.
Evet, masumdur Anadolu. Ona ne şüphe.
Divanesi Olmak: Öyleyiz Evet. Her Müslüman Türk, Bir Yunus Emre’dir Özünde
İslam medeniyetinin günümüzde dört ayağı, dört türevi var, bize göre. Arapça konuşulan coğrafya, Farsça konuşlan bölgeler, Urduca konuşulan Pakistan ve kısman Hindistan. Ve ta Hoca Ahmed Yesevi’nin ocağı Türkistan’dan batıda Mostar Köprüsü’ne… Türkçe konuşulan ülkeler.
Biz İslâm medeniyetinin Türkçe ayağını temsil ediyoruz bugün, 130 bin kelimelik dev lugatımızla.
Ve kelime sayısı bakımından, dünyada yaşayan dört bin dil arasında en büyük beşinci lisan olan Türkçemizde adanmışlık diye bir kavramımız var. Bir amaca bir hedefe kitlenmek ve gereğini yapmak manasında.
Eric Hoffer, dünyada en büyük güç, tam inanmış insandır der.
Anadolu insanındaki inanç tam da budur işte; inancının divanesi olmak. Tıpkı kadılık makamını ve kaftanını çöpe atıp inancı uğruna yollara düşen derviş Yunus gibi.
Şair burada, dünyadaki İslâm ülkeleri arasında mukaddes emanet uğruna tam inanmış bir milleti temsilen, divanesi ikimiz kaldık demektedir bize göre. İkimizden biri diye kastettiği kendisi değil, bütün bir Sakarya, bütün bir Anadolu, bütün bir iki yüz elli milyonluk Türk-İslam milletidir.
Bizce tam da budur, buncadır, bu kadardır.
Bir Müslüman Türk hayattaysa, yani yaşıyorsa, - bilinsin ki - inancının divanesidir. Hele de şiirin yazıldığı yıllarda.
Hepimiz bir Yunus Emre’yiz biz. İnancımızın divanesi. Her Müslüman Türk, bir Yunus Emre’dir özünde. Bu böyle biline.
İkimiz Kalmak: Habil’in Yolunun, Allah Resulünün Öğretisinin Peşinden Gitmek
Hepimiz Adem (A.S.) ile Havva’dan geliyoruz. Eyvallah. Anamız atamız belli. Ve hepimiz kardeşiz.
De mesele başka. Mesele şu: Asrımızın bilgesi Sezai Karakoç’un diliyle söyleyecek olursak, Kardeşiz demek yetmez. Hâbil misin yoksa Kâbil mi? Onu netleştirmek lâzım! Her insanın, her ülkenin, her medeniyetin cevaplaması, netleştirmesi, kararlaştırmsı gereken asıl soru, asıl mesele, asıl problem bu.
Habil’den yana mıyız, Kabil’den mi?
Batı medeniyeti tam manasıyla bir Kabil medeniyetidir. Bu net, açık, apaçık bir hakikat. Bir soygun, işgal, çıkar, tecavüz, kıtal ve menfaat medeniyetidir. Son beş asırdır İngiltere, Fransa, Hollanda, İtalya, İspanya, Portekiz, Belçika ve son bir asrında da ABD’nin ve SSCB’nin kadim dünyamıza yaşattığı kâbus, tam da budur. Afrika, Ortadoğu ve Hindistan’ın yer altı maden ve altınlarına, yer üstü üretimlerine el koyup ülkelerine 35-40 bin dolar kişi başı yıllık gelirlerle adeta sahte bir yeryüzü cenneti yaşatan Kabil’in torunları, kaynakların asıl sahipleri Habil’in torunları masum Afrikalı ve Hinduların bir deri bir kemik açlıktan ölümlerine timsah gözyaşlarını bile çok görmektedirler.
Batı medeniyeti bir sömürü medeniyetidir. Hümanizma, insan hakları, demokrasi, rengârenk yaşam, yarın garantisi, özgürlükler, şu bu… Bu yaldızlı ve süslü yalanlardan oluşan zehirli balların hükmü yoktur.
İlk gençliğini Paris’te geçiren büyük şairimiz Necip Fazıl, bu süslü yalanların arkasındaki acı hakikati ve vahşeti ilk gören hisseden ve dile getirenlerin başında gelir. Ve iyi bilmektedir ki, Hoca Ahmed Yesevi’nin ocağından neşet eden Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de bin yıldır bu aziz millet Habil’in yolundan gitmeyi şiar edinmiştir. O nedenle de bütün bir Anadolu gençliğini kucaklayacak Büyük Doğu’yu örmüştür ilme ilmek.
Habil’in yolu iyilik, merhamet, paylaşma yoludur.
Yoksulu yetimi zayıfı, tutup kaldırma, yaşatma yoludur. Irkına mezhebine dinine bakmaksızın, zayıf ve haklının yanında, ezilenin yanında, garibin yanında saf tutma yoludur.
İnsanın yanında saf tutma yoludur. Allah Resulünün öğretisinin yanında saf tutma yoludur.
Malum, şiirin yazıldığı XX. Yüzyıl, şeytanın öğretisinin zirve yaptığı, çıkarttıkları iki büyük dünya savaşıyla milyonlarca masumun kanının döküldüğü, evinden barkından uzaklaştırılıp açlık ve sefalete mahkûm edildiği çağın adıdır.
İşte tam da bu noktada, 1949’da devlet olarak olunamasa da millet olarak koca bir Anadolu coğrafyası, Allah ve resulünün öğretisine kara sevdalıdır. Elan de öyledir.
Düşüncemiz odur ki, şairin burada ikimizden kastı, sadece kendisi değil, öncelikle Büyük Doğu gençliği, ardından da Anadolu insanıdır. İnsanımızdır.
Allah Yolu: Bir Güzellik Medeniyeti İnşa Etmek
Beyitteki bamteli tam da burasıdır, bize göre: Allah Yolu.
Kalbimizin sultanı Yunus Emre’miz ne buyuruyor: Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan, halka müderris olsa hakikatte asidir.
Hadise budur, bu kadardır, buncadır. Gerisi teferruattır.
Allah Yolu, O’nun yarattığı insanı yaşatma yoludur. Edille-i Şeriye bunun usulü, oradan da edebiyatı, güzel sanatları, mimarisi ve musikisiyle bir güzellik medeniyeti inşa etmektir Allah Yolu.
Burada üç kavram öne çıkar elbette; adalet, ihsan ve ihya.
Adalet işin temeli (kemiği), ihsan onu sarıp sarmalayan tarafı (kalbi), ihya ise ayakta tutan tarafı (ruhu). Dünyayı dersaadet hâline getirmektir, bir bakıma ihya.
Bu başta Asrı Saadet’te ve bazı zamanlarda yaşandı, yaşanıldı, yaşatıldı.
Şair, burada ihsasen bize, Allah Yolu’nun tekraren yeryüzünde ihya edilmesi idealini gösteriyor.
Netice: Kıyamete Kadar da Divanesiyiz Allah Yolu’nun
Allah Yolu, güzellik medeniyetidir demiştik. Bu medeniyetin birincil vasfı olan insanı yaşatma görevi, masum Anadolu’nun (Müslüman Türk’ün) saf çocuğu Sakarya’nındır.
Sakarya’nın misyonu, önce ihya (silkiniş ve ayağa kalkış) sonra da beka (ayakta kalıştır.)
Bunu da Kim var? Dendiğinde, sağına ve soluna bakmaksızın, Ben varım, diyecek Türk gençliği başaracaktır. Zira, divanesi ikisi kalmıştır, o gençle güzellik medeniyetinin. Allah Yolu’nun.
Evet, evet, bu böyledir.
Divanesi ikimiz kalmışızdır Allah Yolu’nun.
Kıyamete kadar da divanesiyiz.
Bu aziz millet, kıyamet borusu ötene kadar da Allah Resulünün yeryüzündeki ayak izlerini takip edecektir. Bilaistisna. Gönülden. Aşkla. Ne kadar nesi gerekiyorsa.
Bu böyle biline.
Böyleyiz biz; divanesiyiz Allah Yolu’nun.
Var mı itirazı olan.
*Yazar, Türkiye Yazarlar Birliği Sakarya Şubesi Başkanı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.