• İstanbul 12 °C
  • Ankara 5 °C
  • İzmir 15 °C
  • Konya 7 °C
  • Sakarya 12 °C
  • Şanlıurfa 11 °C
  • Trabzon 9 °C
  • Gaziantep 9 °C
  • Bolu 8 °C
  • Bursa 13 °C

Ekrem Özdemir ile Modern Şehir Yaşamı Üzerine: Yabancılaşma, Aidiyet ve Şehir Kültürü

Ekrem Özdemir ile Modern Şehir Yaşamı Üzerine: Yabancılaşma, Aidiyet ve Şehir Kültürü
Ekrem Özdemir ile modern şehir hayatının bireyler üzerindeki etkileri üzerine yaptığımız kapsamlı röportaj. Yabancılaşma, aidiyet, sürdürülebilirlik, tüketim kültürü ve şehir planlaması gibi konulara dair bir bakış sunuyor.

Modern şehir hayatı, geçmişin köy meydanlarından yükselen dayanışma ruhunu geride bırakıp, betonarme yapılar arasında bireyleri yalnızlığa sürükleyen bir dünya sunuyor. Fakat bu yalnızlık, bir tür yabancılaşma mı, yoksa modernleşmenin doğasında yer alan bir yeniden inşa süreci mi? Ekrem Özdemir ile gerçekleştirdiğimiz bu derinlemesine röportaj, şehirleşmenin birey üzerindeki etkilerini farklı bir bakış açısıyla yorumluyor ve okuyucuyu eleştirel bir değerlendirmeye davet ediyor.

Ekrem Özdemir ile Modern Şehir Yaşamı Üzerine: Yabancılaşma, Aidiyet ve Şehir Kültürü Ekrem Özdemir

Röportajda Ekrem Özdemir, şehir hayatının dinamiklerini çözümlerken çarpıcı tespitler yapıyor. Özellikle modernleşmenin getirdiği yabancılaşma hissini sorguladığı ifadeler, okuyucuyu şehir hayatına dair alışılmış önyargılarını gözden geçirmeye çağırıyor. Özdemir, şehirlerde komşuluk ilişkilerinin yerini yönetmeliklerle bir arada yaşayan apartman sakinlerine bıraktığını ifade ederken, bu dönüşümü bir kayıp olarak değil, modern devletin doğal bir sonucu olarak görüyor.  Bu röportajın, okuyucular için eleştirel yolculuğun devamı olarak karşılık bulmasını umuyorum.

Modern şehir yaşamında bireylerin, çevrelerine ve komşuluk ilişkilerine karşı yabancılaşmasını nasıl açıklıyorsunuz? Bu durum bireysel kimlik ve toplum ilişkisini nasıl etkiliyor?

Acaba bu bir yabancılaşma mı? Biz mi onu öyle görüyoruz? Hem modernleşmenin, medeni hayatın imkânlarını yaşayacaksın hem de köydeki, kasabadaki hayatı özleyeceksin? Bu bir çelişki gibi geliyor bana. Her yaşam tarzının bir üslubu, tekniği, yöntemi var. Dağ köyüne gidip kalorifer sıcaklığı aramak neyse şehrin merkezinde yaşayıp çelik çomak oynamayı istemek aynı şey olsa gerek. Bu bir yabancılaşma değil. Bu modern hayat, bu modern devlet. Burada komşu yok, yönetmeliklerle bir arada bulunan apartman sakinleri var. Bunların toplumsal kimlikleri cemaatler, vakıflar üzerinden değil, STKlar, meslek birlikleri ve sendikalar üzerinden oluyor. Bunu görmek lazım. Ve artık bu melankoliye, bu nostaljik duygulara son vermek lazım.

Şehirdeki farklı bölgelerdeki eğitim imkânlarının dengesizliği, bireylerin toplumsal sınıf geçişkenliği üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplumsal sınıflar arasındaki geçişkenliğin çok da eğitim imkânlarıyla mümkün olduğunu düşünmüyorum. Kapitalist bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Paranız ve iktidarla güçlü ilişkileriniz varsa, eğitimli olmanıza gerek kalmadan sınıf değiştirebiliyorsunuz artık. Ne aldığınız eğitim, ne yaşadığınız çevre bu geçişkenliğe artık engel değil. Dünya değişti, hayat da değişti. Mozambikli bir genç, dijital teknolojiler sayesinde, Ankara’da TED kolejinde okuyan bir gençten daha üretken olabiliyor. Bu, bir imkân mı, bir tehdit mi? Bunu zaman gösterecek.

Bugün şehir planlaması sürdürülebilirlik açısından nasıl değerlendirilmeli? Bireylerin bu sürece aktif katılımını sağlamak mümkün mü?

Sürdürülebilirlik en kaypak kavramlardan biri. Kaypak ve dayatmacı. Şehir, dinamik bir yapı. Fikirtepe’yi düşünün. Tam bir sosyoloji konusudur. Öyle hızlı değişti ki, bilim yetişemiyor hızına. İşte hayat da böyle dinamik bir süreç. Şehir planlaması, insanın paradan, yoldan, binadan daha değerli görülmesiyle olur. Günümüzde böyle bir vizyon yok dünyada. Sürdürülebilirlik dediğimiz şey, otoparkların çocuk oyun alanlarından daha önemli olduğu bir düzeni gerektirir. Bu düzende birey, küresel kapitalist sistemde, büyük resmin içinde bir dişli olmaktan ibarettir.

Şehirdeki hızlı yaşam temposunun bireylerin zaman algısını ve üretkenliğini nasıl etkilediğine dair gözlemleriniz nelerdir?

Hayat çok hızlandı, evet. Herkes her yerde, her şeyi yaşıyor ama ben orada değilim duygusu, bireyi telaşlı, aceleci ve tedirgin yapıyor. Fakat burada bir sorun var. Zaman gerçekten hızlandı mı, yoksa biz mi onu hızlandı sanıyoruz. Byung Chul Han haklı. Zaman bozuldu. Ahengini, anlatısını, kokusunu kaybetti. “Diskroni” diyor buna filozof. Yani zamanla aramızdaki ilişki bozuldu. Oxford sözlüğü 2024 kelimesi “Brain rot” bunu iyi anlatıyor. Sürekli akan içeriklere maruz kalmak, beyni çürütüyor. Entelektüel kabiliyetlerimizi yitiriyoruz. Bu da bizim üretkenliğimizi engelliyor.

Akıllı şehir uygulamaları bireylerin yaşam kalitesini artırıyor mu, yoksa insan ilişkilerini daha mı mekanikleştiriyor?

Yaşam kalitesi nedir, önce buna bakmak lazım. Günde 10.000 adım yürümek mi? Spor salonlarında hesaplanabilir, ölçülebilir bir performans öznesi olmak mı? Kan değerlerinin standart aralıklarda olması mı? Haftada üç gün yüzmeye gitmek mi? Bütün bunlar, neo-liberal politikaların hepimizi zorladığı standart birey modeli. Havayı kirlettik, iklim değişikliğine neden olduk, yeşil alanları katledip beton binalara çevirdik. Akıllı şehirler, modern hayatın timsah gözyaşlarıdır. Daha fazla teknoloji demektir. Oturduğun rezidansın altında yüzme havuzu olan kişi, kaliteli bir yaşam sürdüğünü düşünüyor bugün. Oysa yaşamı kaliteli hale getiren dostlardır, zamanı ve mekânı insan için, sonsuz hayata hazırlık için faydalı hale getirmektir. Bayramda ailesini ziyarete gitme isteği duymayan bir insan, hangi yaşam kalitesinden bahsedebilir?

Yükselen konut fiyatları ve kira krizleri, bireylerin şehirde kalma ya da taşınma kararlarını nasıl şekillendiriyor? Bu ekonomik baskıların psikolojik sonuçları neler olabilir?

Bir kere hepimizin ahlak konusunda kendini sorgulaması gerektiğini düşünüyorum. Her krizi, çıkarları için fırsata dönüştüren, benden sonra tufan diyen bir toplum, şehir kültüründe zaten yaşamıyordur. Elbirliğiyle hayatı birbirimize zehir ediyoruz. Kurallar olsun, evet ama bana işlemesin diye düşünen birey, elbette bunun sonuçlarını ödeyecektir. Kimse kendini ak sütten çıkmış ak kaşık zannetmesin. İktidarı eleştirirken, kiracısının kapısına akrabalarıyla dayanıp, evden çıkması için gözünü korkutmanın elbette psikolojik sonuçları olacak. Ben, şehir nüfusunda azalma yerine artış görüyorum. Etrafımda “kirayı ödeyemiyorum, ben gidiyorum” diyen biri de yok. Üstelik TOKİ evlerinde oturuyorum. Aslında abartıldığı kadar ekonomik baskının da olduğunu düşünmüyorum. İnsanlar, fazladan yaptıkları harcamalardan mahrum kaldıkları için şikâyet ediyorlar. Bu da gayet normal. Ancak şunu unutmayalım, açgözlülüğün faturasını sadece yapanlar değil, buna göz yumanlar da öder.

Şehirlerin göç almasıyla artan kültürel çeşitlilik, bireyler arasındaki uyum ve çatışmayı nasıl etkiliyor? Bu konuda şehir planlamasının sorumluluğu nedir?

Bu konuda Selim İleri en sağduyulu yaklaşımı sergiliyor. Göç sonucu değişen, dönüşen şehirlerin sorumlusu yalnız köyden kente göç edenler değil, aynı zamanda kentte yaşayanların köyden gelenlere kapıcı muamelesi yapmasıdır. Her şey çok daha farklı olabilirdi. Eğer, şehrin sakinleri, göç edenleri içlerine alıp, ortak bir kültür üretmek konusunda biraz cesur olsalardı, şehirlerimizdeki kültürel çeşitliliğin sınırlarını tahayyül dahi edemezdik. Ve ideolojik siyasi kimliklerle kavga edeceğimiz yerde sanat ve edebiyatta yarışan eserler üretirdik. Ben bu konuda göç edenlerden çok, şehrin kibirli sakinlerini daha suçlu görüyorum. Şehir planlamasının bu konuda bir sorumluluğu yok. Zenginleri şehrin merkezinde, belli muhitlere hapsedip, orta ve düşük gelirlileri gettolara hapseden elitist yapının şehir kimliğimize verdiği zararlar bunlar. Nihayet TOKİ projeleriyle orta sınıfın oluşturduğu yeni yaşam alanları, zenginle fakiri biraz daha birbirine yakınlaştırdı ama köylü-kentli çatışmasını bitirecek bir gücü yok.

Doğal afetler veya ekonomik krizler gibi olayların şehirlerde yaşayan bireylerde oluşturduğu travmanın toplumsal yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ahlâkî çürümenin boyutları, olağanüstü dönemlerde ortaya çıkar. Ölülerin üzerinden yapılan kan siyaseti, devleti zaafa uğratmaya çalışan ideolojik menfaatler, takipçi kasmak için ölü bedenleri teşhir eden troll orduları, acıdan şehvet duyan siyasiler, kiraları artırmak için ellerini ovuşturan ev sahipleri, gemisini kurtaran kaptanlar, doların dalgalanmasına bırakılan insan haysiyeti, zamanı mekânı dolduran et kokusu… Kimseye güvenmeyen, güvenmek istemeyen çünkü güvendiğine pişman olan, hız ve hazzın kucağına itilmiş zavallı şehir insanı. Telaş içinde, ömrünü biraz daha iyi yaşamak için daha çok çalışmak zorunda kalan, ailesine, dostlarına ayıracak zamanı kalmayan birey… Yosujiro Ozu, İkinci Dünya Savaşı ve Çin-Japon savaşlarından sonra çektiği “Tokyo Story” filminde, tam da bunları anlatır. Savaşın yıktığı geleneksel aile hayatı, modernleşen, haliyle sekülerleşen Tokyo’nun yeni hızına yetişemez. Anne babasıyla ilgilenecek zamanı olamayan çocuklar, evde geleneksel, kamusal hayatta Amerikan tarzı giyinen memurlar, hafta sonu dahi sevdiklerine ayıracak zaman bulamayan bireyler, değişen ve dönüşen Japonların fotoğrafını çeker. Bugün, aynı kaygılarla Wim Venders, “Perfect Days” filmini çekti. Yine Japonya’da, Tokyoda. Japonya kadar hızlı olmasa da Türkiye de modernleşiyor, haliyle de sekülerleşiyor. Ülkemiz bir ekonomik krizden geçiyor, 4 Şubat depremi de canımızı çok yaktı. Ancak bu iki olay ahlâken çürümüşlüğümüzü de gösterdi. Güven, en büyük problem. Ama cemil Meriç’in de dediği gibi; “Bu ülkede yaşanmaz diyenler, bu ülkeyi yaşanmaz hale getirenlerdir.” Bunu da kabul etmemiz gerekiyor.

Büyük şehirlerde tüketim kültürünün bireylerin sosyal ve ekonomik hayatını nasıl yönlendirdiğini düşünüyorsunuz?

Tüketim kültürü eskiden insanların yaptığı çılgınlıkları içeriyordu. Şimdi ise, insanın kendisi bir tüketim nesnesi haline geldi. Üstelik başkası tarafından da sömürülmüyor. İnsan, kendi kendini sömürüyor, tüketiyor. Elbette bu durum sosyal açıdan bir yenilik. Hepimiz Zuckerberg’in gönüllü köleleriz. Geldiğimiz nokta. Kendini sömüren insan…

Parklar, meydanlar veya kamusal alanlar bireylerin psikolojik durumlarını nasıl etkiler? Bu mekânların eksikliği toplum sağlığı üzerinde ne gibi sonuçlar doğurabilir?

Bu üç kelime içinde tek eski olan meydan. Kentleşirken vazgeçmediğimiz alanların başında meydanlar geliyor. Eskiden meydanlar bayram, tören ve merasimlerin alanıydı. Şimdi ise eylem ve mitinglerin alanı oldu. Özgürlüğünü beton duvarlara ve cam plazalara hediye eden modern insan, parklarda ve meydanlarda suni teneffüs alıyor. Kabul edelim, bunu biz istedik. Modernleşme sekülerleşmeyi zorunlu kılar. Bu üç alan da seküler hayatın nefes alanları. Bunların içinde en önemlisi kamusal alan. Zira modern hayat, geçmişe dair ne varsa hepsini kamusal alanın dışında tutarak dünyamızı değiştiriyor. Buna alışanlar tadını çıkarıyor. Alışamayanlar ise gelenekle modernite arasında sıkışmış halleriyle çözüm aramaya devam edecekler.

Modern şehirlerin çocuklar üzerindeki etkileri nelerdir? Güvenli oyun alanlarının eksikliği geleceğin bireylerini nasıl etkiler?

Güvenli oyun alanları var aslında. Tabi zamanın ruhuna uygun şekilde. AVMler oyun ve eğlence alanlarıyla dolu. Bizim hatamız şu; beton binaların içinde yaşamayı tercih edip köyümüzün doğasını arıyoruz. Biraz tutarlı olmak lazım. “Nostalji, maneviyatını başkasına aktaramamanın acısıdır” der Tarkovski. Bu nostalji, bu çocukluğumuzun sokaklarını şehir hayatının yüksek binaları arasında aramak, oyun alanlarının güvensizliğinden şikayet etmek, buna hakkımız yok.

Yüksek binalar, küçük yaşam alanları ve azalan mahremiyet şehirde yaşayan bireylerin psikolojik durumunu nasıl etkiliyor?

Mahremiyet de, diğer kavramlar gibi kendi çapında değişimini yaşadı. Dolayısıyla mahremiyet derken neyi kastettiğimizi de ortaya koymak lazım. Kişinin aile ve özel bilgilerini koruma hakkı mıdır mahremiyet? Peki, tüm bilgilerini sosyal medya şirketlerine bedava veren, yatak odasında dahi ortam dinlemesine müsaade eden modern birey, hangi mahremiyeti talep edebilir?

Artan hava kirliliği ve yeşil alan eksikliği gibi çevresel sorunlar, bireylerin fiziksel ve ruhsal sağlığını nasıl etkiliyor?

Çimlere basmanın yasak olduğu yeşil alanlardan mı bahsediyoruz? Bunların eksikliğinden mi üzüntü duymalıyız? Bir tarafta dünya dışında yaşanacak yer arayan Elon Musk’ın müşterileri, öte yanda doğalgaza kavuşamadığı için, kirli dumanlar eşliğinde asgari ücretle yaşamaya çalışan asgari ücretliler… Bir tarafta umudu ekmek olan fakirler, diğer tarafta deldikleri atmosferin dışına çıkmaya çabalayan zenginler. “Hey gidi goca dünya. Gam yükü müsün?”

Şehirdeki kalabalık ve karmaşık yapının bireylerdeki güvenlik algısını nasıl değiştirdiğine dair düşünceleriniz nelerdir?

TDK, 2024 yılı için “kalabalık yalnızlık” kelimesini seçti, biliyorsunuz. Bu soruya verilecek en güzel cevap, anket sonucu seçilen bu tanımlama olsa gerek.

Büyük şehirlerde bireylerin kendilerini “ait” hissedememesi durumu üzerine ne düşünüyorsunuz? Bu aidiyetsizlik duygusunun toplumsal dayanışma üzerindeki etkileri nelerdir?

Evet, bu çok önemli bir sorun. Çünkü teknoloji uzmanları geleceğin dünyasında ait olmanın sahip olmaktan daha çok önem kazanacağını söylüyor. Aidiyetsizliğin en büyük nedeni dijitalleşen hayat. Dünyanın öteki ucundaki insanlarla sanal iletişim kurup kendi yanındaki insanlarla bağ kuramayan bireylerin sayısı giderek artıyor. Dijitalleşme, bireylerin dünya ile bağlantısını güçlendirirken, fiziksel çevreleriyle olan bağlarını zayıflatıyor. Bu durum, bireylerin yaşadıkları mekanlara yabancılaşmasına ve kendilerini bulundukları topluluğun bir parçası olarak hissedememesine yol açıyor.


Ekrem Özdemir: Mehmet ve Fatma Özdemir’in oğlu olarak 1977’de İstanbul’da doğan yazar, aslen Trabzonludur. Bir kamu kuruluşunda metin yazarlığı yapmaktadır. “FENA Mevlana’da Özgürlük” isimli bilimsel bir çalışması, “Güzel Ayrılık” isimli bir romanı, 2020 TYB Şehir kitabı ödülü alan ‘Şehir ve Modern’ isimli bir de inceleme-araştırma eseri bulunmaktadır. Mağara Dergisi ve Notlar Dergisi’nde editörlük ve yazarlık yapmış olan yazar, babasının hatıralarını içeren “Haviz-Bir Trabzon Masalı” isimli eserin de editörlüğünü yapmıştır.

Kaynak: https://www.konuyorum.com/2024/12/28/ekrem-ozdemir-ile-modern-sehir-yasami-uzerine-yabancilasma-aidiyet-ve-sehir-kulturu/.html

Bu haber toplam 109 defa okunmuştur
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim