Nitekim bugün de yürüyüş kollarını harekete geçirmek için, “marş!..” veya “ileri marş!..” biçiminde komutlar verilmektedir. Hatta bu tabirin bazı çocuk oyunlarında, “arş ileri-marş ileri” biçiminde tekerlemelere dönüştüğü de bilinmektedir.
Hâl böyle olunca, marş tarzında bestelenmiş müzik parçalarının doğrudan yürüyüş ritmi ile alakalı olması tabiidir. Bu bakımdan grup hâlindeki askerî birliklerde, yürüyüş düzenini sağlamak için bu tür ezgili eserlere ihtiyaç duyulmaktadır denilebilir. Fakat marşların amacı, sırf yürüyüş düzenini sağlamakla sınırlı olamaz. Onlara coşkulu, galeyanlı bir ruhun sindirilmesi, savaş durumlarında da kahramanlık hislerini harekete geçirmesi beklenir. Ancak bunun ötesinde, yani bu tür marşların üstünde ve ötesinde, millî nitelikler arz eden marşlar da bulunur. Bu arada Türkiye’de askerî okulların, Deniz-Kara ve Hava ordularının, süvarilerin, yedek subay sınıflarının, izcilerin ayrı ayrı marşları vardır. İşte bütün bunların üstünde ve ötesinde, millet olarak varlığımızın ve istiklâlimizin ifadesi olmak üzere bir de İstiklâl Marşı’mız vardır. Dolayısıyla İstiklâl Marşı bizim millî marşımız demektir.
Bu manasıyla millî marş alelade bir marş değil, doğrudan bağımsız bir millet ve ülke olmamızın alametifarikalarındandır. Nitekim sırf bugün için değil, tarih boyunca da geçerliliği olan bir semboldür bu. Çünkü değil Osmanlılar ve Selçuklular, daha eski devirlerde de benzeri bir durumla karşılaşılmaktadır. Mesela mehter marşı dediğimiz askerî musiki bunun bir örneğini teşkil eder. Bu müzik uygulaması gelenek olarak tahminlerin ötesinde eskidir. Bilahare mehter, Fatih Sultan Mehmet tarafından yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş, İstanbul’un fethinden sonra da Mehterhane-i Hakani adıyla yepyeni bir kuruma dönüştürülmüştür. Dolayısıyla mehter uygulamasının, doğrudan bir askerî musiki icrası olduğu ortadadır. Tarih içinde, savaş meydanlarında askerleri vecitli bir mücadeleye erdirmek bakımından mehter müziğinin üzerine yoktur. Osmanlı tarihinde vuku bulan mücadeleler, genelde hep Avrupa topraklarında cereyan ettiği için, Rumeli türkülerinin ruhuna sinmiş ve orada adeta donup kalmış mehter ezgileri ile karşılaşmak şaşırtıcı olmamaktadır.
Fakat uygulama böyle sürüp gitmemiş, İkinci Mahmud’un yeniçeriliği kaldırması sırasında, onunla birlikte Mehterhane de kapanmak durumunda kalmıştır. Böylece askerî bir kurum olan yeniçerilik devreden çıkarken musiki de bundan nasibini almış, bundan böyle askerî musiki Batılı usullere göre icra edilmeye başlanmıştır.
Ancak Birinci Dünya Savaşı sırasında duyulan bazı zaruretler dolayısıyla, İttihatçılar (Enver Paşa’nın işareti ile) Mehterhane’yi yeni baştan ihya etmiş, yeni mehter besteleri de ayrıca teşvik edilmiştir. Nitekim şimdiki hâlde icra olunan mehter parçalarının hemen bütününün o döneme ait olduğunu kaydetmek gerekir. Fakat bu tarihi geleneği Ankara hükûmetleri sürdürmek taraftarı olmadı. Ne var ki 1953 yılında İstanbul’un 500’üncü fetih yıl dönümü sırasında Mehter takımına ve müziğine tekrar ihtiyaç duyuldu. O günden bugüne de önemli gün ve gecelerde mehter musikisi hâlen icra oluna gelmektedir.
Dolayısıyla Mehter’in, Osmanlı İmparatorluğu’nun resmî ve askerî musikisi olduğu, bağımsız bir ülke ve millet olmanın da alametifarikalarından biri bulunduğu hatırdan çıkarılamaz. Fakat kurumsallaşmış Mehterhane uygulamasından çok daha eski yüzyıllarda, Tuğ nevbetleri (nevbet vurmak) ve Cenk gülbankleri (gülbank çekmek) icra olunmak adet idi. Yani Türklerde askerî musiki, çoğu Batılı ülkelerle mukayese edilmeyecek derecede eskiliğe sahiptir. Fakat ne olursa olsun, eski yüzyılların nevbet vurmak’ları, gülbank çekmek’leri ve mehter peşrevleri artık çok gerilerde kalmış, özellikle de İkinci Mahmud’un Batı tarzı askerî musikiyi devreye sokmasıyla, klasik/askerî musiki geleneği büsbütün hatırlanmaz bir duruma düşmüştür.
Neticede de İkinci Mahmud’dan itibaren, Batılı esaslara uygun yeni yeni marş besteleri yapılmaya başlanmıştır. İşin enteresan tarafı İkinci Mahmud, klasik musiki geleneğinin önemli temsilcilerinden biridir. İşte bu özelliği dolayısıyla, yenice kurulan Asakir-i Mansûre-i Muhammediye adlı ordu adına yapılan ilk beste Sultan İkinci Mahmud’a aittir (1825). Fakat bilahare, Mehterhane yerine teşkil edilen Mızıka-yı Humayûn’un başına Donizetti Paşa’nın getirilmesi ile, askerî marşlar tamamıyla değişti. Donizetti Paşa önce Sultan Mahmud adına Mahmudiye, o vefat edince de yerine geçen Sultan Mecid adına Mecidiye marşlarını besteledi. Sonra bunlara Rifat Bey’le Dikran Cuhaciyan’ın Hamidiye Marşı; 1897’deki Türk-Yunan Savaşı’nın ardından “muvaffakiyet-i ahire-i galibiyetimize hatıra olmak üzere” Mösyö Lanke tarafından bestelenen Ertuğrul Marşı (süvariler için), Yıldız Marşı (piyadeler için); İtalo Selvelli’nin Sultan Reşat adına bestelediği Reşadiye Marşı ve son olarak da Guatelli Pa- şa’nın Osmaniye Marşı eklendi.
Hâliyle bu sürecin 1918’e, yani İstanbul’un işgaline kadar sürüp gittiği ortadadır. Öbür yandan da Ankara merkezli Millî Mücadele hareketi başlamak üzeredir. Konunun daha iyi anlaşılması bakımından, ilgili süreci olduğu yerde bırakarak, bir başka paralel gelişmeyi takip daha bir lüzumlu olmaktadır. O da şöyledir:
Marseillaise, Namık Kemal ve Âkif
Tanzimat Dönemi’nde öğrenim için Avrupa’ya gönderilen ya da yönetime muhalefet ederek Fransa’ya giden aydınlar (meselâ Namık Kemal), orada yeni bir manzara ile karşılaşırlar. Fransız İhtilalinin sürüp giden tesirleri yanında, askerî yürüyüş kastının büsbütün dışında, toplumun ve ihtilal taraftarlarının coşkularına tercüman olan heyecanlı bir marştır bu: La Marseillaise!.. Başlangıçta ihtilalcilerin ortak sembolü olan bu beste, bilahare rejim değiştirmiş yeni Fransa’nın millî marşı olmak seviyesine yükselmiştir (1792).
İşte bu tecrübeden istifade ile, Osmanlı Sultanları adına yapılmış marş bestelerinin yanı sıra, toplumsal ruhu harekete geçirecek daha yeni, coşkulu eserlere duyulan ihtiyaç zamanla artış kaydetti. Nitekim Ebüzziya Tevfik Fransa’dan dönen Namık Kemal’in, coşkulu anlarında La Marseillaise’i ezbere okuduğunu söylemektedir. Namık Kemal’in aşklı vatan ve hürriyet şiirleri hatırlanacak olursa, ilgili Fransız marşını nasıl bir heyecanla okuduğu az çok tahmin edilebilir. Kaldı ki sadece Namık Kemal değil, dönemin çoğu aydınlarının da La Marseillaise’i tanıdığı, bildiği anlaşılıyor. Nitekim daha aradan fazla bir zaman geçmemişken, dönemin Meşrutiyetçi aydınlarından Subhi Paşazade Aye- tullah Beyin, La Marseillaise’i tam metin olarak tercüme ettiği ve 1870 yılında Terakki gazetesinde yayınladığı görülüyor.
Burada iki şeyi birden hatırda tutmak gerekir: Birincisi, gelecekte Türkiye’nin İstiklâl Marşı’nı yazacak olan Mehmed Âkif, henüz bu sıralarda doğmamıştır bile. İkincisi de İstiklâl Marşı’nı Mehmed Âkif’in yazabileceğini öngören, bu marşı TBMM’de taşkın bir ruhla tekrar tekrar okuyan Hamdullah Suphi’nin, yukarıda adı geçen Subhi Paşazade Ayetullah Beyle aynı aileye mensup olmaları!
Tabii böyle bir marş için, önce vatan ve milliyet hislerini merkeze alan yeni bir edebiyatın doğması gerekirdi. Nitekim Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi, bu yolda kaleme alınmış örneklerden biridir. Ayrıca onun Vatan Yahut Silistre piyadesinde kullandığı aşağıdaki şiiri de ziyadesiyle dikkat çekicidir.
İşte adû karşıda hazır silâh
Arş yiğitler vatan imdadına
Arş ileri, arş bizimdir felâh,
Arş yiğitler vatan imdadına
Yâre nişandır tenine erlerin
Mevt ise son rütbesidir askerîn
Altı da bir üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdâdına.
Namık Kemal’in yukarıdaki şiiri, La Marseillaise’ten esinlenerek yazdığı kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca Ispartalı Hakkı’nın edebiyatımız adına ihtiyaç duyduğu, bu yolda Akif’i teşvikten geri kalmadığı şiirler herhalde bu türden örnekler olmalıdır.
Netice olarak edebiyatımızda Namık Kemal’le başlayan süreç Akif’le devam etmiş, ülkenin millî marşını yazmak da sonunda gene Mehmet Akif’e nasip olmuştur. Burada Namık Kemal ile Âkif arasında kalan dönemi ihmal ettiğimiz sanılmamalıdır. Eğer Tevfik Fikret sağ olsaydı, ondan böyle bir şiir doğmaz mıydı diye sorulabilir. Fakat Tevfik Fikret’in hürriyet ihtiyacı ile yazdığı kuvvetli şiirleri bulunsa bile, onda ve diğer Servet-i Fünuncularda seviyeli, kucaklayıcı bir milliyet ve tarih şuurunun bulunmadığı malumdur. Kaldı ki o şiirler de iç ihtilaflarımız etrafında döner dolaşırlardı. Nitekim Âkif’in de böyle şiirleri yok değildir. Mesela Abdülhamid aleyhtarı, istibdat karşıtı şiirlerinde olduğu gibi... Belki bu noktada Ahmet Haşim’i ve Yahya Kemal’i de hatırlamak gerekir. Haşim’in bu alana dönük herhangi bir ilgisi görülmüyor. Fakat Yahya Kemal öyle değildir. Derin bir tarih ve milliyet şuurunun varlığı onda aşikârdır. Ancak onun da böyle bir hevesine şahit olunmadı. Kaldı ki Yahya Kemal’in şiiri, böyle bir iş için lazım gelen yüksek mistifikasyon kabiliyetinden yoksundur. Dolayısıyla Âkif, millet hayatımız ve edebiyatımız bakımından bu işi yapabilecek yegâne isim olarak kalıyor demektir.
Çeşitli Ülkeler ve Millî Marşları
Yukarıdan beri izahına çalıştığımız şekliyle o gün için ülkemizde iki ayrı marş geleneği söz konusu. Birincisi, İkinci Mahmud’la başlayan ve Donizetti Paşa ile devam eden marş geleneği!.. İkincisi de Namık Kemal’in Fransa örneğinden hareketle peşine düştüğü diğer bir gelenek!..
Buradaki soru şudur: Türk millî marşı, bu çizgilerin hangisini takip ederek doğabilirdi? Bu soruyu hem muhteva hem beste tarzı olarak bir arada düşünmemiz gerekiyor. Fakat bundan önce de diğer ülkelerin millî marşlarına, bu marşlarda öne çıkan temalara bakmakta fayda vardır.
İngiliz millî marşı, edindiğimiz bilgilere göre, bunlar arasında en eskisidir. Bizdeki mehter ve askerî musiki örneklerinde olduğu gibi!.. Fakat İngiliz millî marşının en bariz özelliği, Krala ve krallığa duaya, yakarışa dönüşmesinde toplanır. İngiliz millî marşının bayrağı, İngiliz vatanını, maddi ve manevi değerleri yüceltmek yerine, doğrudan krallığın kutsanmasına ağırlık vermesi oldukça manidardır. Nitekim Batı ülkelerinde, tarihî/toplumsal oluşumlar bakımından sınıflı toplum manzarası arz eden milletlerde, kral kutsamaları egemen bir yaklaşıma dönüşebilmektedir. Bunu unutmamak icap eder. Edindiğimiz bilgilere göre İngiliz millî marşı, on yedinci yüzyılda anonim olarak söylenmeye başlanmış, 1774’ten itibaren de iyice yaygınlaşmış. İşte ondan bazı mısralar:
Uzun ömürler soylu Kralımıza,
Tanrı Kralımızı korusun!..
Muzaffer kılsın onu
Mutlu ve şanlı...
Tanrı Kralımızı korusun!..
Fransız millî marşı ise kuşkusuz bir ihtilal hatırasıdır. İhtilalin hemen ardından 1792’de Rouget de Lisle adlı bir yüzbaşı tarafından yazılıp bestelendiği ifade edilmektedir. Bu marşın gerek sözleri gerekse bestesi bakımından çabucak yaygınlaştığı da biliniyor. Marşın 1795 ve 1879’da yani iki ayrı tarihte, iki ayrı kabulü söz konusu. Bu tarihler, Fransa’nın iç işleri, hükûmet değişiklikleri ile ilgili tarihlerdir.
Fransız millî marşının özelliği iç çatışmaya ve kraliyet (monarşi) karşıtlığına, yani sınıfsal bir çelişki temeline oturmasında toplanır. Hedefinde iç düşmanın (krallık ve aristokrasi) bertaraf edilmesi yatar. İlgili marştan doğan türlü siyasi fikirler ihtilâlin ilkeleri ile birlikte, başta Avrupa olmak üzere, hemen bütün dünya ülkelerinde etkili olmuştur. Fransız millî marşı Marseillaise’in sözleri oldukça uzundur. Dolayısıyla Mehmed Âkif’in yazdığı İstiklâl Mar- şı’nın uzunluğu, onun Fransız millî marşını tanıdığı, bildiği ihtimalini kuvvetlendiriyor. Fransızcası kuvvetli olan Mehmed Âkif’in, bu marştan haberdar olmaması zaten mümkün olamazdı.
Fransız millî marşından bir bölüm şu şekildedir:
İleri kardeşler vatan için ileri,
Şan-şeref günü geldi çattı işte!..
Karşımıza geçmiş, kanlı sancağını
Tiranlık (Kraliyet, Kraliyet yanlıları) çekiyor göndere.
Haydi yurttaşlar sıklaştırın safları, silâhları kapın
Yürüyün ki, şu alçakların kanıyla toprağımız sulansın!..
Marşın güftesi ve bestesi Rouged de Lisle adlı bir yüzbaşıya ait olduğu için, “İleri kardeşler, vatan için ileri!” davetini veya yönlendirmesini yapan askerî bir sınıf olmuş oluyor demektir. Yani merkez gücü askerlerin teşkil ettiği, bir nevi ayaklanma çağrısı!.. İşte askerle halkın birbirine kenetlenerek, mevcut bir iktidarı devirmesi modeli, bundan böyle çeşitli ülkeler tarafından örnek alınacak ve hep tekrar edilegelecektir.
Rus ve Çin millî marşları, Fransız marşının az çok devamı gibidir. Dolayısıyla her iki ülkenin marşları da marksist yönetime geçiş döneminin devrimci romantizmini esas alır. Ne var ki Enternasyonel adı verilen Rus millî marşı, 1943 yılında yani İkinci Dünya Savaşı ortalarında değiştirilmiştir. Bu değişikliğin sebebi, daha evrensel temalardan Rus milliyetçiliğine doğru geçişi sağlamak ve dönemin lideri Stalin’in adını öne çıkarmak biçiminde özetlenebilir. Diğer bir sebep de eski Enternasyonel marşının savaş içinde askerleri yeterince motive edemediği iddiasıdır. Fakat Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra (1990), ilgili marşın tekrar değişikliğe uğradığını söylemek durumundayız.
Bu arada Çin millî marşı 1932’den itibaren kullanılmaya başlamış, fakat kanunla kabulü ise 1949’da gerçekleşmiştir. Çin millî marşının bir bendi şu şekildedir:
Kalkın... Köle olmak istemeyen insanlar
Elimizle kanımızla Çin seddimizi yeniden inşa edelim
Çin halkı en tehlikeli dönemine girdi
Herkes son kükreyişe hazırlanıyor
Kalkın, kalkın, kalkın!..
Dikkat edilirse bu marşta köleleşmek, sömürgeleşmek tehlikesine dönük bir işaret söz konusu. Bunun için başvurulacak tedbir ise, yeni bir Çin seddi- nin inşasıdır. Öyleyse dış tehlikeye karşı marşın, Çin halkını uyarmak amacı taşıdığı ifade edilebilir.
Buna karşılık ABD millî marşının, aynı kökten geldiği hâlde, İngiliz millî marşından büsbütün farklı temalar üzerine oturduğu gerçeğidir. Mesela bu marşta krala veya krallığa vurgu yoktur. Zaten ABD yönetimi daha kurulurken, krallık olarak teşekkül etmemiş idi. Yönetimde soy geleneğini esas almayan ABD idaresinin, kral figürünü yumuşatarak, seçimle gelen başkanlık sistemine dönüştürdüğü bilinmektedir. Bundan dolayıdır ki ABD millî marşının bayrak sevgisi, hürriyet vurgusu ve düşmanla mücadele esası üzerine oturtulduğu söylenebilir. Marşın yazılış tarihi 1814, kanunla kabulü ise 1931’dir.
Federal Almanya millî marşının ilk kabulü 1922, tekrar kabulü ise 1950 tarihidir. Dikkat edilirse her iki tarih, iki büyük dünya savaşının bitimi ile yakından ilgilidir. Marşın sözleri Hoffmann adlı bir şaire aittir (1841). Bestesi de aynı yıl (1841) Haydn tarafından yapılmıştır:
Birlik, hak ve özgürlük/Alman vatanı için
Kardeşçe yürekler el ele/Bu uğurda çaba gösterelim
Birlik, hak ve özgürlük/Mutluluğun simgesi
Bu mutluluk içinde parla/Parla Alman vatanı.
Yukarıdaki bentte marşın öne çıkardığı vurgu, Alman vatanı ve birlik çağrısıdır.
Yine bu arada Finlandiya millî marşının 1846’da yazılıp, 1848’de bestelendiğini; Hindistan millî marşının sözlerini Rabindranath Tagore’un yazdığını, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1950’de kabul edildiğini (bağımsızlık sonrası); Pakistan millî marşının ise Ebul Asar Hafız adlı bir şair tarafından kaleme alınıp, 1953 yılında resmen kabul edildiğini kaydedelim.
İşte yukarıdaki marşlara bakıldığında, karşımıza üç türlü marş çıktığı görülür. Bunlardan birincisi, kralı ve krallık rejimini takdis esası üzerine kurulu İngiliz millî marşı!.. İkincisi de krallık rejimi ile birlikte aristokratik sınıfların tasfiyesi temelinde gelişen Fransız millî marşı!.. Rusların 1917 Devrimi sonrasında kabul ettikleri ilk marş bu kategoride değerlendirilebilir. Üçüncüsü de ya bir işgalden kurtuluşu ya da dış düşmanın bertaraf edilmesi fikrinden kuvvet alan diğer millî marşlar!..
Diğer Ülke Millî Marşları Karşısında İstiklâl Marşı
Mehmed Âkif tarafından kaleme alınan İstiklâl Marşı’nın, diğer ülke marşları karşısındaki yeri her bakımdan önemlidir. Burada belki ilk elde sorulabi- lecek husus, Âkif’in izlediği yolun, İngiliz ve Fransız millî marş geleneğinden hangisine yakın düştüğüdür. Açıktır ki Âkif hem şahsi fikirleri hem de marş kaleme aldığı Millî Mücadele ve Ankara şartları dolayısıyla, İngiliz millî marşı gibi bir marş kaleme alamazdı. Çünkü ülkenin hiç olmazsa bir yarısı, hâlen devam eden saltanat idaresinin büsbütün dışında idi. Ayrıca İstanbul işgal altında bulunduğu ve Millî Mücadele’nin de doğrudan halk, millet, eşraf ve askerler tarafından yürütüldüğünü görerek, marşını böyle bir realite üzerine oturtmak mecburiyetinde idi. Nitekim Âkif’in marşı okunduğunda ve incelendiğinde, onun binlerce yıllık Türk-İslam saltanat veya hakanlık geleneğine herhangi bir vurgu yapmadığı görülecektir. Ayrıca herhangi bir aristokratik sınıfa vurgu ve kutsama da yoktur onun eserinde.
Bu arada Âkif marşını “Kahraman Ordumuza” ithaf etmiş olsa bile, onun kendini askerî sınıflar adına konuşan biri olarak telâkki etmediği de bellidir. Yani o, Fransız millî marşını yazan ve besteleyen Rouget de Lisle gibi, askerî sınıfa mensup biri değildir. Dikkat edilirse Rouget de Lisle, devrim ruhunun merkez gücü olarak askerî kadroları esas alıyor, toplumsal güçleri de bu merkez güç etrafında bir tür ortak cepheye davet ediyordu. Hâliyle buradan çıkarmamız gereken sonuç, Âkif’in kendini herhangi bir güce ve sınıfa mensup hissetmediği gerçeğidir.
Nitekim böyle bir mukayeseyi, ilk Rus millî marşı Enternasyonel ile de yapmak mümkündür. Orada da devrimin merkez gücü olarak, yine bir sınıfın esas alındığı görülür. Yani Rus millî marşı, aynen Fransız millî marşında olduğu gibi gücünü ihtilalden, iç savaştan, yani sınıflar arası çatışmadan alırken, Âkif’in kaleme aldığı Türk millî marşının böyle bir yanının bulunmadığını hatırda tutmak gerekir.
Bu hususu şu bakımdan da önemsemek gerekiyor. Fransız ve Rus millî marşları gibi örnekler, temelde bir rejim, yönetim değişikliğini esas almaktadırlar. Bu marşların ruhuna her ne kadar dış düşman faktörü yedirilmeye çalışılsa bile, onların özünde iç düşmana karşı verilen bir mücadelenin ağır bastığı gözden kaçırılmamalıdır.
İşte İstiklâl Marşı’nın en belirgin özelliklerinden biri ne bir sınıfı esas alması ne de farklı sınıfların çatışması temeline oturmamasıdır. Dolayısıyla marşın yazıldığı şartlar değiştiği ve ülke de bağımsızlığına kavuştuğu takdirde, buradan herhangi bir sınıfın iktidarının oluşacağı düşüncesinin murad edilmediği açıktır. Yani Âkif’in kaleme aldığı marşın metninde ne böyle bir temaya ne de böyle bir temenniye işaret bulunmuyor. Hatta bu noktada Âkif gerek İstanbul’da gerekse Anadolu’da, Millî Mücadele’ye muhalif unsurlara bile vurgu yapmamakta; farklı farklı idrak seviyelerini temsil eden toplumun bütününe hitap etmekte, onları bir bütün olarak kavramaya çalışmaktadır. Halbuki onun aynı yıllarda, çeşitli Anadolu illerinde vuku bulan isyanları bastırmak yolunda nasıl çırpındığını bildiğimiz hâlde!.. İşte buna rağmen de Âkif, milletin toplu varlığına hitaptan geri durmamaktadır.
Dahası bu marşta, marşın kaleme alındığı Millî Mücadele şartlarının genel olarak ruhu mevcut olmakla beraber, onun reel şartlarına dair herhangi bir vurguya da tesadüf edilmez. Yani verilen veya verilecek olan Millî Mücade- le’nin ruhu var, fakat mevcut reel şartları biz soyutlanmış bir biçimde algılıyoruz. Burada söylemek istediğimiz şudur: Âkif yazdığı metni, eserin doğduğu şartların aktüalitesine büsbütün hapsetmek istememekte, mevcut reel şartları aşan bir genişlik tesiri üretmeyi arzulamaktadır. Yani ona göre bu marş, sırf Millî Mücadele yıllarının realitesine kilitlenip kalmamalı, müebbet bir istikbale yönelik olarak bütün zamanları ihata edilebilmelidir.
İstiklâl Marşı’nın Üzerine Oturtulduğu Temel Semboller
Nitekim bu görüşümüzü destekleyen göstergeler eksik değildir İstiklâl Marşı’nda... Mesela orada üzerine vurgu yapılan millet, arkadaş, düşman, vatan, hilal, yıldız ve şairin kendisi olarak algıladığımız ben kavramı bile, hemen hepsi reel şartları aşan soyutlanmış varlıklar, semboller olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani şiir bu hâliyle Âkif’in çoğu şiirlerinden ayrılmakta, en sıcak bir mücadele ortamı da alabildiğine soyutlaştırılarak anlatılmaya çalışılmaktadır.
İşte mesela orada geçtiği şekliyle millet fakirliği veya zenginliği, çaresizliği ile yansıtılmıyor. Bunun aksine orada varlığı ezelle başlatılan, ebediyete kadar da var olacağı kabul edilen, soyutlanmış bir millet varlığı söz konusu!.. Ve bu varlık, bir takım içtimai şuur altı sembolleriyle ifade edilmeye de ayrıca özen gösteriliyor. Ocak gibi, hilal ve yıldız gibi!.. Hatta vatan da aynı şekilde. Bu şiirde vatanı biz, herhangi bir coğrafi gerçeklik olarak algılamıyoruz. Nitekim o vatanın toprağı sıkılsa, ondan şüheda kanlar fışkıracaktır ki, orası üstünde ezanların ebediyete kadar okunduğu, adeta mübarek kılınmış bir O Belde diyarıdır. Yani şiirdeki vatan, şair nezdinde bir nevi Tur Dağı gibi, Hicaz diyarı gibi veya eski Türklerin Ergenekon’u gibi mukaddes, alabildiğine mücerretleştirilmiş bir ülkedir ve dikkat edilirse ona bir sınır da tayin edilmemektedir.
Yine bu arada şiirde yer yer geçen ve “ben” diliyle konuşan kişi de şairin somut varlığının daha ötesinde, mücerretleştirilmiş daha farklı bir “ben”dir. Yani şiiri okuyan her kişi bu “ben”in yerine kendini ikame edebilir. Bazen de bu “ben” tek başına, bütün millet varlığının tek kişi üzerinden ifadesi olup çıkmaktadır. Dolayısıyla şiirdeki “ben”, ezelden ebede millet varlığının, tek kişiye dönüştürülmüş sembolünden başka bir şey değildir. Tarihin uğultulu karanlıkları arasından bazen feryad eden, çoğu zaman isyan eden korkunç, önü alınmaz, evrensel bir irade gücüdür o “ben”!.. Karşısındaki hiçbir güce boyun eğmeyen ve eğmeyeceği de anlaşılan bu “ben”, kuşku yoktur ki içtimai şuur altının derin tezahüründen başka bir şey olamaz.
Yine bu ben, her ne kadar o günkü ulusal varlığımızın ifadesi biçiminde algılansa bile, onun derin bir tarih ve medeniyetin şuuru ile konuştuğundan da kuşku bulunmamaktadır. Dolayısıyla hem bu sembolleştirilmiş “ben”, hem de İstiklâl Marşı’nın anlam olarak bütünü; kendini lokal bir ülkenin sınırları içine hapsetmemekte, yani kendisine ulusal sınırlar çizmemekte ve bir nevi Ziya Gökalp’in Turan’ı gibi, sınırsız ve müebbet bir ülke ve millet gerçeğinden hareket etmektedir. Yani mevcut İstiklâl Marşı bu hâliyle, eski-tarihî imparatorluk zamanlarımızdaki evrensel genişlikleri ihata edebilecek şekilde, öylesine ürpertili bir heybet ve şümul ile karşımıza çıkmaktadır.
Hâliyle destani/epik bir karakter arz eden İstiklâl Marşı’na, soyutlama teknikleri de dikkate alınarak rahatlıkla klasik bir eserdir denilebilir. İşte onun asıl bu hüviyeti, yani yazıldığı şartları aşarak, hemen bütün zamanları ihata edebilen tarafıdır önemli olan!.. Dolayısıyla onu, sırf doğduğu şartlara mahkûm kılmayı amaçlayan tefsir ve yorumlara fazlaca bel bağlamaya gerek bulunmamaktadır.
Burada bir hususa daha işaret etmek lüzumu hasıl oluyor. O da İstiklâl Marşı’mızdaki hürriyet ve istiklâl/bağımsızlık vurgularıdır. Bu arada Âkif’in, tarihsel derinliğimizi ve Birinci Dünya Savaşı’nın katı realitesini de hatırdan çıkarmayarak, bütün dünyayı ikili bir yapı ve cephe olarak algıladığı gerçeğidir. Bu hâliyle de bütün yeryüzü, iki farklı medeniyetin karşılaşmasından, çatışmasından ibarettir. Dolayısıyla Âkif’e göre Millî Mücadele, geçen yüzyılda maruz kaldığımız evrensel çatışmanın yeni bir tezahüründen başka bir şey değildir. İşte Millî Mücadele’yi böyle algılayan Âkif, ona iştirakte de hiçbir tereddüt yaşamamıştır.
Dolayısıyla tarihî imparatorluğumuz Osmanlı’nın son finalini yazmak Âkif’e nasip olduğu gibi Çanakkale Şehitleri; sanki bir ba’su badel mevt gibi, yeni dönemin ruhunu kurmak ve ifade etmek de yine ona nasip olmuştur (İstiklâl Marşı). Fakat onun kaleme aldığı metnin, ne kadar ulusal ihtiyaçlardan yola çıkarsa çıksın, bunun daha ötesinde evrensel bir medeniyet havzasının sözcülüğü çapında bir genişliği haiz olduğu daima hatırda tutulmak gerekir.
İşte ihtiva ettiği bu ruhla birlikte İstiklâl Marşı, büyük milletimizin gel- miş-geçmiş bütün zamanlarını, ebediyete kadar da devam edecek olan diğer bütün zamanlarını kuşatacak genişlikte, bir istiklâl ve bağımsızlık beyannamesi ve sembolüdür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.