Bu tekabüliyet bize aynı zamanda ilmin merkezî değeri olan doğru ile eyleme sahasının merkezî değeri olan iyinin bir araya gelerek güzel olana varabileceğini de hatırlatabilir. Zira güzelin, sadece iyinin veya sadece doğrunun olduğu yerde değil hem doğrunun hem de iyinin olduğu yerde tezahür etmesi daha anlaşılır durur. Bu açıdan bakıldığında Mehmed Âkif’in hikemî sanatı, ilmi ve irfanı dışlamadığını, dahası birbirinin mütemmimleri olarak güzel olana temas ettiğini ihsas ettirir. Çalışmamızda da bu eksende Âkif’in inşa ettiği çağrısını teşrih etmeye çalışacağız. Bu çerçevede, iman-ilim-amel-varoluş ekseninin kendisini bize Âkif’te nasıl sunduğunu da anlamaya gayret etmiş olacağız. Çalışmamızda ilkin Âkif’in ilme yaklaşımı ve bakışını ele alıp daha sonra amele götürmeyen ilmin felakete sebebiyet vereceğine ilişkin düşünceyle Âkif’in irfan ekseninde amelî sahadaki derdini anlamaya çalışacağız. Sonunda ise, ilim ve irfanın birlikte, kişinin bizzat kendisini hikmet merkezli bir şahsiyet varlığına taşıyacağını, Âkif’in eserleri ve yaşamından hareketle anlamış olacağız. Akabinde ise Âkif’in iman-ilim-amel bütünlüğünü izhar eden çağrısının Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’ta nasıl karşılık bulabildiğine kısaca işaret etmeye çalışacağız.
Yukarıda zikrettiğimiz izleği Âkif’in yaşamından çıkarmak mümkün görünür. Onun bizzat şahsında hikmetin büyük temsilcisi olma hâlinin, zatında annesi ve babasının temsil ettiği arka planı taşımasından da ileri geldiği söylenebilir. Âkif’in babası Rumelili, annesi ise Buharalıdır. Buradan hareketle bir husus dile getirilebilir. Metaforik olarak, Âkif’in babasının Batı yakasını ve ilmî yönünü; annesinin Doğu yakasını ve irfanî yönünü temsil ettiği ifade edilebilir (Karakoç, 2018:10-11). Kendisi ise İstanbul olmak üzere, merkezî coğrafyaya işaret ederken, hikmet ekseninde ilim ve irfanı zatında mezcetmiş olur. Kendisi de ilmî yönünü babasından aldığını Hakkın Seslerinde ifade eder. Aynı dizgeyi biz Âkif’in etkilendiği çevrelerde de görebiliriz. O zamanlarda Mısır, ilmî ekolleriyle, Hint alt kıtası ise irfanî ekolleriyle ön plana çıkmaktadır. Ancak ilim olmadan irfanın, irfan olmadan ilmin eksik kalacağını ifade etmek suretiyle sürecin hikmet yurdu olan İstanbul üzerinden tamama erebileceğini dile getirmek de mümkündür. O hâlde Mısır tasavvuru, bedeni ve kurumları yenilemeye; Hint alt kıtası tasavvuru ise insan telakkisini yenilemek ve dolayısıyla nefsi yeniden inşa etmeye tekabül eder. Merkezî coğrafya İstanbul’dan Âkif ise topyekûn kurumları ve insan ruhunu yeniden inşa etme çabasına başlar görünür.
Âkif, sadrında oluşturduğu manayı satırda lafza inkılap ettirerek gönülleri, vatan, millet, bayrak ve iman mayasıyla mayalamayı başarmıştır. Özün, iman-ilim-amelle teşekkülü ve bir şahsiyet varlığı olarak fışkırmasını biz tam manasıyla Âkif’te görürüz. Âkif dahası bize ilmî imanla, irfanı azimle ve hikmeti ışkla yoğurmayı öğretir. Yine hislendirme, düşündürme ve harekete geçirme, bu üçünü bir zeminde bir araya getirmenin imkânını da ondan öğrenebiliyoruz. Nihayetinde Âkif, bir şahsiyet hikâyesini yazıyor ve emanet ediyor. O hikâyede sanatıyla arşa yükselen, her demde Allah’ı arayan bir şahsiyetin kıyama duruşu kendisini en kâmil şekilde tebellür ettiriyor. Kemalâtın, ferdî olanı içtimai olana, içtimai olanı ise ilahi olana ulamadan mümkün olmadığı anlaşılırsa, Âkif’in ferdî ve cüz’î olandan ilahi ve külli olana doğru yazdığı, dahası yaşadığı hikâye çok daha iyi anlaşılabilir. Onun bizzat yaşamı sanattır, sanat ise aşmayı ister. Sonsuzluk ilahi olanda temsil edilir, ilahi olanın bulaş-
madığı sanat fanileşir, fani olana ise fena bulaşmış demektir. Âkif, zikredildiği üzere ilim ve irfanı hikmette şuur dili olan şiiriyetle buluşturmuş, hikemî nef- haları bedenin ve ruhun neşidelerini birlikte terennüm eder hâle getirmiştir.
Mehmed Âkif’in yaşamı yazdığı, yazdığı ise yaşamıyla beslenir. Bu açıdan şahsiyeti, eseri, eseri ise şahsiyetidir. Karşımızda, hem bir şahsiyet abidesi (Okay, 2019:216) hem de içerdiği terennümlerde içtimai dertleri, çileleri, gönülden hissedip onlara karşı tedavi usullerini sanatkârane şekilde ifade edildiğini görebileceğimiz, insana, mekâna ve zamana dair her dem taze kalacak fikirlerle işlenmiş birbirine açılan yedi kapıdan müteşekkil Safahat adıyla devasa bir eser durmaktadır. Safahat’ta özellikle çok canlı tasvirlerle mekâna ilişkin şuuru uyandırmanın yanında istibdat, cehalet ve tembellik gibi eleştirilen reziletler, hassaten mezarlık, meyhane ve kahvehane tasvirleri merkezinde zemmedilir. Süleymaniye Kürsüsünde halktan, tarihten ve kökünden her dem daha da kopan aydın grubuna ve cehalete meftun hurafelere gömülen halka ciddi uyarılarda bulunulur. Hakkın Sesleri ve Fatih Kürsüsünde eserleri Balkan Harbi’nin yakıcı ve trajik yükü bol olan havasına denk düşmüştür. Eserlerde Balkan Harbi’ne ilişkin keder dolu birçok manzara hem tasavvura hem de tahayyüllere sunulur. Yönetimsizlik, ordu içinde birbirini dışlayan ve merhem olamayan tefrika hareketleri, yanlış tevekkül inancı, ırkçılık ve tembellik belaları tel’in edilerek neden olduğu tahribatlar göz önüne serilir. Burada ilmin ve çalışmanın farziyetinin unutulup, hüsranın ve mağlubiyetlerin pençesine düşmemizin nelere sebebiyet verdiği, çok canlı ve vurucu mısralar maharetiyle anlatılır. Hatıralar adlı eserde geriliğin ve reziletlerin sebepleri ilmî olarak soruşturulur, arka planda yatan sebepler irdelenir. Doğu, bir coğrafya olmakla beraber bir zihniyet olarak da tahlile tabi tutulur. Doğu ve Batı mukayesesini sıkça gördüğümüz mısralar, beden ve ruh, madde ve mana, fert ve cemiyet, dünya ve ahiret dengesini güçlü şekilde kurmayı, fitne ve nifak tohumlarına karşı teyakkuzu elden bırakmamayı salık verir. Kuşkusuz bu eserin yazılmasında Mehmed Âkif’in Berlin hatırlarının da yeri büyüktür. Her şeyin başının eğitim ve gençlik olduğunu anlayan Şair, Âsım’da bu hususu ilmek ilmek, iki âlim ve şahsiyeti güçlü bir genç kahramanıyla işler. Bu eserde İslam ahlakının bir şahsiyette nasıl bir çağlayan kıvamında akarak ideal oluşturduğunu, aydın ve genç kahramanların nezdinde anlatıldığına şahit oluruz. Yine bu eserde, sertliğin şefkatle, maddenin manayla, uçların itidalle, gücün nizamla, dünyanın ahiretle nasıl telif edebileceğine ilişkin güçlü imalarla karşılaşırız. Bu eser iman-ilim-amel çizgisinin bir şahsiyet abidesini nasıl meydana getirebileceğini anlatan, Süleyman Nazif’in ifadesiyle şiir mucizesidir. Safahat’ın son eseri olan Gölgeler ise Âkif’in sanatında Sanatkâr’ı aradığı, kendi benini yeniden inşa ettiği, bir bakıma kemâlâtını zirveye doğru taşıdığı eseridir. Buradaki kemâlât- tan hem şahsiyet hem de sanat olarak varılan zirveyi anlamak gerekir. Bu esere Âkif bir de “sükût” adlı uzun bir şiirini sığdırmıştır. Bu şiir satırlarda yazmaz ancak sadırlarda okunur, o şiiri Nurettin Topçu, İsyan Ahlâk’ı adıyla okuyacaktır. Âsım’ın kanıysa Sezai Karakoç’un Taha’sının damarlarında akacak ve dirilişi muştulayacaktır (Okay, 2008:442-444).
Hiç kuşku yok ki, Âkif gibi Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç da solmakta ve kaybolmakta olan devasa medeniyetin kederini derunlarında hissetmişler ve bu kayboluş karşısında büyük bir direniş göstermişlerdir. Bu acı ve ortaklık onları Âkif’in mirasının ilmi ve ameli çerçevede varisleri kılmaktadır. Etüdümüzde Mehmed Âkif’in izi Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’un bazı eserlerinde sürülmeye çalışılacaktır. Bu çerçevede Âkif’in ferdi şahsiyetin iç inşasının (insistenz) bir Âsım olarak karşımıza çıkan Topçu’nun hayat ilişkisine ilişkin ayrıntılarda, içtimai şahsiyetin tezahürünün (existenz) ise Sezai Karakoç’un diriliş düşüncesine özel bir atıfta bulunan Taha düşüncesinde açığa çıktığı ileri sürülecektir. Yani Âkif’in beklediği Âsım’ın teorik ve pratik veçheleriyle Topçu ve Karakoç’ta izhar olunduğu çalışmada vurgulanacaktır.
Mehmed Âkif ve İlim
Ayak sesleri sonsuzlukta ilahi bir terennüm oluşturan eserler büyük eserdir. Âkif’in şiirleri, şuuru ilahi olana taşımak suretiyle orada sonsuzluk ne- şidelerini terennüm edebildiği için büyüktür. Dahası bu şiirler insana vecd verip, insanların duygularını harekete geçirdiği için de güçlü bir sanata işaret eder. Sanatını davasına adaması Âkif’in sanatının değerini zayıflatmaz bilakis onun sanatının, sanat değeri yanında bir ufka bakan boyutu da taşıdığı için aslında pratik değerini de ziyadeleştirdiği ifade olunabilir. Büyük şiirlerin yer aldığı Safahat adlı eseri, farklı safhaların bir araya geldiği bir bütün olarak da anlamak mümkün görünür. Tespit, teşhis, tetkik ve tedavi safhalarını muhtevi kılan Safahat, bir zaman dizgesi anlamında bir bütünü sunar bize. Ancak bununla birlikte Safahat’ta tabiî, ferdî, içtimai ve ilahi bir takip nizamının da inşa edildiğini söylemek kabildir. Yine aynı dizgeyi ilim-irfan-hikmet ekseninde anlamak da mümkün görünür. Safahat’ın bütünlüğünden hareket ederek, onda imanın, ilmî olanla, ilmî olanın irfanî olanla, nihayetinde topyekûn tüm safhaların hikemî olanla taçlandığını ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede ilmî safha, olanı olduğu gibi gördüğü, olguya hâkim olmaya çalıştığı safhaya tekabül ederken, irfanî safha, algıya hâkim olduğu, toplumun algısını değiştirmeye ve yönetmeye niyet ettiği safhadır. Nihayetinde hikemî safha, kalbine ve kendine hâkim olmaya çalıştığı, dünyadan geçip ama vazgeçmeden ahiret yurduna duyduğu özlemi işlediği iman-ilim-amel bütünlüğünü birlikte terennüm edebildiği bir varoluş düzlemine işaret eder.
Âkif, her şeyden önce medreseli olmanın yanında pozitif bir ilmin mütehassısıdır. Bu veçhile o, ilmî usulü bilmekle birlikte, ilmin fert ve toplum için ne demek olduğunu çok iyi kavramıştır. Pozitivizmin yükselişe geçtiği, politikaları ve inançları derinden etkilediği bir evrede ilmî anlamda pozitif bir tavrı benimsese de Âkif, pozitivist olmamıştır. Pozitivizmin gönlündeki iman korunu söndürmesi bir yana ilimle o, közü daha da korlandırmayı başarmıştır. Mesela bu yaklaşımın bir izi olarak kâinat nizamına çokça vurguda bulunulur. Kâinatta küçücük bir parçanın vazifesini yapmamasının tüm âlemin işleyişini inkıtaa uğratması gibi bir âlem modeli olan toplumda da küçük birimlerin kendilerinden beklenen vazifeleri yapmamalarının toplum nizamını yıkılışa ve çöküşe sevk edeceği açıkça vurgulanır (Düzdağ, 2020:58). O hâlde Âkif’in ‘adetullah’ ve ‘sünnetullah’a dair denge ve kıvamın ilmî usullerle idrak edilebileceği ve bu minvalde gerçeği daha iyi anlayabileceğimize ilişkin imaları önem taşır. Burada ayrıca Âkif’in âlem tasavvuruna ilişkin ilmî yaklaşımın derin bir analojiye imkân tanıdığını da görebiliriz.
Millette, dinde, ahlakta, hukukta, siyasette, ekonomide hülasa tüm sosyal hareketler sahasında cevval olmanın dayandığı kurucu temellerin ilimle muhafaza edilmesi gerektiğine inanır Âkif (Topçu, 2018:48). Yine ilim, tarihi ve inancı yok sayıp köksüzleşmeyi talep eden bir inkılapçılıkla, cansız şekle bağlanıp ruhu ıskalayan, bununla hurafelere gömülen kör muhafazakârlık anlayışını sadra şifa olucu şekilde deşifre edebilir. İlim, her ikisinin ölümcüllükte el ele verdiğini, kurtuluşun mukallitlikte değil, kurucu özümüzü muhafaza etmekte olduğunu, kurucu ve koruyucu ilkelerden koruyucu olanı araç; kurucu olanı ise amaç olarak görmek gerektiğini gösterir. Nihayetinde ilim, asıl olanın hakikat, adalet ve hikmetle el ele verip yürüyebilecek bir nizam olduğunu hatırlatır.
Âkif’in anlayışında ne sanat, sanat içindir, ne de ilim, ilim içindir. İlim ve sanat, insan fıtratını muhafaza etmek, doğruya, iyiye ve güzele birlikte varabilmek için önemli araçtır. Sezai Karakoç’tan ilham alarak ifade edilebilir, Âkif, realist ve yer yer natüralisttir ama o bunları araç ve yükselmek istediği hedefe varmak için merhaleler olarak telakki eder. Hedef, idealde gördüğü ve bizi sonsuzlukla tanıştıracağı ilahi sahadır (Karakoç, 2018:39). İlmî cephesinin ferde, topluma ve ilahi olana bakan veçheleri söz konusudur, dahası bunlar Âkif’te el eledir. İlmî müktesebatının da etkisiyle Âkif, olgulara çok hâkimdir ve bu hâkimiyet onun, ferde, topluma, tarihe ve mekâna ait ayrıntıları etkileyici ve canlı bir manzara bütününde tasvir etmesine vesile olur. Bu bakımdan şiirlerinde ciddi bir sosyolojik gözlem gücüne istinaden çizilmiş manzaralar görürüz. Buralarda Âkif’in ustalıkla içtimai dertleri hassasiyetle teşrih ettiğini, tespit ve teşhisten, tedavi çıkarabildiğini görebiliriz. Bununla birlikte kıssaları ve tarihî olayları ilmî titizlikten sapmadan vuruculukla ve ustalıkla nazmına konu edindiğini, mimari yapıları ayrıntılarıyla ustalıkla şiirleştirdiğini fark edebiliriz. Eşref Edip, Fatih Camii, Süleymaniye Kürsüsü ve Fatih Kürsüsünü hassaten belirterek, Âkif’in eserlerinde ilmin ve fennin en mudil ve en ince bahislerini şiir ve sanatta mahirane işlediğini vurgulamıştır (Çantay, 2020:88).
Âkif, ilmi hem kullanarak konuşturur hem de insanları ilme davet eder. Zira onda ilimden mahrum kalındığı zaman fert cesedi, toplum felaketi hatırlatır. Bu açıdan Safahat’ta çok kıymetli mısralara rastlarız. Köse İmam şiirinin sonlarında şunlar söylenir:
Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asr-ı ulûm!
Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.
Sâde hürriyyeti i’lân ile bir şey çıkmaz;
Fikr-i hürriyyeti hazm ettiriniz halka biraz.
Bu şiirin manasını ilme ve ilmin yol göstericiliğinde irfana hürmet kabilinden Süleymaniye Kürsüsünde devam ettirir:
Niye ilmin adı yok koskoca millette bugün?
Çünkü, efkâr-ı umûmiyye aleyhinde bütün;
Çünkü yerleşmek için gezdiği yerlerde, fünûn,
Önce gâyetle büyük hürmet arar, sonra sükûn,
Asr-ı hâzırda geçen fenlere sâhip denecek,
Bir adam var mı yetişmiş içinizden, bir tek?
Mütefennin tanınan üç kişinin kıymeti de,
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklîde.
Kim mesaîsini bir gâyeye vardırdı, hani?
Gösterin pâye-i tahkîke teâlî edeni?
Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık;
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.
Âsım’da ise çizdiği ufku Doğu-Batı ekseninde devam ettirir;
Sâde Garb’ın, yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin.
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.
Âkif, bir toplumun ilimden uzaklaşmasını onu yok oluşa yaklaştıracağını çok etkileyici şekilde dile getirir. İlimden ve sa’ydan uzaklaşmak halkı cehalete, rehavete ve ye’se sürükler. Her faziletin karşısında ifrata ve tefrite bürünmüş olan rezilet, her reziletin karşısında ferdî ve içtimai dertlere şifa sunabilecek fazilet bulunur. Cehalet, atalet, rehavet ve ye’s toplumu mahveden manevi hastalıklardır ve onların tedavisi topyekûn ilim, irfan, hikmet ve sa’ye sarılabil- mektir. Halk faziletler dururken, halk reziletlerle tavsif olunursa orada çürüme ve yok olma tehlikesi kendisini var eder. Reziletler noktainazardan halkın dört tabakaya ayrıldığına vurgu yapılır. Hiçbir şeye aldırmayan avam, her şeyden ümidini kesmiş bedbinler, Batının rezaleti peşinden koşan züppeler ve haz ile eğlence meftunu sefihler toplumu çürütür. Bu çürümenin panzehrinin ise kökünden kopmamış, asrın idrakini çözmüş güçlü bir âlim ve aydın kadrosu olduğu vurgulanır. Âsım’da durum şöyle terennüm edilir:
İbn-i Sinâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim?
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim?
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından,
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran.
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ,
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfi? Aslâ.
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Mehmed Âkif ve İrfan
Mehmed Âkif, içtimaiyatımızın ahlakiyatımızdan, ahlakiyatımızın ise di- niyatımızdan neşet ettiğini ifade ederek, din-ahlak-ilim-amel arasında tevhidî bir irtibat kurar. İlmin imansız, imanın amelsiz olanını kerih gören Âkif, biri nazari diğeri amelî iki yüce kudretin şifasını umar; bunlar marifet ve fazilettir. Marifet ve faziletin milletin ikbali için de elzem olduğunu ifade eder. Marifetin topluma saadet verecek bütün sebepleri içinde taşıdığını, ancak onun ikinciyle tamama ermesinin şart olduğunu vurgular. Marifetin ışığında belirecek faziletle birlikte, söz konusu duran sebeplerin memleketin ve milletin yüksek menfaatine tahsis edilebileceğine değinir. Marifetsiz faziletin millet için avare bir çaresizliğe ve kudretsizliğe işaret ettiği gibi, faziletsiz marifetin ise memleketi hudutsuz felaketlere yuvarladığını görmek gerektiğinden bahseder (Çan- tay, 2020:297-298). O hâlde olması gereken, ilmin (marifet) onun pratik yönü olan irfanla (fazilet) buluşması ve bir olmasıdır. İlim, neyin iyi, doğru ve güzel olacağını idrak edebilmek, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmek kudreti dolayısıyla marifete işaret ederken, irfan, faziletleri bilip onlarla mücehhez olmayı, reziletleri kavrayıp onlardan uzak durabilme becerisiyle birlikte ruhî kemali kazandırır insana.
Hayatı büyük zorluklar ve ayrılıklarla örülen Âkif, yaşamıyla büyük bir irfan abidesidir. Fedakârlık ve feragat, îsar erdemiyle birleşerek irfanın ve ahlakın zirve noktasını oluşturur. Âkif’in itibarlı ve dolgun maaşlı işini ardında bırakarak büyük meşakkatlerin onu karşılayacağı Millî Mücade’leye oğlu Emin’i yanına alarak atılması büyük bir diğerkâmlık örneğidir. Bu hususiyet, onun bilen ve söyleyen olması yanında aynı zamanda söylediğini eyleyen ve eylediğini söyleyen yüce bir şahsiyet olduğunu ortaya koyar. Safahat adlı eseri, bu açıdan bakıldığında onun yaşam hikâyesinin safhalarının da izleneceği bir eser olarak görülebilir. Bu bakımdan kalpten kaleme, kalemden kâğıda, kâğıtlardan idrak ve vicdanlara nakşolunan derin ve hisli manalar manzumesidir Safahat.
Âkif’in Safahat’ı insanı hayata dair sayısız örnekliklerden haberdar eder. Onun sunduğu örneklikler nasıl olunması gerektiğine işaret ettiği gibi, nasıl olunmaması gerektiğini de resmeder. Kavrayış ve biliş özellikle pratik sahaya ilişkinse, dahası irade, kavranan ve bilinenin yani idrakin tezahürüyle tamamlanınca güçlü bir mana meydana gelir. Bu açıdan bakıldığında faziletlerin ve reziletlerin neliğini ortaya koymak, fert ve toplum için fayda ve zararlarını saymak, dahası ferdin ve toplumun yeniden ihyası için pratik reçeteler sunmak oldukça değerli görünür. Hele bunları yaşamını büyük bir ahlak ve şahsiyet abidesi olarak devam ettiren ve nihayete erdiren Âkif terennüm etmişse...
Âkif her şeyden önce faziletlerin dostu, reziletlerin düşmanıdır. Ferdî ve içtimai ruhu heder eden reziletler olarak taassup, istibdat, cehalet, hurafe, rehavet, riyakârlık, hilekârlık, yalancılık, kanaatkârsızlığı görür ve hepsiyle mücadele eder. Ona göre halktaki cehalet ve taassup, idarecilerdeki gayri-ahlakilik ve aydınlardaki ihanet toplumu mahvoluşa sürükler. Ferdî ve içtimai reziletle- rin panzehiri ise onların yerine ikame edilecek faziletlerdir. İrfan boyutunun, fazilet ve reziletleri bilmek kadar, gereğini yerine getirme cesaretini de içerdiği vurgulanmalıdır. Zira ahlak, bilerek eylemenin karşılığıdır. Âkif, Hatıralar’da ahlakın varoluş kökünü Allah korkusundan aldığını, vicdanın, Vacibu’l Vü- cud’un (Allah’ın) sesini duyduğumuz yetimiz olduğunu, bu sesin bizi faziletler ekseninde işe koşmaya vesile olması gerektiğini, bunun ferdî ve içtimai zaruri bir vazife olduğunu anlatır.
Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma’nâsı yoktur kayd-ı nâmûsun.
Hem efrâdın, hem akvâmın bu histir, varsa, vicdânı;
Onun ta’tîli: İnsâniyyetin tevkî’-i hüsrânı!
Budur hilkatte cârî en büyük kânûnu Hallâk’ın:
O yüzden başlar izmihlâli milletlerde ahlâkın.
Fakat, ahlâkın izmihlâli en müthiş bir izmihlâl;
Ne millet kurtulur, zîrâ ne millîyyet, ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî, rûh-i millîdir;
Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir.
Olur cem’iyyet artık çâresiz pâmâl-i istîlâ;
Meğer kaldırmış olsun, rûh-i sânî indirip, Mevlâ.
Evet bir ba’sü ba’del-mevte imkân vardır elbette...
Bunun te’mîni, lâkin, bir yığın edvâra vâbeste!
Âkif, Hatıralar’da devam eder, faziletleri ve reziletleri bilip, hangisine yakın durup, hangisinden uzak duracağımızı bize gösteren irfanın eksikliğinin nelere sebep olacağından bahseder;
“Tevekkelnâ” deyip yattık da kaldık böyle en âciz!
O îman, farz-ı kat’îdir diyor tahsîli irfânın...
Ne câhil kavmiyiz biz müslümanlar, şimdi dünyânın!
O îman hüsn-i hulkun en büyük hâmisi olmuşken...
Nemiz vardır fezâilden, nemiz eksik rezâilden?
Âkif, Âsım’da marifetle (ilim) birlikte onun uygulama sahası olan faziletten (irfan) uzak düşmemizin nelere mal olduğunu oldukça etkileyici şekilde anlattıktan sonra tarihimizde marifetin ve faziletin bizi seçkin bir millet kıldığını, bu kökü unutmamamız ve gereğini yapmamız gerektiğini terennüm eder;
...Şimdi, Âsım, bana müfrit de, ne istersen de.
Ma’rifetten de cüdâ Şark, fazîletten de.
Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:
İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.
Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,
En derin köklüsü, en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i Mübîn.
Hâdisât etmesin oğlum, seni asla bedbîn...
İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,
Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;
Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.
Son olarak Âkif’in toplum olarak felakete sürüklenmenin sebeplerinden birisini tefrika olarak gördüğünü ifade edelim. Tefrika, toplumu içten içe çürüten içtimai bir rezilettir, mezhepçilik, particlik ve en çok da kavmiyetçilikte çöreklenir. Hakkın Sesleri’nde şunları dile getirir;
Hani, millîyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a millîyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arab’ın Türk’e; Laz’ın Çerkes’e, yâhud Kürd’e;
Acem’in Çinli’ye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
O hâlde Âkif’in kavmiyetin düşmanı, milliyetin dostu olduğunu söyleyebiliriz. Zira kavmiyet özünü kanda, milliyet özünü canda ve manada bulur. Can ise ferini ve sürurunu İslam’dan alır.
Mehmed Âkif ve Hikmet
Mehmed Âkif dertlilerin eviydi, o evde dertlere derman bulunur, hasta gönüller şifâyab olurdu. O, sanatıyla cemiyetin içinde bulunduğu buhrana karşı çözüm yolları bulmayı denemiştir. Bu yolda imanı, ilmi ve irfanı ona refik olmuş, iman ettiği gibi olma cesaretini, hikmet ile taçlandırmıştır. Onun bu yoldaki en büyük şahidi hayatıyla birlikte sanatıdır.
Hikemî olan, tevhidî olandır. Tevhidî olan, bir itikat manzumesi sunduğu kadar, hayatı ve âlemleri bir bütün olarak idrak edebilme imkânıdır. Bu çerçevede, yaşam ve ölüm, dünya ve ahiret, madde ve mana, fert ve toplum, beden ve ruh birbirinin rakibi değil refiki olarak birbirini tamama erdirirler. İnsan, hayatında bu bütünü, imandan ilme, ilimden irfana ve oradan nihayetinde hikmete yükselerek idrak edebilir. Âkif’in Safahat’ında bizi böylesi bir urûç karşılar. Safahat kuşkusuz kökünü ve ilhamını yüce Kur’an’dan almıştır, şifasının da kökeninde ilahi kelam ve nebevi sünnet vardır.
Kur’an’ın şifa verici hasleti, önce Âkif’in ruhunda tezahür etmiş, onun ruhundaysa tüm milletin ruhuna deva hazırlanmıştır. Büyük idrak ve irade sahipleri benlikleri dışında yola revan olurlar, yolculuk onları benliklerine geri getirir ve onların benliklerinde başka benlere yer açılabilir. Âkif’in beninden başka benlere, nihayetinde tüm toplumun hatta ümmetin benine, oradan ise sonsuzluğa giden imkânlar silsilesini görebilmek kabil olur. Âkif, dış dünyadan hareket eder, iç dünyasına varır, orada başka benlerin sızısını, acısını ve ıstırabını duyup yeni bir hamlenin meşalesini yakar. En son İlahi Ben’e olan aşkı ve iştiyakı onu, ilahi âlemin gölgesinde serinletir. Nurettin Topçu bu izleği ferdî hayattan içtimai hayata, oradan ise mistik hayata doğru yürüyen bir sanatkâr benliğinin tarihçesi olarak okur (Topçu, 2018:29).
Âkif, aşkınlaşma tecrübesini sanatıyla ete kemiğe büründürmeye çalışır. Dünya hayatının gerekli ama yeterli olmadığı bilinci bu isteğe onu yönlendirmiş görünür. Evvela aşma ve yücelmeyi kaçarak gerçekleştirmek ister. Top- çu’nun ifade ettiği gibi ondaki yaşama arzusu dünyaya bel bağlama, onunla iktifa etme değil, bilakis onun güzelliklerinden istifade edip hareket ederek Cemal’in sahibine giden yolu keşfetme arayışıdır. Bu arayış büyük sanatkârları harekete geçirir, kimisi dünyadan kaçar kendi sanatına hapsolur, kimisi de sanatından kaçarak sonsuzluk hamlesini gerçekleştirmeye atılır (Topçu, 2018:23-30). Aşma ve aşkınlaşma hamlesi Âkif’te, yüceliş ve diriliş ile birlikte tezahür eder. Secde’de bu şöyle dile getirilir;
Bütün dünyâ serilmiş sunduğun vahdet şarâbından;
Benim mest olmayan meczûbun, Allâh’ım, benim meydan!
Bırak, hâsir kalan seyrinde mi’râcım devâm etsin;
Rükû’um yerde titrerken, huşû’um Arş’ı titretsin!
İlâhî! Serserî bir damlanım, yetmez mi hüsrânım?
Bırak, taşsın da coştursun şu vahdet-zârı îmânım.
Bırak, hilkatte hiç ses yok, bırak, meczûbunun feryâd...
Bırak, tehlîlim artık dalgalansın herçi-bâd-âbâd!
Âkif’in sanat idealinin önüne cemiyeti koyduğunu, koymak zorunda kaldığını ifade etmek mümkündür. Bu bakımdan onun sanatı ferdî olandan içtimai olana, oradan ilahi olana doğru bir seyr hâlinde tamama giden serüveni canlandırır. Bu izlekte aynı zamanda sanattaki gayeden, gayedeki sanata doğru geçişin izleri de görülür. Öncelikle cemiyetin faydası için araç kılınan sanatla, sosyal yaraların iyileştirilmesi hedeflenir. Bundan sonra ise ikinci safha başlayacak ve sanatının yukarılara taşınmasına imkân bulunacaktır. Ama buna tam anlamıyla izin verilmemiştir! Âkif’in Mısır’a hicret etmek zorunda kalması, orada yaşadığı sıkıntılar ve dönüşündeki terk edilmişlik bu hususu daha da belirgin kılar. Daha fazla bilgi için Âkif’e ilişkin hatıraların yer aldığı eserlere bakmak kâfidir.
Hicret, zamanı ve mekânı yeniler, dahası hicret bir kozadır ve insan oradan yeni bir zamana ve mekâna kanat çırpar. Âkif için Mısır hicreti de böyle olmuştur. Orada kendisini yeniden inşa etmiş, arşın gölgesinde yeni bir ruh cephesi oluşturmuştur. Yalnızlığı kalabalıklara tercih ederek bu yalnızlıkta ahi- retini kuracağı, hasret ve hicrana yatırdığı fikirler demlendirmiştir. Hasret ve hicran ile vatana olan özlemini derince solumuştur Mehmed Âkif. Dahası asli vatan özlemi onda bir kor olup tutuşmuştur. Bu kor ki benliğindeki beni eritip onu tekâmüle taşımıştır. Gölgeler ve Secde ruhundaki hicran ve hasretin en nadide terennümlerini sunar bize. Önündeki “leylâlar”ı bir tarafa itip gerçek “Leylâ”yı murat etmenin iştiyakını sunar Gece;
Ömürler geçti, sen yoksun, gel ey bir tânecik Ma’bûd,
Gel ey bir tânecik gâib, gel ey bir tânecik mevcûd!
Ya sıyrılsın şu vahdet-gâhı vahşet-zâr eden hicran,
Ya bir nefhanla serpilsin bu hâsir kalbe itmînan.
Hayır, îmanla, itmînanla dinmez ruhumun ye’si:
Ne âfâk isterim sensiz, ne enfüs, tamtakır hepsi
Senin Mecnûnunum, bir sensin ancak taptığım Leylâ...
Hikmet, metafizik üzerinden sonsuzluğa açılıştır. Ebediliğe iştiyakla tutunma, sonsuzla (sonsuzun da sahibiyle) hemhâl olarak ve zamanı bir bütünü (geçmiş-şimdi-gelecek) meydana getiren anı idrak ederek gerçekleştirilebilir. Hikmet merkezli varoluş hamlesi içinde sonsuzluğa varacak olan atılımı gizlediği için, insana gerçek hürriyeti bahşetme imkânını da sunmuş olur. Zira insanı gerçekten hür kılan husus aşkın hürriyetidir (Topçu, 2020:81). Ona sahip olanlar kimseye ve hiçbir şeye göre iradelerini yönlendirmezler, iradelerini pür-hür olarak tezahür ettirebilirler. İradenin kişiye ve şeye göre hareket etmesi iradenin mukayyet olmasına işaret ederken, iradeyi sonsuzluğun sahibinin iradesine raptedebilmek, iradenin gerçek manada hürriyeti tanımasına imkân sağlar. Nurettin Topçu’nun İsyan Ahlâk’ı adlı eserinde işaret ettiği husus da aslına bakılırsa tam budur (Topçu, 2014). Benliğin menfaatinden ve toplumun faydasından ayrı olarak ilahi iradeye raptolmuş bir iradeyle hayatını inşa edebilenler gerçek manada hakîm olurlar. Zira hayat hamlesi olarak hürriyet hayâdan doğar, gayrete varır, oradan hamiyetle arşa yükselir.
San’atkâr’da bunu şu şekilde terennüm eder;
Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne,
O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine.
Hayır! Yakar beni derdimle âşinâ çıkman,
Bırak, ben ağlayayım, sen çekil de karşımdan.
Belâ mı kaldı ki dünyâ evinde görmediğim?
Bırak, şu yaşları, hiç yoksa, görmeden gideyim!
Nihayetinde Mehmed Âkif, önce maddeyi ve bedeni tanımış, sonra nefsi idrak edip aşinalığı manaya taşınmış, sonunda ruha aşina olup ışka yükselmiştir. Bu yükseliş aslına bakılırsa manaların da ötesine vasıl olup manalara mana katanı tanıyabilmeyi ona kolay kılmıştır.
Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç’ta Mehmed Âkif’in İzini Aramak
Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç, Mehmed Âkif’e dair önemli eserlerin müellifidir. Her iki düşünürün kendilerine mahsus Âkif tasavvurları söz konusudur. Kuşkusuz bu tasavvurları tüm boyutlarıyla ele alıp teşrih etmek bu çalışmamızın kapsamını aşacaktır. Bununla birlikte bu tasavvurdan beslenen tesirler ise Topçu ve Karakoç’un hem yaşamına hem de düşüncelerine sirayet etmiş görünür. Dahası bu etkinin çok boyutlu olduğu da ifade edilebilir. Bunların hepsini bu çalışmanın sınırlarına sığdırmak pek mümkün değildir. Bunu ve her iki mütefekkirin eserlerinde içerilen Âkif tasavvurlarını daha geniş olarak başka bir çalışmamızda ele alacağız. Ancak burada Âkif’in tahayyül ettiği Âsım’ın ameli çerçevede Topçu ile nazari çerçevede Karakoç ile temsil edildiğine işaret edebiliriz.
Mehmed Âkif’in Âsım’daki dizelerinin hakkını veren kişidir Nurettin Topçu. İyi bir eğitim almanın, mücadele ahlakıyla teçhiz olmanın, muvaffa- kıyet bilincinin, Batı dünyasının ilminden ve fenninden istifade edip onun yaşam biçiminden kendisini muhafaza edebilmenin, dahası garpta elde ettiği tüm entelektüel birikimini vatanın ve milletin selameti için kullanabilmenin ete kemiğe bürünmüş hâli olarak karşımıza çıkar Nurettin Topçu. Mehmed Âkif, Âsım şiirinde şu mısraları özlemle terennüm ederek aslında Topçu’ya seslenir:
İnkılâbın yolu mâdem ki bu yoldur yalınız,
“Nerdesin hey gidi Berlin!” diyerek yollanınız.
Altı ay, bir sene gayret size eğlence demek...
Siz ki yıllarca neler çekmediniz, hem gülerek!
Hani, bir ömre bedeldir şu geçen her gününüz;
Bir gün evvel gidiniz, bir saat evvel dönünüz!
Şark’ın âgûşu açıktır o zaman işte size;
O zaman varmanın imkânı olur gâyenize;
O zaman dinlerim artık seni, Âsım, bol bol...
- Yarın akşam gideriz.
- Öyle mi? Berhurdâr ol.
Osmanlı eğitim sisteminin mekteplerinde ilk eğitimine başlayan Nurettin Topçu, İstanbul Erkek Lisesini bitirdikten sonra kendi çabalarıyla yurt dışı eğitim imtihanını kazanır ve felsefe tahsili için Fransa’ya gider. Fransa’da birçok ilim mahfiline girip çıkar, birçok aydın ve akademisyenle tanışıp onlardan istifade eder. Lisans eğitimi devam ederken doktora çalışmalarını da yürütür. İlim iştiyakı çok güçlü olan Topçu, lisans eğitiminden aşağı yukarı sekiz ay sonra doktorasını üstün başarıyla tamamlar. Fransa’daki hayatının büyük ölçüde ev, kütüphane ve okul arasında geçmesi, boş zamanlarında farklı coğrafya ve kültürleri tanımak için seyahate ayırması bu durumu bize açıklar. Topçu, bu arada Sorbon’da üstün başarı ile doktorasını tamamlarken, o üniversitede felsefe alanında doktorasını veren ilk Türk öğrenci, Avrupa’ya gidenler arasında da ahlak felsefesi çalışan ilk kişi olarak tarihe geçer. Tezini başarıyla nihayetlendirdikten sonra Paris’te kalma konusunda ısrarlı teklifleri kabul etmeyerek o yıl içinde yurda döner. Döner dönmez Galatasaray Lisesinde felsefe muallimi olarak vazifeye başlar. Kırk yıl süren öğretmenlik hayatında çoğu zaman hakkında soruşturmalar açılır, sürgünlere uğrar ama hakkın yanında haksızlığın karşısında bir çelik gibi durmayı başarır (Kara, 2017:26). Hayat serencamı onun hesabi değil hep hasbi olduğunu bize gösterir. Din adamlığı yapacak talebelere verilecek derslerden ücret alınmaz diyerek hak ettiği ücreti fakir talebelere dağıtması bunun güzel bir örneğidir (Kara, 2017:26). Hasbidir ve vatanına karşı vefakârdır zira felsefe doçentliğini aldıktan sonra üniversitelerde kendisine yer açmasalar da o vatan, millet ve din için çalışmayı hiç bırakmaz. Bu anlamda Mehmed Âkif’in Âsım’da anlattığı faziletlerin çoğunun bir insanda ete kemiğe bürünmesinin örneklerindendir Topçu. Mehmed Âkif, Gölgelerine bir de “Sükût” adlı uzun bir şiir sığdırmıştır. O şiir satırlarda yazılmamış ama sadırlarda okunmuştur. O şiiri hayat fazileti ve İsyan Ahlâkı (2014) adıyla Nurettin Topçu okumuştur.
Nurettin Topçu, Âkif’in bir umut çiçeği ve bahar muştusu olarak haber verdiği bir Âsım’dır aslında. O, Âkif’in hareket, isyan ve eylem tarafının en önemli temsilcilerinden ve devam ettiricilerindendir. Topçu, hareket geleneğini kurmuş, İsyan Ahlakı anlayışıyla güçlü bir ahlak nazariyesinin imkânına işaret etmiştir. Topçu’nun fikrinin bedeni Anadolu, zemini Selçuklu-Osmanlı kültürü, ruhu İslam, üslubu tasavvuf ve metodu ise isyandır. Topçu, hareket üzerinden bir felsefi sistem inşa ederken, varoluşçu filozofu olarak da karşımıza çıkar. Önemli kavramları, Âkif’in şiirlerinde terennüm ettiği, insanı bir gelenek içinde yeniden ihya edecek ve ona hayat dinamizmi yükleyecek kavramlardır. Bu kavramlarla düşünce dünyasını bir koza gibi örer ve içinde Yarınki Türkiye’yi kuracak fikriyatı saklar.
Sezai Karakoç, Mehmed Âkif’in Âsım’da ortaya koymaya çalıştığı nazariyatı daha da derinleştirmeye gayret eder. Âsım’a duyulan hürmet Karakoç’ta diriliş nesliyle temsil edilir. “İnsan kendi barikatlarının mahkumu ve kendi zincirlerinin tutsağı olmuştur. Ama bu kıyamete kadar sürüp gidecek değildir. Diriliş nesli, bu mahkumluğa, bu tutsaklığa başkaldırmanın cesaretini gösterecek ve bu başkaldırmayı yeni uyuma dönüştürmenin yöntemini kestirecektir” (Karakoç, 2003:12).
Sezai Karakoç tavrını, usulünü ve üslubunu bulmuş bir mütefekkirdir. Usulünün ve üslubunun Safahat’tan ilham alarak inşa olunduğu ifade edilebilir. 1967 yılında İslam’ın Dirilişi’ni, 1974’te Ruhun Dirilişi’ni, 1976’da ise İnsanlığın Dirilişi’ni peşi sıra ama safhalar/safahata işaret edecek şekilde yayımlar. Bu bize belki de şunu hatırlatır; kuşkusuz İslam değişmez, İslam’da rönesans ve reform hareketleri yapmak mümkün değildir, fakat İslam’a bakan nazar ve ma- nazır değişir, değişmelidir. İlk kitabında bunun yapılması gerektiğini vurgular. Bunu yaparsak önce ruh dirilecektir, ruh ile beraber ise tüm insanlık yeniden kıyama durabilecektir. Bunu yapmanın yoluna ise 1966-67’de yazdığı Taha’nın Kitabı’nda işaret etmeye çalışır. Sezai Karakoç’un Taha’sında Mehmed Âkif’in hem tahayyülünde hem tasavvurunda büyüttüğü Âsım’ın kalbi atar. Şöyle ifade eder o kitapta;
Cadde sokak ve bütün kent uygun kurulmamışsa
Samanyollarına
Mutluluk ne mümkün o kentin insanlarına
Kuşkusuz kenti, şehri ilk vadede yerleşim yeri olarak anlayabiliriz. Ancak şehir, mananın ve anlamın tüm boyutlarının inşa edildiği rahimdir. Parçalarıyla bütünüyle tüm nazariyatıyla insanın yaşam dünyasının inşa olunduğu rahimdir. Bu rahim, gökyüzüne, ilahi olana muvafık, insani olana uygun ayarlamadığını takdirde mutlu olmak mümkün değildir. O hâlde bu ufuk bir yolculuğa davet ediyorsa, yolcuların tanıtılmasına da ihtiyaç duyulur. Bu ufku keşfedip, bu ufka doğru yol alacak, kendisiyle birlikte tüm insanlığın yol almasına vesile olabilecekler kimlerdir? Sezai Karakoç ben, sen ve o zamirlerini, edebiyat sahasına bırakıp, “biz şuuru”nu inşa etmeye çalışır. Bunu yaparken ilk durağı “kendilik bilinci”dir. Çünkü kendi olmayana, kendi kalamayana hiçbir şey anlatılamaz. Kendisinin farkına varamayan, kendisini bilemeyen, kendisini bulamayan, nihayetinde kendisi olamayanın bu ufku keşfetmesinin ve yolculuğa çıkmasının imkânı yoktur. Yapılması gereken öyleyse önce kişinin kendisi keşfetmesidir.
Taha’nın kitabında şöyle ifade eder bunu:
Bugüne dek
Beni hiçbir yay ve hiçbir ok değiştirmedi
Yüreğimle karşılaşınca
Bütün kılıçlar kırıldı
İnsanın, onu o insan kılan, tüm medeniyetinin asli cevherini orada temsil edebileceği, ona umut, aşk ve istikbal gayesi sağlayabilen, can evinde diğer canlara yer açabilmesini mümkün kılacak olan engin gönlünü yeniden keşfetmesi çok önemlidir. Âkif’in Âsım’da, Karakoç’un Taha’da aradığı işte bu gönül ve bu gönlü yeniden inşa etmenin imkanıdır.
Son olarak, İstiklâl Marşı’nın ilk mısralarında ortaya konan duruma ve bu durumun Karakoç’taki aksine işaret edebiliriz
Korkma! sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmez yurdumun üstünde tüten en son ocak!
İstiklâl Marşı’mız, Korkma! İle başlar. Korkmamamız ise vatanımızda tüten ocağa yani aileye bağlanır. O hâlde istiklâl ve istikbalimiz, yurdumuzda tutan ailelerle kaim ve daim olabilecektir. Ailelerimiz var oldukça korkudan da emin olacağız. Mehmed Âkif, aileyi çok önemser. Aileye ilişkin güçlü bir şiir terennüm eder Safahat’ında. O şiiri yeniçağın ufkuyla ise Taha’nın Kitabı’nda Sezai Karakoç devam ettirir. İki büyük şiirden aldığımız ilgili mısralarla yaratıcı yorumu okuyucuya bırakabiliriz:
Biz ki her mevcûdu yıktık gayesiz bir fikr ile, Yıkmadık bir şey bıraktık, sâde bir şey: Âile. Hangi bir bünyânı mahvettik de ıslah eyledik? İşte vîran memleket! Her yer delik, her yer deşik! Bunların tâmîri kabil olsa ciddiyyet, sebât, Lâkin, Allâh etmesin, bir düşse şâyet âilât.
En kavî kollarla hattâ kalkamaz, imkânı yok!
Kim ki; “Kalkar” der, onun hayvan kadar iz’ânı yok!
Taha’nın kitabında bunu Sezai Karakoç şöyle terennüm eder:
Öldü anne ve mutfaklar kilitlendi
Kilerler boşaltıldı farelerce
Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere
Anne gitti ve sular buruştu testilerde
Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir
Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir
Bir vakitler anne açarken kapıyı
Şimdi kimse yok kapayacak kapıyı
Anne gitti ve açıklandı ki
Yarasalar da incir buğusu gibi bir şeydi
Aynı damardan, aynı rahimden beslenen, aynı medeniyet göğsünden süt emen, aynı ufkun insanları olarak Mehmed Âkif’i, Nurettin Topçu’yu ve Sezai Karakoç’u aynı damarda buluşturmasını bilen bir düşünce geleneğimiz söz konusudur. Bu düşünce geleneği dertle mayalanan, sadece kendimiz için değil tüm âlemler ve tüm insanlık için dertlenen, yüreklerde ilim, irfan ve hikmet küresinde inşa edilen bir gelenektir. Kuşkusuz bu düşünce geleneğimizle aramıza doğal ve yapay engellerin girdiği ifade edilebilir. Ancak kurtuluş bu damarla yeniden buluşmak, bu damara yeniden ünsiyet beslemek, dahası bu damardaki birikimi yeniden temessül etmekle mümkün görünür. Hilal’in bağrına bir yıldız gibi gömülen İstiklâl ve dahi Kur’an şairimize rahmet olsun...
KAYNAKÇA
Çantay, H. B. (2020). Âkifnâme. Yay. Haz. Necmettin Turinay. Erguvan Yayınları. İstanbul.
Düzdağ, E. (2020). İstiklâl Şâiri Mehmed Âkif. Med Kitap. İstanbul.
Ersoy, M. Â. (2008). Safahat. Hece Yayınları. Ankara.
Kara, İ. (2017). Nurettin Topçu Hayatı ve Bibliyografyası. Dergâh. İstanbul.
Karakoç, S. (2003). Diriliş Muştusu. Diriliş Yayınları. İstanbul.
Karakoç, S. (2018). Mehmed Âkif. Diriliş Yayınları. İstanbul.
Karakoç, S. (2004). “Taha’nın Kitabı” Gün Doğmadan. Diriliş Yayınları. İstanbul.
Okay, O. M. (2019). Mehmed Âkif Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam. Dergâh. İstanbul.
Okay, O. M. (2008). “Safahat”. TDV İslam Ansiklopedisi. 35. Cilt.
Topçu, N. (2014). İsyan Ahlakı. Çev. Mustafa Kök-Musa Doğan. Dergâh. İstanbul.
Topçu, N. (2018). Mehmed Âkif. Dergâh. İstanbul.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.