“Milletler topla, tüfekle, zırhla, ordularla, teyyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına düştüğü zaman yıkılır.”
Mehmed Âkif
“Varoluşuna bilinçle katılmayan toplumlar, yok oluşlarına seyirci kalırlar.”
Osmanlı-Türk toplumunun 20. yüzyılda içinde bulunduğu kaotik sarmaldaki bilinç örselenmesini sağlatıma sokma çabası bakımından iki isim dikkati çeker. Bunlardan birisi Ömer Seyfettin diğeri ise Mehmed Âkif Ersoy’dur. Ömer Seyfettin, anlatıya dayalı bir metin olarak değerlendirilen öyküleri ile; Mehmed Âkif Ersoy ise çoğunluğu anlatıya dayalı olmakla birlikte söyleme ve hissettirmeye dayalı şiirleri aracılığıyla bilinç ve vicdan örselenmişliğini ortadan kaldırmaya çabalar. Böylesi bir çaba, bu dönemde başkaca isimler açısından da elbette ki söz konusudur, ancak ele aldığımız konu bakımından biz yalnızca bu iki isim üzerinde duracağız.
19. yüzyıldan beri Osmanlı-Türk toplumunun büyük bir heyecanla kalkıştığı ıslahat ve tanzim çalışmaları; ötekinin özne, berikinin ise nesne konumunda kaldığı süreçleri göstermesi bakımından önemli olduğu kadar dönemin sağlıklı anlaşılması bakımından da önemlidir. Çünkü “öteki”nin özne olduğu toplumlar, sömürü toplumlarıdır. Öznenin, nesne üzerindeki yaptırımları ile nesnenin, özneye tabiliği siyaset bilimi açısından da yadsınamaz bir gerçektir. Varlık alanları kendileri tarafından değil, özne konumundaki öteki tarafından çizilen toplumlar bilinç yitimi yaşamış toplumlardır. İşte 19. yüzyıldan beri Osmanlı-Türk toplumunun ıslahat ve tanzim çalışmaları böylesi bir özne-nesne denkliğine dayanır. Kendisi değil, özne konumundaki ötekinin yönlendirmesi ile yaşama tutunmaya çalışan, ıslahat ve tanzimini de kendisi değil “başkalarının” taleplerinin belirlediği bir yüzyıl içindeki Osmanlı- Türkünün nesneleşen varlığını anlatılarına / şiirlerine konu edinen Ömer Seyfettin ve Mehmed Âkif, yarının neslini vicdan ferasetinde ve birlik bilinci etrafında toplamak isterler.
Bu bakımdan 19. yüzyılın son çeyreği Osmanlı-Türk’ü için fanusun kırıldığı bir yüzyıl olur. Vaveyla eden vicdanlar, vatanın bağrına dayanan hançeri çıkarmada doğruluktan ayrılanları görünce fanusu kırar. “Hakîr olduysa millet, şânına noksan gelir sanma / Yere düşmekle cevher sâkıt olmaz kadr ü kıymetten”1 diyen erken bir ses olarak Namık Kemal, şiirsel tavrın öncülüğünde insanımızı yeniden inşa etme çabasına girişir.[1] [2] Ancak vatanın bu yüzyıl içindeki durumu yine Namık Kemal’in Hilâl-i Osmanî şiirinde vurgulandığı gibi (“Eyvâh ki vatan mezâra gitdi”[3]) yitime uğramış durumdadır. Yüzyıl içindeki genel görünüm itibariyle viraneye dönmüştür ve bu virane oluş 20. yüzyıla kadar sürecektir. Ömer Seyfettin’in 20. yüzyılın başında ‘dini vatan’ olarak değerlendirdiği tüm coğrafyadaki genel görünüm, 19. yüzyılın son çeyreğinde Ziya Paşa‘nın şiirinde betimlendiği üzeredir; “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm.”[4] Tanzimat yıllarındaki bu görünüm II. Meşrutiyet döneminde de varlığını sürdürecektir. Mehmed Âkif‘in Gölgeler kitabında “Şark” ya da “Kişi Hissettiği Nispette Yaşar” şiirinde anlatıldığı gibi viraneliğine devam eder;
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar: Gördüğüm; Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler, esâretler; tehakkümler, mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar, türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
“Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”[5]
Kutsalın örselenmişliğinin bir sonucu olarak vücut bulan bu şiirlerdeki ifadeler, üzerinde duracağımız isimlerin eser verdiği yıllardaki genel görünümü çizmesi bakımından da son derece önemlidir. Çünkü kökensel yitime uğratılmış bilinçlerin, vatanı getirdikleri noktanın yalnızca Ömer Seyfettin’in ve Mehmed Âkif’in anlatılarında / şiirlerinde yer almadığını, vicdanı çürüyen çağa karşı duruş sergileyen sanatkârlar açısından da nasıl yorumlandığını gösterdiği gibi, dönem içindeki “düşünmez başları; aldırmaz yürekleri; paslı vicdanları” gösteren kopuntu/yitim yaşamış toplumsal ortamı diğer sanatkârlarımız açısından da resmetmektedir.[6]
Kutsal olanın toplumsal bellekteki yerini konumlayan vatan, insan-mekân özdeşiminin ontik boyutuna gönderme yaparken, bunu insanın filogenetik köklerine dayanarak gerçekleştirir. Köken mitinin örselenmesi, viraneye döndürülmesi ontolojik tamamlanmanın örselenmesi /viraneye dönmesi anlamına geleceğinden kutsalı bulanıklaştırarak dağılmasına sebep olur. Filogenetik isme (“Osmanlı-Türk”üne) ilişkin hakir görmeyle yapılan algısal yönlendirme, onun tutunduğu zeminin altından gitmesine sebep olur. İşte üç kıtadan, küçücük bir karaya evrilen güvenlik alanımızın elden çıkışının arkasında böylesi bir köken mitinin örselenmişliği yatar.
Ömer Seyfettin’in “Ashab-ı Kehfimiz” anlatısında vurgulanan “bila tefrik-i cins ü mezhep” anlayışının ülküselleştirdiği “yeni bir ‘Osmanlı’ vataniliği ihdas” etme çabaları güven alanlarında ontolojik boşalmalara sebep olur. Çünkü “‘Osmanlılık’ vehmi onların bütün mantıklarını, muhakemelerini uyutmuş.”[7]tur.
Ömer Seyfettin’in anlatıları ve Mehmed Âkif’in şiirleri, Osmanlı’nın yaklaşık iki yüzyılını sorgulayıp, Batı karşısındaki eksikliğini teknik bir modernleşme sorunsalı olarak görmesine başkaldırı özelliğinde olup, süregelen tarihsel kesitte, bu sorunsalın artık bir zihniyet dönüşümüne kapı aralaması gerekliliğine dikkat çeken metinlerdir. “kimliklerin yeniden biçimlenmesi”[8] gerekliliği Ömer Seyfettin ve Mehmed Âkif’in eserlerindeki temel söylem yönlendirici olmasının yanı sıra, aslında çağın da getirdiği bir zorunluluktur.
“Kimliklerin yeniden biçimlenmesi”ne duyulan ihtiyacın karşılanması noktasında gerek Mehmed Âkif, gerekse Ömer Seyfettin edebi metinlerini kurarlarken sarsan, çarpan, vuran ve bir uyanışı tetiklemeye matuf sert bir üslubu özellikle tercih ederler. Mehmed Âkif, milletin hafızasında görülmemiş bir karabasan olarak yer eden Balkan Harbi sırasında yazdığı şiirindeki;
Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba kabrinden kalk!”[9]
ifadelerinde olduğu gibi (başkaca pek çok şiirinde görüleceği üzere) 1914’te kaleme aldığı Süleymaniye Kürsüsünde adlı manzum hikâyesinde de;
“Saltanat namına, din namına bin maskaralık...
Ne felâket, ne rezaletti o devrin hâli!
Başta bir kukla, bütün milletin istikbali
İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş”[10] [11]
dizeleri aracılığı ile son derece sert bir üslupla ifade eder.
Benzer şekilde Ömer Seyfettin’in de anlatılarında gerek okurunu gerekse öykü kahramanını sarsan bir kurgulama tekniğinin benimsenmiş olduğu dikkati çeker. “Hürriyet Bayrakları”, “Fon Sadriştayn’ın Karısı” “Fon Sadriştayn’ın Oğlu”, “Piç”, “Büyücü”, “Bir Çocuk Aleko”, “Türbe” gibi öykülerinde sarsma ve şaşırtma unsuru yoğun bir işlevsellikle kullanılır. Böylesi bir anlatma tekniğinin kullanılmış olması öykü kahramanını ve okurunu içinde bulunduğu yanılsama ve saplanıştan çıkarmak için tercih edilmiştir. Çünkü yazara ve şaire göre devrin toplumsal bilici derin bir algı kaybına uğramış durumdadır. Bu algı kaybının ve problem yitiminin sağaltımı ancak muhatabını sarsmakla ve şaşırtmakla olası kılınabilir görülmüştür. Ömer Seyfettin’in 17 Nisan 1330/30 Mayıs 1914 tarihinde kaleme aldığı “Halk Nedir?” başlıklı makalesinde; "Türklerden kim okumuşsa milletinden, halkından ayrılmıştır... Tarihte bir milletin bu kadar kendisinden geçmesine pek az tesadüf olunur. Ne ise, vak’alar, felâketler imdada yetişti.”11 ifadelerine yer vermiş olması bu derin algı kaybı ve problem yitiminin anlatılarda alt metin olarak değerlendirdiğimiz makalelere yansıyan fikri yanını ortaya koyar. Alıntıladığımız makale metninde dikkati çeken ‘kendinden geçme’ ibaresi ile ‘felaketler imdada yetişti’ ifadesinin öykü / şiir metinlerinde, ontik bağlam kaybının ve yabancılaşmanın savaşlar aracılığı ile sağaltıma sokulduğuna da vurgu yaptığı dikkate alınmalıdır.
Osmanlının içinde bulunduğu “yitim zaman” olarak değerlendireceğimiz dönemde mevki ile sahibi arasındaki boşluk bir cihan devletinin boşluğuna / yitimine / dağılmasına sebep olur. Cihan devleti olmak cihanın anlamını doğru okumak ve bu okumalara bağlı olarak stratejiler geliştirmeyi zorunlu kılmasına rağmen Osmanlı içinde bulunduğu kokuşmuşlukla (yitik zaman) uğraşırken cihan devleti olma sıfatını da boşlukta bırakır. Devletin yürütücü kollarını sağlıklı ilerletecek mevki sahiplerinin olmayışı ordudan siyasete; siyasetten dine; dinden iktisada kadar pek çok alandaki kaygı kaybı ve problem yitimine uğramışlık, kendilik bilincinin örselenmesine sebep olur. Bu açıdan Mehmed Âkif’in sembol değer olarak şiirlerine yerleştirdiği, "kışla, daire, medrese, mektep, kılıç, kalem” gibi açar ifadelerinin gönderme yaptığı alanlar devletin yürütücü organlarını doğrudan hedefe koyan eleştirel metinlerdir.
"Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;
Ne kılıç var, ne kalem... Her ne sorarsan, hep yok!
(...)
Hele ilmiyye bayağıdan da aşağı bir turşu!
Bab-ı Fetva denilen daire, ümmî koğuşu.”[12]
Mehmed Âkif’in şiirlerindeki bu eleştirel uyarı metninin benzerlerini Ö. Seyfettin’in öykülerinde de görürüz. Ö. Seyfettin, "Bir Hatıra” adlı öyküsünde Flaubert‘ten aldığını ifade ettiği; “Le grade degrade” (rütbe haysiyeti düşürtür) yargısı üstüne kurduğu metninde bir bakıma Osmanlı’nın iç açmazlarına işaret eder. Yetki sahiplerinin yetkin olmayışını işlediği bu öyküde yazar Memiş Ağa’nın Memiş Paşa’ya dönüştürülmesini bir yitik devlet sistematiği olarak mizahi dille eleştirir. Epistemik çağda cihan devleti olma fonksiyonunu menfaat ilişkileri üzerine kuran Osmanlı’nın bozulma- dağılma serüveni bu metinler aracılığı ile anlatılır.
Osmanlı toplumundaki devlet sistematiğinin bir sonucu olarak “algı kalıbı değişimi” veya “gestalt değişimi” bireylerinin yabancılaşmasına zemin hazırlarken, batı dünyasında epistemik cemaatin doğuşuyla birlikte entelektüel faaliyetlerin/değişimlerin aynı tarihlere denk gelmiş olması Ömer Seyfettin’in anlatılarında ve Mehmed Âkif’in şiirlerinde yabancı ile yabancılaşanın aynı içerikte konumlanmasına ve her ikisinin de öteki olarak tanımlanmasına sebep olur. Ancak bu ötekiler içinde en fazla Mehmed Âkif ve Ömer Seyfettin’i rahatsız eden, bir bakıma öykü metninin, öfke metnine; şiir metninin şuur metnine dönüşmesine aracılık eden yabancıdan daha çok yabancılaşan bireylerin varlıklarıdır. Yabancılaşan bireylerin öteki olarak metinlerde dıştalanması ya da karşıt değer olarak konumlandırılması Osmanlı toplumundaki klasik epistemik cemaatin statükosuna, ortodoksisine bir başkaldırıyı dile getirir. Bahse konu sanatkârların metinlerinde, bir özneden diğer özneye taşınan ontolojik takdir ediş duygusunu, özneden topluma ve o toplumun kirlenmiş politik öğelerine, olumsuzlayıcı bir tavır olarak geri ileten yazar /şair, ötekiyi yalnızca birey düzleminde tutmakla kalmaz aynı zamanda bir devlet sistematiğinin kendine ötekileşmesi, bünyesine uymayan bir yapıyı mensuplarına dayatması sorunu olarak da yansıtma amacı taşır. Bu bakımdan devletin yürütücü organları olan kurumlar da ‘öteki’ olarak konumlandırılır. “kışla, daire, medrese, mektep, kılıç, kalem” gibi açar sözlere bağlı işlenen bilinçsel uyarı fonları, anlatılarda sıklıkla eleştiri konusu edinilen Tanzimat ve Meşrutiyet’in ileri sürdüğü ya da bu kavramlarla birlikte kendini gösteren algının sistemleştirilmek istenmesi, kurumsal bir ötekileşme olarak izlekleri yönlendirir. Örneğin “Hürriyet Bayrakları” öyküsünde Ömer Seyfettin, yanılgıya düşmüş kahraman olarak tanımlanan subayın yanılgısını yalnızca bireysel bir yanılgı olarak değil, sistematik ya da yönetsel yanılgının kahramandaki izdüşümü şeklinde prototip olarak sunar. Osmanlı ordusundaki kendine yabancılaşma ve ontolojik referans yoksunluğu ordu kurumunun ötekileşen yüzünü göstermeye hizmet eder. Benzer şekilde gençliğini Makedonya’da geçirmiş bir Türk subayının, Rada adlı bir Bulgar kızına duyduğu aşkı anlattığı “Nakarat” öyküsünde subayın nasıl bir kimlik ve bilinç yanılsaması içinde olduğu öyküde sıklıkla tekrar edilen ve Türk subayınca kendisine söylenmiş aşk nağmeleri sanılan; “Naş, naş Çarigrad naş.Ras va tri" sözleri üzerine kurulurken, Türk subayı bu sözleri kendince anlamlandırarak; “Seni çok seviyorum, / Seni çok seviyorum” şeklinde yorumlayıp her geçen gün bir yabancıya kalbindeki sevgiyi büyütürken, bu sözlerin “Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak."[13] anlamına geldiğini olay örgüsünün sonunda fark eder ki bu durum yönetsel düzlemde erk sahiplerinin nasıl bir ötekilik yaşadığını gösterir. Bu açıdan varoluşuna bilinçle katılmayan toplumlar, kurumlar ve erk sahipleri yok oluşlarına seyirci kalırlar yargısı tarihsel süreç içinde gerçekliğini bir kez daha ispatlamış olur. Ortega y Gasset, bu yok oluş gerçeğini; “İnsanın yaşamı ancak kendisinin ise, kendisinin olduğu oranda vardır, böylece tamlama iyelik durumuna dönüşür. Bu nedenle, bir delininki tam anlamıyla yaşam sayılmaz: Varoluşu kendisinin değildir; ona bilinçle katılmıyordur. Halk dilinde o bilinç yoksunluğu büyük bir sağduyuyla vurgulanarak, delinin “kaçırmış” olduğu söylenir”[14] cümleleri ile ifade eder. Kimliksel bağlamını ötelemiş ve örselemiş toplumların varlıkları, reel ve ontolojik anlamda bir kopuntudan ve yanılsamadan ibarettir.
Mehmed Âkif ve Ömer Seyfettin’in toplumdaki ‘bilinç yitimi’ ve ‘kaygı kaybı’nı sağaltıma sokma ve insanımızı yeniden inşa etme sürecinde (hissettirme ve anlatma açısından bir olanak olarak değerlendirdikleri) tarihi varlığı okurunun bilincine sıklıkla taşıdıklarını görürüz.
Mehmed Âkif’in şiirlerindeki;
“Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!
Kapkaranlıkken bütün âfâkı insâniyetin,
Nûr olup fışkırmışız tâ sînesinden zulmetin;”
“Mâzîlere in, mahşer-i edvârı bütün gez
Kânûn-i İlâhî, göreceksin ki, değişmez ...”
"Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbin...
İki üç balta ayıramaz bizi mâzîmizden.
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş, ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar”
"Tarih” i "tekerrür” diye tâ’rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
şeklinde dizelere yansır. Şairin bu metinlerle tarihe bakarak övünç alanları açma ve haldeki hatanın, dünkü yanılgının bir sonucu olarak tekrarlandığına işaret ettiği açıktır. Mehmed Âkif’in, hâlihazırdaki toplumun ecdattan ve tarihten kopmuşunu "ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” sorusu ile üst bilince taşımasını Shayegan şu cümlelerle ifade edecektir ki bu yargı bir bakıma doğu toplumlarının tarihsel gerçekliğini yansıtır; "Asya ve Afrika uygarlıklarının çocukları olan bizler üç yüz yıldır tarihte "tatil”deyiz.”[15]
Mehmed Âkif’in şiirlerinde olduğu gibi Ömer Seyfettin’in de öykülerini tarihi arka fonla beslemesinin önemli sebeplerinden birisi de hiç kuşkusuz yukarıda da dolayımlı olarak ifade ettiğimiz gibi, tarihin birey veya toplumda aidiyet bilincini canlı tutan ve onu derinleştiren özelliğinden kaynaklanmaktadır. Tarih, bir millet için aidiyet bilincinin ruh kaynağıdır. İçinde yaşanılan buhran, bunalım ve kendini yok sayma devrinde tarih bizim irade sefaletlerimizin, tutunacağı destek haline Mehmed Âkif’in şiiri şuura açan metinleri ve Ö. Seyfettin’in konularını tarihten alan öyküleri ile taşınır. “Kaç Yerinden?” adlı öyküsünde yazar, hâldeki tarihsel kopmuşluğu, irade sefaletinin çöküşünü şu cümlelerle verir; “-Mazide bugünkü medeniyetin, maddiyatın söndürdüğü nurlar var, dedim, ulviyet var. Ruh azameti var. Fikir uğrunda fedakârlık var. Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk var. Hayatın hakiki manası olan mefkûre var. Sonra rebabiyet var... Ah şimdi..."[16]
Yazarın “ah şimdi” diyerek yakınma anlam birimciği üstünden örtük gönderme yaptığı bellek destekleyici kod, “Beyaz Lâle” öyküsünde çözümlenir. Öykünün başkahramanı Bulgar Subayı Radko Balkaneski ağzından Türklerdeki bilinç yitimi alay konusu yapılarak verilir ki okur, kendisine değil Radko’ya kızarak kendinin farkına varabilsin istenir. “Kaç Yerinden” öyküsünde yönelttiği,“Ah şimdi” sorusunun karşılığını da Radko Balkaneski ağzından anlambirimsel işleve sahip hakaret ibareleri ve ifadeleri ile verilir: "Sonra Türklere bakınız. Bu heriflerin aptallıkları o derecededir ki yalnız etnografyanın esaslarını kabul etmemekle kalmazlar, dünyada "kavmiyet, milliyet" gibi bir şey olduğuna da inanmazlar. Kendilerinin milliyetçilerini bile şiddetle inkâr ederler. Tarihleri, Cengiz gibi, Hülâgu gibi en büyük imparatorlarına küfürlerle doludur."[17]
Alıntılanan metinde vurgu yapılan sözcükler tek bir cümleye indirgendiğinde; "Türkler, aptal; Türkler, inkar eder; Türkler, inanmaz; tarihleri küfürlerle doludur" şeklinde anlamsal sezdirimler çıkar ki, bu sezdirimleri yazar, berikinin tepkiselliğini güçlendirmek için bilinçli olarak “öteki” ağzından yaptırır. Ötekinin ağzı ile ortak psişik misara yapılan saldırı, berikinin uyku modunu çözmek üzere kuvvetlendirilerek söylenir. Uyku hâlinin derinliği, ötekinin (Radko’nun) saldırganlık eylemlerini daha da artırmasına sebep olur. “Beyaz” (Lâle) imgesi/ miti kirletilmiş kutsallar bütünü olarak üst bilince çıkarılır.
Uyku hali olarak değerlendirilen 20. yüzyıl öncesi, problem yitiminin fark edilişinin adı “Yeni” sıfatına eklenen adlarla sosyal-birliğin değerleri olarak görülecektir. Ömer Seyfettin’in "Yeni Gün Ergenekon’dan Çıkış"[18] adıyla Halka Doğru Mecmuasında 1914’te yayımlan destansı şiirinde vurguladığı dört yüz yıl kapalı kalınan yerden çıkma vaktinin geldiğine dair vurgu, öykülerde de adı Ergenekon olarak adlandırılmamış olsa da zihinsel olarak içine düşülen bilinç yitimi kuyularından çıkmanın vaktinin geldiğine evrilir niteliktedir. Kaldı ki "Ashab-ı Kehfimiz" anlatısındaki ‘Ashab-ı Kehf” adlandırması böylesi bir mağara ve kuyu metaforunu anımsatacak içerikte kullanılmıştır. İslamiyet öncesindeki sıkışmışlık metaforu olarak kullanılan Ergenekon, Osmanlı-Türkünün 19. ve 20. yüzyıldaki sıkışmışlığına, mağarada kalmışlığına gönderme yapan Ashab-ı Kehf ile aynı fonksiyonel işleve sahiptir.
Osmanlı-Türkünün 19. ve 20. yüzyıldaki sıkışmışlığına, mağarada kalmışlığına gönderme yapan Ashab-ı Kehf anlatısı çeşitli enstrümanlar aracılığı ile uygulamaya geçirilen uyku modülünün toplumdaki bilinç ve epistemik yitimlerimizi nasıl hazırladığına vurgu yapar.
Ömer Seyfettin’in öykülerinde okuyucuya kimi zaman sert bir dil ile hitap edilmesinin arkasında da bu uyku modülünün önemli etkisi vardır. İşte öykülerden birkaç örnek;
"-Uyanınız! Kendinizi biliniz. Hayvanlar gibi gayesiz, teşkilatsız, medeniyetsiz yaşayamazsınız. Bir millet olunuz."[19] [20]
"Ya Türkler de bir felakete uğrayıp uyanırlarsa..."[21]
"Her sabah kilisede Türklerin perişan olması için dua edilirdi. İhtiyar, genç bütün köy halkının her sabah bu duaları can u yürekten tekrarlayışları, sanki Ali'yi derin bir uykudan uyandırıyordu."21
"Bin seneden beri bir milletin ruhunda akmadan biriken rebabiyeti taşırmak, yetmiş seksen milyonluk bir milletin uyuyan vicdanını uyandırmak. Şüphesiz dünyada yapılacak ilahî işlerin en büyüğüydü!'"[22]
"Önümde, zir-i payımdaki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor gibi camit ve bîhayat duruyorlardı."[23]
"Eğer Türkiye’deki Hıristiyanlar fazla mutaassıp milliyetperverlik göstermeyip onları uyandırmasalar, Meşrutiyet sayesinde yarım asır içinde bir Türk kalmayacak.'"[24]'4
Elbette ki, öykü metinleri içinde bu uyku modülüne karşı geliştirilen söylem yalnızca “uyku” ifadesi geçen sözcüklerle sınırlı değildir. Fazlaca alıntılama yapmamak adına yukarıdaki alıntıları konuya ilişkin fikir vermesi bakımından yeterli görmekteyiz.
Bu açıdan Mehmed Âkif’in;
"Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de: Muhitindeki zulmetleri yak, yık!
Bir baksana: Gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünyâ uyanıkken uyumak maskaralıktır!
(.)
Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslâm’ı da "batsın!" diye tutmuş, yediyorsun!
Allah’tan utan! Bâri bırak dîni elinden...
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!"[25]
şeklinde, şiir formunun olanaklarıyla ve son derece sert bir üslupla ifade edilir.
Ömer Seyfettin, Türklerdeki bu uyku modülünü sarsmak, bireyleri bir bilinç etrafında uyandırmak için “dil”i temel kendilik değeri olarak görür. Diğer kendilik değerleri “dil” üstünden kurulacak bir yapıya sahiptir. Çünkü yazara göre dil; bilmenin, bilinçlenmenin, uyanmanın temel kaynağıdır. Bu bakımdan viraneye dönmüş vatan da ‘dil’ üstünden yeniden inşa edilir;
“Türkçe bizim manevî ve mukaddes vatanımızdır. Bu manevî vatanın istiklâli, kuvveti resmî ve millî vatanımızın istiklâlinden daha mühimdir. Çünkü vatanını kaybeden bir millet eğer lisanına ve edebiyatına hâkim kalırsa mahvolmaz, yaşar ve yine bir gün gelir siyasî istiklâlini kazanır, düşmanlarından intikam alır. Fakat bir millet lisanını bozar, kaybederse hatta siyasî hâkimiyeti bakî kalsa bile tarihten silinir. Esirleri onu yutar [...] Yazık ki bizim lisanımız bu konuştuğumuz güzel Türkçe de hemen hemen kaybolmağa yüz tutmuş. Eğer uyanmamız biraz gecikseymiş tamamıyla kaybolacakmış.”[26]
Ömer Seyfettin’in bilinç inşasında temel sağaltım alanı olarak gördüğü “dil” konusunda Mehmed Âkif çekince koymaz fakat “dil”i temel bir bilinçlenme alanı olarak değil de bir başka aracı unsur olarak değerlendirir. Gerek Mehmed Âkif’in gerekse onun öncülüğünde yayın hayatını sürdüren Sırat-ı Müstakim dergisinin örselenmiş “dil” sorunsalı karşısındaki yaklaşımları, Ömer Seyfettin’in sağaltımda “temel unsur” olarak gördüğü “dil” konusundaki düşüncelerinin okur çevrece kabullenmesine olanak tanır. Örneğin Mehmed Âkif Ersoy’un 1910’da kaleme aldığı Hasbihal başlıklı yazı, dil açısından gelinen noktayı; “Türkçe kelimelerin yanı başlarında Arapçaları olmazsa zavallı ümmet-i merhume hiçbir şey anlamayacak! (...) Gazetelerde zabıta vukuatı öyle ağır bir lisanla yazılıyor ki avam onu bir dua gibi dinliyor: “Mehmed Bey’in hanesine leyle’n fürce-yab-ı duhul olan sarik sekiz adet kaliçe-i giran-baha sirkat etmiştir” deyip de “Mehmed Bey’in bu gece evine hırsız girmiş sekiz halı çalmış” dememek adeta maskaralıktır.”[27] cümleleri ile ifade ederken, Sırat-ı Müstakim dergisinde N. Y. imzası ile yayımlanan “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif Beyler” başlıklı makalede süreli yayınlardaki dil problemine dikkat çekilerek dile dayalı edebi geçmişe olduğu gibi yayın hayatındaki sürece de itiraz edilir. “(..) içi boş Edebiyat-ı Aliyye’nizden bizi halas edin!.. Hayat-ı siyasiye ve içtimaiyyemize aksetmesi lazım gelen matbuatın başından çekilin!.. Yahut lafzen bizim anladığımız lisanla yazın.”[28]
Ömer Seyfettin, toplumdaki problem yitiminin sağaltım alanı olarak “dil”i temele konumlandırırken; Mehmed Âkif, bu sağaltım alanını İslam “din”inin özüne dönüş olarak konumlandırır. Dini kokuşmuşluktan kurtulmadıkça felaketlerden de kurtuluşun olmayacağına vurgu yapar. Bir yandan İslam’ın özüne dönüşü sıklıkla işlerken bir yandan da “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”[29] diyerek hâldeki İslam karşıtlığına kapı açan algıları yok etmek ister. İslam’ın özünden uzaklaşmanın ortaya çıkardığı dinsel çöküş ve kokuşmuşluk tahkir ve tezyif edici ifadelerle okuru sarsma bir üslup üstüne kurularak ilerletilir.
“”Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın durdun,
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonra bir de “tevekkül” sokuşturup araya
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya”[30]
Dediği gibi bir başka şiirinde ise;
“Çünkü biz bilmiyoruz dini, evet bilseydik
Çare yok gösteremezdik bu kadar sersemlik,
Ya açar nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.”[31]der.
Vatan ve yurt bilincini eserlerinde merkeze konumlayan Mehmed Âkif ve Ömer Seyfettin, vatanın varlık boyutunu kuşatan değerleri kendilik görüngüsü içinde önemle işlerler. Dil, din, soy, tarih, estetik, iktisat ve ülkü kavramlarını yalnızca bu konu başlıklarını işlemek için değil, bu unsurlar ontik güvenlik alanının kuşatıcı öğeleri olduğu için öne çıkarılmak istenir. Dili itilmiş, dini duyarlılıkları örselenmiş, soyu ötelenmiş, tarihi yatsınmış, beğeni dünyası değişmiş, iktisadı çökmüş ve ülküsü yitmiş toplumun ontik güvenlik alanını koruması mümkün değildir. “Ashab-ı Kehfimiz” anlatısındaki Niyazi Bey tipi ile dilini ve soyunu; “Hürriyete Layık Bir Kahraman”, “Asılzadeler”, “Tam Bir Görüş” ve “Bilgi Bucağında” anlatısındaki Efruz Bey tipi ile epistemisini; “Kazın Ayağı” anlatısındaki Hacı Arif Efendi tipi ile iktisadını; “Şimeler” ve “Gayet Büyük Bir Adam” anlatısındaki feylesof tipi ile ülküsünü; “Mehdi”, “Perili Köşk”, “Türbe”, “Keramet”, “Beynamaz” anlatısındaki dindar tipi ile dini değerlerini yitime uğratan topluluğun “Primo Türk Çocuğu”, “Beyaz Lâle”, “Tuhaf Bir Zulüm”, “Hürriyet Bayrakları” anlatısındaki ontik güvenlik alanını kaybetmesi ve tutunma alanları bulamaması böylesi bir bilinç yitimi ve kaygı kaybının sonucudur. Bu bakımdan Ömer Seyfettin’in öyküleri kendi içinde karşıt değer anlatıları ve ülkü değer anlatıları olarak sınıflandırılabilir. Yukarıda adını andığımız öykülerin karşısına, “Ferman”da Tosun Bey, “Pembe İncili Kaftan”da Muhsin Çelebi, “Başını Vermeyen Şehit”te Deli Hüsrev ve Deli Mehmet, “Kütük”te Arslan Bey, “Diyet”te Koca Ali, “Vire”de Barhan Bey, “Kaç Yerinden?”de Ferhat Ali Bey, “Bir Çocuk: Aleko”da Ali, “Fon Sadriştayn’ın Karısı-Oğlu”da Orhan, “Primo Türk Çocuğu”da Oğuz çıkartılır. Bu modelleme uygulamasının Mehmed Âkif’te Asım ve Asım’ın Nesli olarak karşılık bulduğunu belirtmeliyiz.
“Âsım’ın nesli... diyordum ya,., nesilmiş gerçek;
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.”[32]
Kaynaklar
Aktaş, Şerif , Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi I, Akçağ Yay., Ank., 1996
Akyüz, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İnkılâp Kitabevi, İst. 1995
Durmuş, Mitat, “Kimlik, Dil ve Öteki İlişkisi Açısından Türkçenin Konumlandırılması”, Türk Dili, S.782, Şubat 2017, s. 17-26
Durmuş, Mithat, “Şiirsel Tavrın Öncülüğünde İnsanı Yeniden Düşünmek: Namık Kemal ve Hürriyet Kasidesi”, TEKE (Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi), s.3/1, 2014 s.240-250
Düzgün, Dilâver, “Ömer Seyfeddin’in İki Hikâyesinde Halk Kültürü Unsurları”, Milli Folklor, S.19, Güz 1993, s.46-48
Ersoy, Mehmet Akif, Safahat Edisyon Kritik, (hzl.: Ertuğrul Düzdağ), KBY, Ank. 1990
Filizok, Rıza, “Ömer Seyfeddin’in Eserlerinde Halk Edebiyatı Tesirleri”, Doğumunun 100. Yılında Ömer Seyfeddin, Marmara Üniversitesi Yay., İst. 1984, s.113-126
Gasset, Ortega y, Tarihsel Bunalım ve İnsan, (hzl.: ve çev.: Neyire Gül Işık), Metis Yay., İst. 2013
Göçgün, Önder, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, AKMB Yay., Ank. 1999
Huyugüzel, Faruk, Necip Türkçü, KBY, Ank. 1987
Kılınç, Aziz, “Metinlerarası İlişkiler Bağlamında Ömer Seyfettin’in Halk Anlatı Kaynaklı Hikâyeleri”, 1. Dünden Bugüne Ömer Seyfettin Sempozyumu (9-11 Mart 2007) Bildiriler, Gönen Belediyesi Kültür Yay., İst. 2007
Mehmet Akif, “Hasbihal”, Sırat-ı Müstakim, C.IV, S.92, 27 Mayıs 1326 / 1910
Morley, David - ROBİNS, Kevin, Kimlik Mekânları, (çev.: Emrehan Zeybekoğlu), Ayrıntı Yay., İst. 2011
Mutluay, Rauf, 100 Soruda Türk Edebiyatı (1908-1972), Gerçek Yay., İst.1973
N. Y., “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif Beyler”, Sırat-ı Müstakim, C. III, s.53, 27 Ağustos 1325/1909
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri Hikâyeler 1, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 1999
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri Hikâyeler 2, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri Hikâyeler 3, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri Hikâyeler 4, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri Makaleler 1, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2001
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar, Hatıralar, Mektuplar, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2000
Özdemir, Serkan, Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Alt Metinler, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İst. 2011, 147 s.
Paçacıoğlu, Burhan, “Türk Derneği Tasfiyeci Miydi?”, TÜBİAR, S.10, 2011
Shayegan, Daryush, Yaralı Bilinç Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, (çev.: Haldun Bayrı), Metis Yay., İst.
2012
Yüksel, Hasan Avni, “Ömer Seyfettin ve Bir Halk Hikâyesi”, Milli Folklor, S.31-32, Güz-Kış 1996, s.77-85
[1] Şerif Aktaş, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi I, Akçağ Yay., Ank., 1996, s.248
[2] Geniş bilgi için bk.: Mithat Durmuş, “Şiirsel Tavrın Öncülüğünde İnsanı Yeniden Düşünmek: Namık Kemal ve Hürriyet
Kasidesi”, TEKE (Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi), s.3/1, 2014 s.240-250
[3] Önder Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, AKMB Yay., Ank. 1999, s.405
[4] Kenan Akyüz, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, İnkılâp Kitabevi, İst. 1995, s.40
[5] Mehmet Akif Ersoy, Safahat Edisyon Kritik, (hzl.: Ertuğrul Düzdağ), KBY, Ank. 1990, s.377
[6] Mehmet Akif, bu resmi şu dizesi ile çizer; “Zaman zaman görülen ahiret kılıklı diyar;/ Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar;/ Damarda seyri belirsiz, irinleşen kanlar;/ Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler!” (Mehmet Akif Ersoy, age., s.250)
[7] Ömer Seyfettin, “Ashab-ı Kehfimiz”, Bütün Eserleri Hikâyeler 3, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.133
[8] David Morley - Kevin Robins, Kimlik Mekânları, (çev.: Emrehan Zeybekoğlu), Ayrıntı Yay., İst. 2011, s.17
[9] Ersoy, age., s. 203
[10] Ersoy, age., s. 168
[11] Ömer Seyfettin, "Halk Nedir?” , Bütün Eserleri Makaleler 1, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2001, s.210
[12] Ersoy, age., s. 168
[13] Ömer Seyfettin, “Nakarat", Bütün Eserleri Hikâyeler 3, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.67
[14] Ortega y Gasset, Tarihsel Bunalım ve İnsan, (hzl.: ve çev.: Neyire Gül Işık), Metis Yay., İst. 2013, s.37
[15] Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, (çev.: Haldun Bayrı), Metis Yay., İst. 2012, s.21
[16] Ömer Seyfettin, "Kaç Yerinden?", Bütün Eserleri Hikâyeler 2, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.119
[17] Ömer Seyfettin, "Beyaz Lâle", Bütün Eserleri Hikâyeler 3, (hzl: Hülya Argunşah ), Dergâh Yay., İst. 1999, s. 303
[18] Ömer Seyfettin, "Yeni Gün", Bütün Eserleri Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar, Hatıralar, Mektuplar, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2000, s.86
[19] Ömer Seyfettin, "Çanakkale’den Sonra", Bütün Eserleri Hikâyeler 2, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.87
[20] Ömer Seyfettin, "Ashab-ı Kehfimiz", Bütün Eserleri Hikâyeler 3, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.139
[21] Ömer Seyfettin, "Bir Çocuk Aleko", Bütün Eserleri Hikâyeler 4, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.358
[22] Ömer Seyfettin, "Fon Sadriştayn’ın Oğlu", Bütün Eserleri Hikâyeler 2, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.307
[23] Ömer Seyfettin, "İlk Namaz", Bütün Eserleri Hikâyeler 1, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 1999, s.18
[24] Ömer Seyfettin, "Ashab-ı Kehfimiz", Bütün Eserleri Hikâyeler 3, (hzl.: Hülya Argunşah), Dergâh Yay., İst. 2007, s.139
[25] Ersoy, age., s. 213
[26] Ömer Seyfettin, “Türkçeye Karşı Enderunca”, Bütün Eserleri Makaleler 1, (hzl.:Hülya Argunşah), Dergah Yayınları, İst. 2001, s.216
[27] Mehmet Akif, “Hasbihal”, Sırat-ı Müstakim, C.IV, S.92, 27 Mayıs 1326 / 1910, s.92
[28] N. Y., “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif Beyler”, Sırat-ı Müstakim, C. III, s.53, 27 Ağustos 1325/1909
[29] Mehmet Akif Ersoy, age., s.349
[30] Mehmet Akif Ersoy, age., s.215
[31] Mehmet Akif Ersoy, age., s.144
[32] Mehmet Akif Ersoy, age., s.355
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.