Giriş
Şehir kavramı çoğu zaman medeniyet/uygarlık kavramıyla birlikte anılır. “Medeni, medeniyye ve medeni” kelimeleri “şehre mensup”, “şehirli” anlamlarına gelmektedir (Kutluer, 2003: 296). Geçmişten geleceğe şehirler, ait oldukları medeniyetlerin maddi ve manevi değerlerini yansıtırlar. Kadim şehirlerde farklı medeniyetler, onlara ait eserlerle temsil edilir; farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan şehirlerde o medeniyetleri simgeleyen birçok anıtsal eser bulunabilmektedir. İslam şehirleri çoğu zaman camiler etrafında şekillenir, bazı camiler o şehirlerin asli sembolü olur. Yine camiler, şehirlerin merkezî konumu olup şehrin pazarı/alışveriş merkezleri, kültür ve sanat mahfilleri onun hemen yakınına inşa edilir.
Farklı şehirlerde bulunan Mehmed Âkif’in şiirlerinde şehir ve medeniyet ilişkisi de çeşitlilik göstermektedir. Âkif’in şiirlerinde şehir ve medeniyet ilişkisine en geniş yer verdiği şehir/mekân, hayatının çoğunu geçirdiği İstanbul’dur. İstanbul’a olan sevgisi belirgin biçimde hissedilen Âkif, İstanbul şehrinin hâlihazırdaki durumundan rahatsızdır. Âkif, İstanbul’un bakımsız ve harap hâlinden duyarsız, sorumsuz ve bilinçsiz idarecileri sorumlu tutar. Onun şiirlerinde şehir-medeniyet ilişkisi şehir ve manevi unsurlar, şehir ve toplumsal hayat, şehir ve miskinleştirici yapılar, şehir ve altyapı sorunları başlıkları altında değerlendirilmeye müsaittir. O, medeniyetler şehri İstanbul’un ilgisizlik ve bilinçsizlik dolayısıyla nasıl harap hâle getirildiğini, şehir estetiğinin nasıl bozulduğunu eleştirel bir bakışla yansıtır.
Şehir ve Manevi Unsurlar
Bir şehrin kimliğinin oluşmasında mimari ve nüfus yapısı oldukça etkilidir. Özellikle mimari eserler daha ilk görüşte şehrin kimliğine ilişkin önemli bilgi edinilmesini sağlar. Bir şehrin Müslüman beldesi olduğunun en belirgin göstergelerinden biri de onda bulunan mabetlerdir. Bu bağlamda İstanbul’a bakıldığında her ne kadar farklı din ya da uygarlıklara ait birçoğu sembolik anlamlı olan mabetler ve anıtsal eserler varlıklarını hemen hissettirseler de bu şehrin İslam beldesi olduğunun en belirgin ifadesi camilerdir. İstanbul’un özellikle de Suriçi’nde bulunan camilerin çoğu simgesel olduğu kadar anıtsal yapılardır da. İstanbul Suriçi’nde her bakımdan sembolik anlama sahip, şehrin silüetinde de önemli bir yeri olan tarihî eserlerden biri de Fatih Camii’dir. Âkif “Fatih Camii” manzum hikâyesinde Fatih Camii’nin iç mimarisindeki her bir unsura manevi anlam yükler. Şair özne “heykel-i ikrar”/iman abidesi şeklinde söz ettiği bu mabedin hakikatin aydınlığını saçtığını ifade eder. Şair “mabede insan hayatının anlamını belirlemede merkezi bir rol ver[ir]” (Gökçek, 2005: 98). Caminin atmosferiyle büyülenen şair özne, farklı renklerle süslü pencerelerde ilahi güzelliğin yansımalarını bulur; tıpkı Yahya Kemal’in “Süleyma- niye’de Bayram Sabahı” şiirinde olduğu gibi bu mabedin üstünde de ruhların dolaştığı şeklinde metafizik yorum yapar:
“Bu kudsî ma’bedin üstünde taban fevç fevç ervâh
Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr
Tecessüd eylemiş güya ki subhun rûh-ı mahmuru;
Semâdan yâhud inmiş hâke, Sînâ-reng olup, dîdâr
(...)
Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr.
Nümâyan cebhesinden sadr-ı İslâm’ın meâlîsi:
O sadrın feyz-i enfâsiyle güyâ bir yığın ahcâr,
Kıyâm etmiş de, yükselmiş de bir timsâl-i nûr olmuş” (Ersoy, 2007a: 49)
Bu mısralar göstermektedir ki camideki her bir nesneyi İslam dininin sembolü olarak gören şair özne, sabah namazında camide bulunmaktan ayrı bir haz alır. Sabah namazında manevi atmosferi daha çok hisseden şair özne, maziye yolculuk yapar; yaklaşık otuz yıl önce babası ve kız kardeşiyle birlikte yine sabah namazına geldiği anısını hatırlar. O vakitler babası sükûnetle namaz kılarken o ise arka tarafta oynamaktadır. Aktarılan anılar da göstermektedir ki Fatih Camii’nin manevi atmosferi, şair özneye daha çocukken tesir etmiştir.
“Ezanlar” şiirinde ezan seslerinin İslam şehirlerinde/toplumundaki işlevselliği ifade edilir. Ezan sesleri Müslüman şehirlerinin en belirgin kimliksel unsurlardandır. “Fatih Camii” manzumesinde özellikle sabah namazında camide daha ruhani bir hava hisseden şair özne “Ezanlar” manzumesinde de sabah ezanın tesirini özellikle vurgular:
“Seher vaktinde mevcûdât, nûşîn hâb içindeyken,
Bu rûhanî nevâ âfâkı mevcâ-mevc edip birden;
Muhîtin kalb-i hâmûşânda başlar bir hazîn şiven.
Bakarsın her taraf zulmet, fakat bir zulmet-i rûşen!
Semâ bîdâr, her yıldız Cemâlullâh’a bir revzen” (Ersoy, 2007a: 169)
Sabah ezanı okunduğu vakit, gecenin en karanlık anı olduğu gibi, aydınlık da doğmak üzeredir. Sabah ezanını duyan müminler de ilahi sese ve ezandaki davete uyarak ibadet için kalkar; ilahi kurtuluşa davet eden ezan, davete uyanların yeniden doğmasına aracı olur.
İstanbul başta olmak üzere Türk şehirlerinde mezarlıklar şehrin ortasında kalan ve her biri birer açık hava müzesi olan mekânlardır. Özellikle her biri sanat harikası mezar taşlarının yoğunluğu oluşturduğu mezarlıklar “sanat müzesi” (Tökel, 2008: 166) işlevi görür. “Mezarlık” şiirinde insanlığın en seçkin evladı Hz. Muhammed’in de mezarlıkta medfûn bulunduğunu hatırlatan şair, mezarlıklara kutsal anlam yükler. Şairin mezarlıkları kutsal hazine şeklinde yorumlaması Yunus Emre’nin “Hor bakma sen toprağa, toprakta neler yatar?/ Kani bunca evliya, yüz bin peygamber yatar.”[1] dörtlüğüyle başlayan ilahisini hatırlatır. Şaire göre şehir insanına kısa süreli de olsa mâsivadan maveraya, fiziki âlemden fizikötesine yolculuk yaptıran mezarlıklar, milletin mazisini içinde saklayan “şanlı bir tarih”tir, ibret de hikmet de ondadır:
“Ey mezâristan, nihân ka’rında yüz binlerce mâh,
Fışkıran hâk-i remîminden bütün nûr-ı nigâh!
Nâzeninleryâl ü bâlinden nişandır hergiyâh...
Serviler Mevlâ’ya yükselmiş birer berceste âh,
Hufreler Mevlâ’dan inmiş en emîn bir hâb-gâh” (Ersoy, 2007a: 91)
Şair özne mezarlıktaki her bir unsurda ilahî anlam bulur. Ölümü bir son olarak değil sonsuzluğa açılan kapı olarak görür. Eyüp mezarlığını seyreden şair özne, bir çocukla annenin bir mezarı ziyaret ettiğini, çocuğun ezberden “Mülk” suresini okuduğunu duyar. Bu bağlamda okunan surenin “Mülk” olması da çarpıcıdır. Bu surede dünya hayatının geçiciliği, ölümün yeniden doğuş olduğu sıklıkla tekrar edilir. Çocukla anne bir sahneyi andıran mezarlıkta figüranlardan biridir, onlar oradan uzaklaşsa da mezarlık manevi işlevini hep sürdürecektir. Sözün burasında Âkif’in “Bir Mezar Taşına Yazılmış İdi” ve “Bu da Bir Mezar Taşı İçin Yazılmış İdi” manzumelerini anmak gerekir. Bu kısa manzumelerde de asıl gerçeğin ölüm olduğu fikri hâkimdir.
Âkif şehir estetiği açısından camilerin İstanbul şehri içindeki işlevine birçok şiirinde dikkat çeker. Süleymaniye Kürsüsünde manzum hikâyesinde Süleymaniye Camii’nin mimarisinin her bakımdan şaheser örneği olduğunu sıklıkla ifade eden şair özneye göre, iç mimarideki ahenk ve onunla birleşen ilahi sesler cemaati ya da kendisini seyredenleri ilahi huzura gark eder:
“Ruhlar yanmada bî-tâb-ı tecelli kalarak,
Dîdeler nâ-mütenahî, ebedî müstağrak.
Âkıbet, başladı mahfilde hazin bir feryâd;
Yeniden coştu enînlerle o bî-hûş eb’âd.
Bir de baktım ki: O her safhadan uzanmış kollar,
Varacak sanki yarıp boşluğu Mevlâ’ya kadar!
Şimdi üç bin kişinin sîne-i ma’sûmundan,
Kopan ‘âmin’ sadâsiyle icâbet-lerzân!” (Ersoy, 2007: 33)
“İki Arkadaş Fatih Yolunda” manzumesinde tarihî yapıların bakımsızlığından şikâyet edildiği gibi, onların şehrin silüetinde ve maneviyatında işlevselliğini hep korudukları vurgulanır. Örneğin Yeni Camii yakınındaki bir sebilin sanatkârane bir duyuşla yapılmasına karşın bakımsız bırakılmasından duyulan rahatsızlık dile getirilir:
“Necip eser arıyorsan: Sebile bak, işte...
Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,
Safâ-yı fıtratı şâhid ki: Tertemiz aslı;
Damarlarında yüzen kan da can da Osmanlı!
Görüp bu cuşiş-i san’atta rûh-ı ecdâdı,
Biraz sıkılmalı şehrin sıkılmaz evlâdı!” (Ersoy, 2007c: 29-30)
Yine aynı manzumede Âkif’in de şaheser olarak gördüğü Süleymaniye Camii’nin gerekli bakımı görmemesinden duyulan rahatsızlık dillendirilir. Şair özne, o tarihlerde/1910’larda değil Süleymaniye Camii gibi bir şaheser inşa etmek, korumanın dahi başarılamadığı kanaatindedir. Külliyedeki terkip ve medeniyet anlayışına dikkat çeken şair özne, Süleymaniye Camii heybetle yükselirken etrafına inşa edilen medrese, aşhane, şifahane, tıp evi vb. yapıların ise olabildiğince sade olduğunu vurgular:
“-Bırak ki câmi’i, dünyada olmaz öyle eser;
Fakat nedir şu heyâkil, nedir şu medreseler!
Uzaktan andırıyorlar nitâk-ı sîmîni,
Ki sarmak isteyerek vahdetin nedimesini;
Atılmış üç tarafından kemend olup beline!
Fakat değil beli, dâmânı geçmemiş eline!
Beşer değil mi? Teâlî de etse irfanı,
Nasıl kucaklayabilsin harîm-i Yezdân’ı?
Evet medâris o vadet-serây-ı muhteşemin
Önünde: Hürmetidir dîne her zaman ilmin.
Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi:
Huzûr-ı Hak’ta kapanmış sucûd kâfilesi!” (Ersoy, 2007c: 33)
Mimarideki bu özellik medeniyet anlayışının yansımasıdır. Uhreviliği simgeleyen caminin haşmetine karşın, dünyeviliği sembolize eden yapı parçaları daha mütevazıdır. Cami ilahi/kutsi bir anlam ve işleve sahipken etrafındaki yapılar insani anlam ve işleve sahiptir. Caminin etrafında onu kucaklar ve sarmak ister gibi bir görüntü içinde olan sade yapılar da eşsiz bir sanat eseri ve estetik görünümdedir. Ecdadın ya da eski mimarların hassasiyet ve zarafetine karşın yeni mimari yapılarda böyle bir hassasiyet yoktur. Ecdadın başlattığını daha da geliştirmek gibi bir gaye olmadığı gibi bu emanetlere sahip de çıkılmaz. Çoğu yönüyle manzum tiyatro olarak nitelendirilmeye müsait bu metnin özneleri olan iki arkadaş ya da Âkif’in sözcüleri ecdadın inşa ettiği cami, şifa- hane, imarathane vb. insanlık için yararlı olduğu kadar şehri görsel şölene de dönüştüren yapılara gereken ilgi ve bakım gösterilmezken kahvehane, meyhane vb. zararlı olduklarını düşündükleri mekânların inşa edilmesinden de rahatsızdırlar.
Yine aynı manzumede Eminönü’nden Fatih’e yürüyen iki arkadaşın Ve- fa’ya vardıklarında Vefa Meydanı’nın sadece adının kaldığına, bu semtin de oldukça bakımsız/haraplığına şahit olurlar. Bugün İlim Yayma Vakfı tarafından kullanılan Ekmekçioğlu Medresesi’nin on bin yıl yaşayabilecek kadar sağlam/ özenle inşa edildiği ifade edilerek eski medeniyete ait her bir eserle yerleşilen beldeye kök salındığı vurgulanır. Biraz ilerde Roma döneminden kalma su kemerleri görülünce Osmanlı Devleti’nin İstanbul şehrinde su sorununu çözmek için büyük emek sarf ettiği ifade edilir.
“Menâbi’in değişen rakımından istihsal
Olunma bir sıkı tazyik edilmiş isti’mal.
Bulunca en iyi tazyikin en kolay yolunu;
Kaçırmamak için onun tefâzulunu,
Hemen şu âbideler başlanılmış i’lâya...
Fakat mahâret-i san’at bununla bitti mi ya?
Hayır? Görülmelidir ayrı ayrı maksemler:
Bakında hayret edersin. Ne ince iş, ne hüner!
Hakikaten şaşacak şey. Ne vâkıfâne hesâb!
Su öyle dağıtılmış ki: -Olmasaydı harâb-
Alırdı hakkını her çeşme; damlanın kesri
Kadar tehallüfü hatta sezerdi ‘ölçü’leri.” (Ersoy, 2007c: 38)
Osmanlı Devleti yöneticileri şehirde hiçbir biçimde su sıkıntısı yaşanmaması için şehrin toprak yapısına uygun bir su dağıtım sitemi geliştirmiş, dağıtım merkezleri ve çeşmeler inşa etmiştir. Bu eserler inşa edilirken estetik de hep öncelendiği için her biri sanat harikası olan bu yapılar tamamlandıklarından bugüne şehri açık hava müzesine dönüştürürler.
Şehir ve Toplumsal Hayat
Bir şehrin kültürünün oluşmasında inançsal unsurlar, gelenekler doğrudan etkilidir. Geçmişten hâlihazırda şehir sakinlerinin ait oldukları din ve millete ait inançsal faaliyetler, gelenekler ve folklorik unsurlar şehir kültürünü ve toplumsal hayatını biçimlendirir. Mehmed Âkif “Bayram” manzum hikâyesine bayramların şehir hayatındaki kaynaşma ve dayanışmayı kuvvetlendirmesinden duyduğu mutluluğu ifade ederek başlar. Bayram her bakımdan bolluk ve bereketin sembolü olur. Bayramda her tarafa sevinç ve mutluluk hâkim olur, masumların, çocukların yüzü bayramda güler; “çocukta görülen sevinç, büyüklere de sirayet eder” (Okay 2015: 40). Yoksul ya da yetim çocuklar bayramla sınırlı olsa da zengin çocuklarının tattığı mutluluğu tadabilir. Şair özneye göre bayram çoğu yerde şaşaalı biçimde kutlansa da onun asırlardır Fatih’te idrak edilişi bir başka güzeldir:
“Gelin de bayramı Fatih’te seyredin, zîrâ
Hayâle, hatıra sığmaz o herc ü merc-i safâ
Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan
Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan,
Asırlar ölçüsü boy boy asâlı nesle kadar,
Büyük küçük bütün efrâd-ı belde hepsi de var!
Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar,
İçinde darbuka, deflerle zilli şakşaklar” (Ersoy, 2007a: 98)
Şeklinde tasvir edilen bayram kutlamalarında İstanbul şehrine özgülük de kendisini hissettirmekle birlikte Müslüman Türk şehirlerinin çoğunda kutlama benzerdir. Ancak Âkif’in bu manzumede köklü bir semt olan Fatih’i seçmesi manidardır. Bu seçim Âkif’in bu semtte doğması, hayatının büyük bir kısmının bu semtte geçmesiyle birlikte, semti İstanbul’un kalbi olarak görmesiyle de ilintilidir.
“Said Paşa İmamı” manzum hikâyesinde Said Paşa Yalısı’nda düzenlenen mevlit töreninden hareketle İstanbul’da zengin ailelerde dinî geleneklerin gerçekleşme biçimi yansıtılır. Manzum hikâyenin başında mekâna ilişkin tasvirlerle her bakımdan ihtişam ve zarafet örneği olan yalının dış ve iç mimarisindeki sanatkârane duyuş gösterilir:
“Coşar âvizeler artık, köprüler kandiller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!
Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler reng ü ziyâdan mahmur.
Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.
Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.
Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, İran halısı:
Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan yalısı!” (Ersoy, 2007e: 98)
Resme özgü anlatımla tasvir edilen, estetik eşyalarla bezeli yalıda düzenlenecek mevlit töreni için büyük hazırlıklar yapıldığı gibi yalı sahipleri de son derece konuksever ve insancıldırlar. Konukları bekletmemek için mevlidin okunmasını geciktirmedikleri gibi mevlit okumak için geciken imama da hiç sitem etmezler. Âkif bu manzum hikâyede her yönüyle İstanbul şehri kimliği kazanan yalı ve yalı sakinleri portresi çizer.
Şehir ve Miskinleştirici Yapılar
Âkif kahvehane ve meyhaneleri toplum/şehir hayatı için oldukça zararlı, insanları miskinleştirici yapılar olarak görmektedir. Ona göre bu zararlı yapılar acilen kapatılmalıdır. “Meyhane” manzum hikâyesinde meyhaneler şehir ve medeniyet için zararlı mekânlar olarak çizilir:
“Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhâne:
Basık tavanlı, karanlık, sefîl bir dükkân;
İçinde bir masa, yâhud civâr tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on on beş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle
Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgâhlık” (Ersoy, 2007a: 84-85)
Şair anlatıcı her bakımdan olumsuz biçimde tasvir ettiği bu mekân örneğinde, meyhanelerin aile kurumu için oldukça zararlı yapılar olduğunu vurgulamaya çalışır. Eşi meyhane bağımlısı olan bir kadın, bu mekâna gelip eşine öfke ve sitemlerini boşaltır; orada bulunanların kendisine destek olacağını sanırken aksine o suçlanmıştır. Bu manzum hikâyede örneklem olarak seçilen aile örneğinde meyhanelerin yuvalar yıktığı, çocukların istikbalini kararttığı, insanları merhamet ve vicdan gibi duygulardan uzaklaştırdığı gösterilir.
Âkif’in şehir/toplum hayatında zararlı/miskinleştirici yapı/mahfil olarak gördüğü yapılardan biri de mahalle kahveleridir. “Mahalle Kahvesi” manzum hikâyesine “‘Mahalle Kahvesi!’ Osmanlılar bilir ne demek?” şeklindeki mısrasıyla başlanılarak bir yandan mahalle kahvelerinin tarihsel/köklü geçmişi vurgulanırken bir yandan da topluma zararlı görüldüğü için Osmanlı Devleti döneminde de bu mekânların zaman zaman kapatıldığı hatırlatılır:
“Dilenci şekline girmiş bu caniler
Bu, gündüzün bile yol vermeyen, haramîler,
Adımda bir dikilir, azminin gelir önüne.
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe!
(...)
Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı?
Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı!” (Ersoy, 2007a: 187)
Şair anlatıcı/söyleyici mahalle kahvelerinin toplum üzerinde yıkıcı etkisine o kadar tanık olmuş olmalı ki ona hep olumsuz sıfatları yakıştırır. Onun gözünde dilenci şekline girerek insanları büyüleyen mahalle kahveleri, haramilerden daha tehlikelidir, gündüz vakti bile yol kesip insanların nafakalarını, ailesinin/çocuklarının rızkını gasbeder; aile içi huzursuzluklara neden oldur. Âkif’in “Mahalle Kahvesi” hikâyesinde örneklem aldığı ya da odaklandığı kahvehane kenar semtlerden birindedir. “Frengi”den çok daha zararlı bu mekânlar, Şark toplumlarının bünyesine sinsice bulaşıp onların bütün uzuvlarını zehirler. Kahvehaneler elbette Âkif’in söz ettiği şekilde tamamen olumsuz işleve sahip değildir, kültürel, sanatsal etkinliklere de ev sahipliği yapan, büyük sanatkârların toplanmasına aracılık eden kahvehaneler de olmuştur. Âkif’in bu gerçeği bilmiyor ya da inkâr ediyor olması mümkün değildir. Âkif’in yaşadığı yıllarda özellikle kenar semtlerdeki mahalle kahveleri temizlik ve tertipten uzak olduğu gibi, ahlak ve edebin de neredeyse tamamen kaybolduğu mekânlara dönüşmüştür.
Âkif’in “İki Arkadaş Fatih Yolunda” manzumesinde Süleymaniye Külli- yesi’ne övgüler düzülürken, ecdadın böylesine yararlı kurumsal yapılar inşa etmesine karşın yenilerin/o dönem insanın ise “miskin kılıklı kahveler” açmasından duyulan rahatsızlık dillendirilir (Ersoy 2007c: 33). Âkif’in kahvehanelere olumsuz bakışını sıklıkla dillendirdiğini belirten Fazıl Gökçek’in de dikkat çektiği üzere ona göre kahvehaneler “toplum hayatını felce uğratan” kurumlardır. “Berlin Hatıraları”nda ise Osmanlı kahvehaneleri ile Berlin’deki kahvehaneleri karşılaştırarak Osmanlı’daki bakımsız ve kirli kahvehanelere karşın Berlin’dekilerin ne kadar bakımlı olduğu ve toplum hayatındaki işlevselliği üzerinde durur (Gökçek, 2005: 155). Öyle ki Berlin’deki kahvehaneler, Osmanlı’daki Duyûn-ı Umûmîyye binasından da görkemli ve estetiktir (Ersoy, 2007d: 59).
Şehir ve Altyapı Sorunları
Âkif yaşadığı dönemde birçok hususta olduğu gibi başta İstanbul olmak üzere birçok yerleşim biriminin şehir estetiği ve düzeni bakımından çağın çok gerisinde kalmasından rahatsızdır. O nedenle de şehirleri kaderine terk eden, yaşanmaz hâle getiren yöneticilere sert eleştiriler yöneltir. Bu eleştirisini birçok şiirinde çoğunlukla ironik bir dille ifade eder. Örneğin “Küfe” manzum hikâyesinde sokakların bakımsızlığını tasvir ederken ironi sanatının zirvesindedir:
“Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selametin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak” (Ersoy, 2007a: 68)
Şair özneye göre kaderine terk edilen sokaklarda yağmur sonrasında gölcükler oluşur, özellikle gece vakti yeterli aydınlatma da olmadığı için yürümek çok zorlaşır. İstanbul’un merkezi olan Fatih ilçesindeki altyapı eksikliğini, sokakların bakımsızlığını bu şekilde tasvir eden şair özne, evlerin de oldukça harap hâlde olduğuna dikkat çeker.
“Seyfi Baba” manzum hikâyesinde de altyapı eksikliğine dikkat çekilir. Bu manzum hikâyedeki tasvir ve eleştiriler “Küfe”yle benzerdir. Geceleyin el feneriyle yola çıkan şair özne yolların bakımsızlıktan bataklığa döndüğünü, yol üzerinde gölcükler oluştuğunu ironik dille anlatır:
“Düştü artık bize göllerde pekala yüzmek!
Yakamozlar saçarak her taraftan fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!
Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrafı tek tük hisse” (Ersoy, 2007a: 126)
Sokak arası yolları bu şekilde tasvir eden şair özne “ma’bed-i fersude”/ harap mabet, “Hânümân yoksulu binlere sefilân-ı beşer;”, “Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler” vb. söz grubu ve ifadelerle semtin her bakımdan sefalet tablolarını andırdığına işaret eder. Şair öznenin ziyarete gittiği Seyfi Ba- ba’nın evi de her bakımdan sefaletin öne çıktığı haneye örnektir.
“İstibdad” manzum hikâyesinde de oturdukları mahallenin basık havaya sahip olduğuna dikkat çeken şair özne, ironik bir dille yaz mevsimi rüzgâra hasret kaldıkları gibi, bahar mevsimini de hiç fark edemediklerini söyler. “Baharı görmeyiz amma latîf olur derler./ Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.” (Ersoy, 2007a: 148) diyerek Yakacık vb. semtlerde tabiatın güzelliklerinin seyredilmesine karşın kendisinin yaşadığı semtte çarpık yerleşim ve altyapı eksikliği dolayısıyla mevsimlerin unutulduğunu, yaz mevsiminin kurakla, kış mevsiminin de çamurla özdeşleştiğini ifade eder. Âkif tüm bu ifadeleriyle, kendisinin yaşadığı yıllarda/II. Abdülhamit Devri’nde özellikle kenar semtlerin kaderine terk edilmesinden duyduğu rahatsızlığı dillendirir.
Süleymaniye Kürsüsünde manzum hikâyesinin hemen başında Galata semtinin haraplığına ve mimarisinin biçimsizliğine işaret eden şair özne, iro- nik anlatımla Galata Köprüsü’nün ve Haliç’in bakımsızlığını vurgular.
Sonuç olarak Âkif hâlihazırda şehirlerin altyapı eksikliğinden doğrudan devlet yöneticilerini sorumlu tutarken, tarihî yapıların bakımsızlığı ve şehrin harap hâlinden bilinçsiz ve duyarsız şehir insanını da sorumlu tutar. Âkif’in şiirlerine bir bütün olarak bakıldığında şehir ve medeniyet kavramlarını birbirinden bağımsız düşünmediği fark edilir. Şehirler ait oldukları medeniyet dairesine uygun biçimlendiklerinde görsel şölen oluştururken, o medeniyetten uzaklaştıklarında ise harap, yaşanmaz hâle gelir. Âkif’in yaşadığı yıllarda İstanbul başta olmak üzere birçok şehrin bakımsız, kaderine terk edilmiş bir hâlde bulunması medeniyet şuurundan ve manevi değerlerden uzaklaşılma- sıyla doğrudan ilintilidir.
KAYNAKÇA
Ersoy, M. A. (2007a). Birinci Kitap Safahat, Haz. Fazıl Gökçek, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Ersoy, M. A. (2007b). İkinci Kitap Süleymaniye Kürsüsünde, Haz. Fazıl Gökçek, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Ersoy, M. A. (2007c). Dördüncü Kitap Fâtih Kürsüsünde, Haz. Fazıl Gökçek, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Ersoy, M. A. (2007d). Beşinci Kitap Hatıralar, Haz. Fazıl Gökçek, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Ersoy, M. A. (2007e). Yedinci Kitap Gölgeler, Haz. Fazıl Gökçek, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Gökçek, F. (2005). Mehmed Âkif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Kutluer, İ. (2003). “Medeniyet”, TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları. Ankara.
Okay, O. (2015). Mehmed Âkif Kalabalıklarda Bir Yalnız Adam, Dergâh Yayınları. İstanbul.
Tökel, D. A. (2008). “Mezarlıklar Şehrin Nesi Olurlar?..”, Hece (Medeniyet, Edebiyat ve Kültür Bağlamında Şehirlerin Dili Özel Sayısı), S. 150-151-152, ss.164-168.
http://yunus-divan.appspot.com/pages/283.txt.html. 22.06.2021.
[1] http://yunus-divan.appspot.com/pages/283.txt.html. 22.06.2021.15.32.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.