Öncelikle Bir Balkan Esintisi için röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sn. Fahri Tuna, Adapazarlı olduğunuzu, mühendis olduğunuzu, portre yazarı olduğunuzu biliyoruz. Ancak adınızı ilk defa duyanlar için bir de sizi sizden dinlemek isteriz. Bize kendinizden söz eder misiniz?
Kırk seneyi aşkın süredir kelimelerin ve düşüncelerin izini süren bir mühendis yazar, diyelim. Kimilerine göre kelimelerin mühendisi, kimilerine göre kültür mühendisi, Mehmet Şeker’e göre Portrelerin Efendisi. Atom Karınca diyen de var Bıyıklı Fatih Terim veya Çağdaş Malkoçoğlu diyen de. Hatta Mukadder Gemici, Yetenek Avcısı der benim için. Belki bunlardan birisiyim, belki hepsinin ortalaması. Bilemeyeceğim. Benim düşünceme gelince; henüz çözebilmiş değilim kendimi. Kolay mı? Leylek kollu yazar amca, diyelim geçelim.
Bize yazınsal geçmişiniz ve eserleriniz hakkında bilgi verebilir misiniz?
Lise birinci sınıfta, hepimize hikâye ödevi veren Türk dili ve edebiyatı öğretmenimiz Kemal Özdemir tarafından ilk fark edilişim. (Modern zamanlar buna keşif diyorlar.) Ardından lise son sınıfta okulun Edebiyat Kolu Başkanlığım var. Ne hikmetse Mühendislik Fakültesine gittik. Nasip işte. (Daha ilkokula gitmeden önce yakın çevrem, bu çocuk ya mühendis ya doktor olacak, diyordu zaten.) Okuyan yazan bir gençtim. Şiirler yazıyordum. Çok şanslıydım: Mühendislik Fakültesinde okumamıza rağmen, Şair Osman Sarı, Şair Yılmaz Güney, Hikâyeci İsmail Kıllıoğlu hocalarımızdı. Yazdıklarımı onlara da gösteriyor, Mavera’ya Cahit Zarifoğlu’na gönderiyordum. Üniversite - II’de bir gün Adaapzarı İhvan Kitabevi’ne gittiğimde Özdeyiş Yazar Selahaddin Şimşek Ağabey ile tanıştık. Okuttukları ve yazılarıma eleştirileriyle asıl kalemimi terbiye eden odur. 1987’den itibaren beni biyografi ve portreye yönlendiren de odur. Allah rahmet eylesin. Geçen otuz yedi senede 13’ü biyografi, 5’i portre kitabı, diğerleri deneme, araştırma, söyleşi, sözlük olmak üzere, toplamda 24 kitabım yayımlanmış durumda. İki kitabımla, biri Aynalıkavak Yazıları, Türkiye Yazarlar Birliği 2011 Yılın Şehir Kitabı Yazarı, diğeri Kırklanmış Portreler, ESKADER 2022 Yılın Portre Yazarı ödüllerini almışlığım da var. Yirmi üç ülke görmüşlüğüm, yüzü aşkın şehrin portresini, ünlü ünsüz ayırmadan, özgün - yazılabilir bulduğum üç yüzü aşkın kişinin portresini yazmışlığım var. Benim portremi yazar mısın, diyen hiç kimseyi yazmadım hayatta. Kalbime düşen ve benim kantarımca hak eden kişileri yazdım hep. Sağ oldukça bu ölçütle yazmaya devam edeceğim.
Siz doğma büyüme Adapazarlısınız ancak hemen her platformda dile getirdiğiniz bir husus var ki o da Balkan coğrafyasına olan sevginiz. Bu sevginin kaynağını ve soyadınızın Tuna olmasının bununla bir ilgisi olup olmadığını öğrenebilir miyiz?
Adım Anadolu (Fahri), soyadım Rumeli (Tuna.) Çok haklısınız. Ama sizi şaşırtacağım için, peşinen özür dilerim. Ben Balkan kökenli bir ailenin çocuğu değilim. Atalarım Horasan, Doğubeyazıt, Maraş, Bilecik üzerinden Sakarya Kaynarca’ya yerleşip Okçular Köyü’nü kuran Yörük taifesi. Karakeçililerin Softalı Kolunun Okçu Boyuyuz. 1934’te Soyadı Kanunu çıkmış. Yazım memuru bakmış, bizim köyün yarısı Okçuoğlu. Bir kısmını Okçu bırakmış, diğerlerini - nedense - Tuna ve Tunca yapmış. Eyvallah. Hiç itirazım yok. Çok da memnumum. Da, soyadım Rumeliliğimden gelmiyor yani. 2002’den bu yana, 22 senede tam 61 kere Rumeli Seferi’ne çıkan biri olarak, benim Balkan sevdamın kaynağı bir başka: Lise ve üniversite öğrenciliğim sırasında biz Milli Türk Talebe Birliği’ne intisaplıydık. Kendimizi Akıncı olarak tanımlıyorduk. (Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan da bizim kurumun üst yöneticilerinden biriydi o vakit.) Yahya Kemal’in Bin atlı o gün çocuklar gibi şendik / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik beyitinin de yer aldığı Akıncılar şiirini biz ruhumuza kuşanmıştık. 1912’de elimizden alınan Balkanlar’ı yeniden fetih rüyaları görüyorduk, MTTB Gençliği olarak 1970’lerde. Şuuraltımda, on yedi - on sekiz yaşımdan beri, Rumeli, bir Kızılelma’dır benim. Sapanca Şiir Akşamları Düzenleme Kurulu Üyeleri olarak (Hasan Duruer, İbrahim Uslu, Fahri Tuna), 2002 Ağustosunda Makedonya Ohri Gölü kıyısında Struga’da yapılan Şiir Akşamları nedeniyle üç gün Yunanistan (Gümülcine, İskeçe, Kavala, Selanik, Vodina) ve K.Makedonya’yı (Manastır, Resne, Ohri, Struga, Debre, Kocacık, Gostivar, Kalkandelen, Üsküp’ü) ziyaret edince, Balkanlar’a, bir defa daha ve yeniden âşık oldum. Bizden daha Anadolu, bizden daha Türk, bizden daha Müslüman olduklarını fark ettim. O gün bugün 61 kez kavuştuk birbirimizle. Akademi Rumeli projemizden Balkan Türküsü dergisine, Balkan Türk Şairleri Buluşması’ndan (Kırcaali, Komrat, Prizren) Bulgaristan’daki Türk gençlerini geliştirmeye yönelik (Kırcaali, Filibe, Sofya, Rusçuk, Şumnu, Burgaz’da) her ay bir Akademi Bulgaristan Yazarlık Mektebi yapmaya dek. (Bu arada dönemin Edirne Valisi (2012-14) Hasan Duruer’in Balkanlar’a ve benim dergi, akademi, şair buluşması türünden Balkanlardaki Türk geçliğine projelerime olağanüstü desteğini, burada minnetle ve teşekkürler yad etmeliyim. O da gerçek bir Balkan sevdalısıdır zira.) Geçen 22 yılda, Rumeli’ye olan borcumu bir miktar ödedim, diye düşünüyorum. Daha çok borcum var da.
Sizin “Balkan Coğrafyası” tanımınız nedir?
Diğer ayağımız, diğer kalbimiz, diğer gözümüz. Bizim Öykücü Sedat Sayan’ın sözüyle diğer yarımız. Olmazsa olmazımız. Yüzde 80’lik yıkıma ragmen, Anadolu’ya oranla kat be kat Osmanlı eserini hâlâ bünyesinde yaşatan, her Filibe’ye, Üsküp’e, Prizren’e, Saraybosna’ya gidişimde, - başımdaki saç tellerimden ta topuklarıma kadar - ecdadımızın kurduğu muhteşem bir medeniyetle hemhâl olup iftihar ettiğim coğrafya. Ve her Türk köyünde ve her Türk kökenli erkeğin, kadının bakışlarından adeta Taraklı’yı, Kütahya’yı, Eskişehir’i, Konya’yı, Sivas’ı, Maraş’ı okuduğum, kalpleri Allah ve Ayyıldız sevgisi ile dopdolu, buram buram Türkçe kokulu kardeşlerimin coğrafyası.
Balkanlara böylesine büyük bir sevgi ile bağlı olmanız Bir Balkan Esintisi Ailesi olarak bizi çok mutlu ettiğini belirterek söyleşimize devam edelim. Çok merak ettiğimiz bir konu var ki o da sizin şakayla karışık ve sıklıkla dile getirdiğiniz vasiyetiniz. Siz, emir hak vaki olunca Balkanlara defnedilmeyi vasiyet ediyorsunuz. Bu kararınız nasıl oluştu?
Ben ilk gençliğimden itibaren Balkan âşığıydım zaten. Görmeden âşık olmuştum. 2002’de vicahiyeye (yüz yüzeye, Yabancılar face to face mi diyor, ne) çevrilince sevgim üçe beşe katlandı. Hele Üsküp’ü görünce kendimden geçtim. Kaleden aşağıya; önde Mustafa Paşa Camii, solda altta Yahya Paşa Camii, Kadı İsa Bey Camii, ortada üstte Sultan II. Abdülhamit Han’ın eseri saat kulesi, yanında Sultan I. Murad’ın eseri Muradiye Camii, ortada altta Rıfai Tekkesi, Tefeyyüz Mektebi, Murat Paşa Camii, bizden çarşılar, arastalar, kapanlar, hamamlar, sağda altta Davutpaşa Hamamı, Vardar Nehri üzerinden Fatih Sultan Mehmed’in armağanı taş köprümüz… Her taraf ecdat yadigârı şahane eserlerle bezeli. Büyük şairimiz Yahya Kemal’in diliyle Şar Dağı’nda Bursa’nın devamı olan şehirdir Üsküp. Her gidişimde mutluluk sarhoşu olup kendimden geçiyorum. Ve ilk gördüğümde vasiyet ettim, evet: Vefat ettiğimde beni bu güzide şehre defnediniz! Üsküp merkezindeki Çayır Belediyesi Başkan Yardımcısı sevgili kardeşim Prof. Dr. Süleyman Baki, müjdeyi verdi geçenlerde: Abi, tarihi mezarlıkta yerini ayırttım. İstediğin zaman ölebilirsin. Nasıl teşekkür ettim, bilemazsiniz. Eşim Gülseren Yengenizin biraz itirazı var tabii: O acılı hâlimizle gümrüklerde cenazeyle mi uğraşacağız bir de. Uğraştırma bizi, vaz geç. Şöyle bir orta yol bulduk: Türkiye’de vefat edersem, 1999’da Emir Sultan’dan satın aldığım mezar yerime, Balkanlar’da vefat edersem Üsküp Çayır Mezarlığına defnediniz beni. Allah hepimize, hayırlı, bereketli, faydalı ömürler nasip etsin.
Allah gecinden versin’ diyerek söyleşimize ‘Adapazarı’nda Balkan göçünün etkileri’ bağlamında devam etmek istiyoruz müsaadenizle. Konuya sizin tafsilatlı olarak hâkim olduğunuz bir alan olan Adapazarı’nın kültür sanat hayatından başlayalım. Çünkü siz uzun yıllar şehrin yerel yöneticilerinden biriydiniz. Adapazarı, tarih boyunca Sait Faik'ten günümüze kadar çok sayıda ulusal şair ve yazarı yetiştirmiş bir şehir. Sizce Adapazarı'ndan bu kadar çok yönlü yazarın yetişmesinin nedeni ne olabilir? Bu yazarlar arasında Balkanlı olan var mı? Hatta sorumuzu şöyle genişletelim; kültür sanat anlamında Balkan göçü Adapazarı’nda nasıl karşılık buldu? Neler değişti, gelişti belki de dönüştü…
Adapazarı, 1881’de Bosna’dan Yenicami’ye iskan ile başlayan, yaklaşık bir buçuk asırlık süreçte, sürekli Balkan Göçleri ile beslenen bir şehir. Zenginleşen, gelişen. Ticaretinden Sanayiine, kültüründen sanatına, sporundan edebiyatına, en çok Rumeli’den beslenmiş bir şehir Adapazarı. Örnek vermek gerekirse; 9 Mart 1913’te, Türk-İslâm ekonomi tarihinde ilk özel sermayeli banka olan Adapazarı İslâm Ticaret Bankası’nı (sonraları 505 şubeli meşhur Türk Ticaret Bankası) kuran on üç müteşebbisin başında, Adapazarı Belediye Eski Başkanı Boşnak İbrahim Begoviç (Ocaklı) var. Kabaca bir asırlık Adapazarı markalarından Alikoka Bozası (Prizren), Köfteci Mustafa (Saraybosna), Mazlum Şekerleme (Debre ve Selanik), Gülseven Helva (Pirlepe), Köfteci İsmail (Pirlepe), Neşe Gazozu (Drama) hep Rumeli kökenlidir. Yazar Faik Baysal (Romanya), yazar Kerim Korcan (bir tarafı Arnavut), bestekâr M. Erdinç Şumnu (Şumnu), Tarkan’ın çizeri Sezgin Burak (Şumnu), Yazar Cüneyd Suavi (Şumnu), Yazar Selim Gündüzalp (Serez), Fotoğraf Sanatçısı Hüsnü Gürsel (Selanik-Sarı Şaban), Fotoğraf Sanatçısı İbrahim Zaman (Razgrad), Şarkıcı Ayşegül Aldinç (Saraybosna), Yazar İbrahim Gürel (Silistre), Şair Kadir Korkut (Kocacık), Yazar Necla Dursun (Kocacık) kökenlidir. Yaşayan Adapazarı Ansiklopedisi Erol Grişken Ağabeyimizin ailesi Üsküp kökenlidir. Siyasette başta Sanayi Eski Bakanı Dr. Nuri Bayar (Priştina) olmak üzere Balkan kökenli birçok milletvekili, belediye başkanı çıkartmış bir vilayetiz.
Sporda da çok sayıda Balkan kökenli şampiyonumuz ve A Milli Futbolcumuz var. En başta da Tuncay Şanlı Manastır Kınalı Köyü, NBA’deki ünlü basketbolcumuz Mehmet Okur Saraybosna kökenlidir. Daha birçok isim. Özetle, öz be öz Adapazarlı (bir Manav çocuğu) olarak söylüyorum: Rumeli göçleri olmasaydı, bugün Adapazarı hâlâ bir kasaba kalmış olabilirdi.
Adapazarı demek biraz da çarşılar demek aslında. Ayakkabıcılar Çarşısı, Tenekeciler Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı bunlardan birkaçı. Ancak hepsinden öte Uzunçarşı demek Adapazarı. Uzunçarşı deyince de Balkan göçleriyle şehre gelen eğitimli ve şehirli esnaflar akla gelmekte. Uzun Çarşı ve Balkanlardan gelenler arasında nasıl bir etkileşim oldu?
Uzunçarşı ve çevresindeki çarşılar 1700’lerden itibaren ağırlıklı olarak Ermeni ve Rum zenaatkâr ve tüccarların hakim olduğu bir yer iken, 1881’den itibaren Bosna’dan gelen, ticareti iyi bilen, şehirli Boşnaklar, yavaş yavaş o çarşıları ele geçirmişlerdir. Bugün o çarşılardaki tüccarlerın büyük çoğunluğu Balkan kökenlidirler, evet.
Bize Uzunçarşı’nın önde gelen göçmen esnaflarının birkaçından söz edebilir misiniz? Örneğin; Berközler, Pakerler, Uzeller gibi.
Aynen öyledir. Berközler, Uzeller, Aldinçler, Canlılar, Yünüaklar Boşnak, Pakerler, Girişkenler, Sakallıoğluları, Kolunsağlar, Yüksel Kuruyemiş (Ayanoğlu’nun anne tarafı) Üsküp Türkmenidirler. Akçanlar Bulgaristan Tırnaova ve Şumnu kökenlidir. Potin Ayakkabı sahipleri Priştina Arnavutudur. Eski Belediye Başkanlarımızdan Uzunçarşı tüccarlarından İzzet Şükrü Enez, Dedeağaç kökenlidir. Unuttuğumuz da çok isim vardır.
Şehirli ve eğitimli bu yeni Adapazarlılar şehrin ticaret hayatına ne gibi yenilikler ve değişim getirdi? Ticaret ahlakı, ticaret prensipleri, rekabet, yardımlaşma vb.
2012 yılında yaptığım bir söyleşide, uzunçarşı esnaflarından, 80 yaşındaki Özcan Toplan büyüğümüze aynı soruyu ben de sormuştum. Adeta çocukluğundan itibaren - an az yetmiş senesi, ömrü Uzunmçarşı’da geçmiş, - şimdilerde merhum olan, Özcan Toplan Ağabey, bakın aynı soruma ne cevap vermiş: “Dostluk vardı, ahlak vardı, birbirine saygı vardı. Hiç kimse birbirinin hakkına tecavüz etmezdi, ihtiras yoktu. Birbiriyle yardımlaşma vardı. Pazarlık, yalan dolan yoktu. Senet menet yoktu o zamanlar; bazı köylüler paralarını bankaya değil, bazı tüccarlara verirler, lazım oldukça alırlardı. Yani güven üst düzeydeydi… Sabah namazından sonra dükkânlar açılırdı Uzunçarşı'da. Dükkânların önlerinde camekânlar yoktu, mangallar yakılırdı, mangal yakma yarışı yapılırdı. Dükkânlar o zaman mangallarla ısıtılırdı. Akşam ezanıyla da dükkânlar kapanırdı. Genelde açık hesaptı. Veya senetti.”
Soruma bir de şehrin sosyal hayatına etkiler bağlamında devam edersem neler söylersiniz?
En az bir asırdır Adapazarlıların damakları, Balkan lezzetleriyle bayram ediyor. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bozacılar (Alikoka, Bağlar), helva ve lokumcular (Mazlum ve Gülseven), ayrancılar (Enişte’nin ayranı), ıslama köfteciler (Mustafa, İsmail, Ramazan, Hacıbekir), tatlıcı, dondurmacılar (Yamanlar, Üç Kardeşler), gazozcular (Neşe Gazozu) hep Balkan kökenlidirler. Her şeyden önce 1930-62 yılları arası, İstanbul - Ankara Karayolu, Adapazarı merkezinden geçtiğinden, bugün Kapalıçarşı önünde bulunan İş Bankası’nın yerindeki Hacı Baba Lokantası (Boşnak kökenli Hacı Baba Hurşit Konuk’un işlettiği), bütün futbol kafileleri, tiyatrocu ve sinemacıların, bütün ünlülerin uğrak yerlerinden biridir. Gündüz Kılıç da müdavimidir oranın, Zeki Müren, Türkan Şoray, Fatma Girik, Cüneyt Arkın da. Sosyal hayat denilince ilk akla gelen Balkan kökenlilerdir bu şehirde. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Islama köfteden boza ayran ve dondurmalara… Boşnak böreğinden Arnavut ciğerine. Düğün – damat çorbalarından Tulumba tatlılarına, Adapazarı Mutfağı, biraz da Balkan Murfağı demektir aslında.
Şehrin yeni sakinlerinin siyasetle bağı var mıydı? Siyaset ve Balkan göçmenleri desek size.
Olmaz mı? Eskiler derler ki, “1946’ya kadar Adapazarı siyasetine ipek fabrikası sahibi, banka sahibi Cevat Adapazarlı hâkimdi. Adapazarı’nın derebeyiydi. Kendini şehrin sahibi gibi görüyordu. Tek Parti CHP’sinin kodamanıydı. 1934’te soyadı kanunu çıkınca Adapazarlı soyadını aldı. O hakkı gördü kendinde. Kimi işaret ederse o belediye başkanı oluyordu. İki dönem belediye başkanı, bir dönem milletvekili seçilen Ahmet Faik Abasıyanık, Cevat Adapazarlı’nın işaretiyle seçilmişti. 1946 seçimleri arifesinde Balkan kökenli Beş Yeminliler, bir akşam Uzunçarşı’da toplanıp Cevat Adaapzarlı’ya isyan bayrağını çektiler ve Batı Trakya Dedeağaç kökenli İzzet Şükrü Enez’i seçtirdiler. Cevat Adapazarlı’nın derebeyliğine son verdiler.” Netice itibarıya, çok partili süreçte, Balkan kökenli siyasetçiler 1946-80 arası siyasetin adeta lokomotifi, 1983 sonrası da muteber birer temsilcisi durumunda olmuşlardır, denilebilir.
Aralarında yerel yönetim ve ülke yönetiminde söz sahibi olanlar oldu mu?
Seçimle gelen ilk Balkan kökenli yerel yönetici Boşnak İbrahim Begoviç (Ocaklı) olup 1901-904 yıllarında görev yapmıştır. İkincisi 1916-19 yılları arasında seçilen, yine Boşnak kökenli Emin Muharrem Güner’dir. 1946-50 arası Dedeağaçlı İzzet Şükrü Enez’in seçildiğini az önce söylemiştim. 1955 Belediye seçimlerinde ise, Selanik kökenli Avukat Ali Necdet Güven’in Demokrat Parti’den Adapazarı Belediye Başkanı seçildiğini görmekteyiz. Arnavut kökenli Dr. Nuri Bayar’ın beş dönem Adalet Partisi (AP) Milletvekilliği ve Sanayi Bakanlığı yaptığını, Drama kökenli Selahattin Gürdrama’nın iki dönem AP’den Adapazarı Belediye Başkanlığından sonra, 1977’de milletvekili seçildiğini, Priştina kökenli Behçet Deryaoğlu’nun da AP’den Adapazarı Belediye Başkanı olarak seçildiğini (1975) görmekteyiz. 1980 Askeri Darbesi sonrası, 1983’te yeniden açılan TBMM’de, geçen kırk yıllık süreçte, (1983-2023) Üsküp kökenli Ayhan Reyhan Sakallıoğlu (MDP - ANAP), Drama kökenli Ahmet Neidim (DYP - ANAP), Kırcaali kökenli Ayhan Sefer Üstün (AK Parti), Varna kökenli Mustafa İsen (Ak Parti), Kocacık kökenli Ertuğrul Kocacık’ın (Ak Parti) milletvekili seçildiğini görmekteyiz. Kocacık kökenli Zeki Toçoğlu da iki dönem AK Parti’den SBB Başkanı seçilmiştir. Halen Adapazarı Belediye Başkanı olan Mulu Işuksu da, anne tarafından Priştina Arnavutudur. Velhasıl, Balkan kökenliler, siyasette her zaman varolagelmişlerdir, var olacaklardır da.
Bugün Balkan göçleriyle şehre gelerek ticarette kendisine yer edinenlerin ailelerinden ticareti devam ettirenler bulunuyor mu?
Maalesef eskiye oranla çok az. Modernite, İstanbul ve Avrupa’ya göç, Uzunçarşı’nın sosyolojik genetiğini de bozmuş durumda. Uzunçarşı’da dededen toruna devam eden sadece dört dükkanın kaldığı söyleniyor, mesela. Girişkenlerin torunu Safa Girişken, Abbas Gülseven’in çocuğu Melih Gülseven ve kardeşleri, Akçanların oğlu İsmail Akçan ve kardeşi, bir de Murat Uslu. Uzunçarşı dışından, Ali Koka’nın (Bozasının) torunu Rahmi Sak’ı, Mazlum Amcanın (Şekerleme’nin) torunu Mazlum Tarık Pekerken’i, Tanış Ticaret Şadi Tanış’ı, Köfteci Mehmet Köprülüoğlu’nun torunları Yavuz ve Cem Köprülüoğlu’nu da eklemeliyiz bu isimlere. Yazık, çok yazık.
Balkan ülkelerine yaptığınız seyahatlerden edindiğiniz tecrübelerle bize bir Balkan rotası çizin desek nasıl bir tecrübe paylaşımı çıkar?
İki ayrı güzergah önereceğim. A ve B. A, Saraybosna’dan Dedeağaç’a, İpsala’ya. B güzerhahı Gagauz Yeri’nden Edirne’ye. A Güzergâhını önereceğim evvela: Uçakla Bosna’nın başkenti Saraybosna’ya iniş. Karayolu’yla, Saraybosna, Mostar, Blagay (Sarı Saltuk Tekkesi), Poçitelli Türk köyü, Trebinya’dan Karadağ’a geçiş. Karadağ’da Kotor, Budva, Bar şehirleri. Arnavutluk’ta İşkodra ve Tiran’ı ziyaretten sonar, Kosova Prizren’e geçiş. Prizren, Batıda Türkçenin konuşulduğu son şehir. Ve mutlaka Prizren’e 18 km mesafedeki Mamuşa Türk Köyü’nü (Mahmut Paşa) ziyaret. Vakit varsa Prizren’den İpek’e geçip, Mehmet Akif Ersoy’un baba memleketi Susişa’yı ziyaret. Sonra başkent Priştina. Hemen yakınındaki Sultan I. Murat Hüdavendigar’ın meşhedini (şehitliğini) mutlaka ziyaret. Sonra Kuzey Makedonya. Önce Balkanların kalbi, - benim gömülmeyi vasiyet ettiğim şehir - Üsküp’ü doyasıya, iliklerinize kadar soluya soluya yaşayış. Ardından Kalkandelen ve Gostivar. Gostivar’da mutlaka Banisa Türk Köyü’nü ziyaret. Debre’yi, Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi’nin köyü olan Kocacık’ı ziyaret. Sonra şiir şehir Struga. Balkanların incisi Ohri’yi hissediş. Ardından lezzet cenneti, köftesi, elması ve Hürriyet kahramanı Niyazi Bey’in şehri Resne’yi ziyaret. Elbette hüzün şehri Manastır. Nixi Gümrük kapısından ver elini Yunanistan. Önce Vodina. Şelaleden Karacaova’yı seyir. Sonra Selanik. Kavala. Rodop Dağlarının güney yüzünde 127 köyde 127 minareyi seyrede seyrede İskeçe ve Gümülcine’yi ziyaret. Nefis lezzetteki Kavala Kurabiyesi ve Gümülcine Kahvesi almayı unutmayınız. İpsala, Keşan, Tekirdağ, İstanbul.
Bir de B Güzergahı önereceğim. Uçakla İstanbul’dan Moldova’nın başkenti Kişinev’e iniş. 80 km güneye, Gagauz Yeri’nin başkasabası Komrat. Oğuz Türkleri. Saf tertemiz insanlar. Çadır ve Volkaneş kasabalarını ziyaret. Ardından Prut Nehrini aşarak Romanya’ya giriş. Tuna’nın kıyısındaki Galeti şehrini ziyaret. Dev Tuna Nehrini aşarak Romanya düzlüklerini seyrede seyrede Köstence. Sonra Bulgaristan’ın İzmir’i, Varna liman kenti. Deliorman’ın başkenti Şumnu’yu ziyaret. Razgrad ve Silistre. Silistre’de mutlaka mahzun kalbiyle gelecek dostlarını bekleyen Mecidiye Tabyamızı ziyaret. Sonra Rusçuk. Ardından 1364’te Osmanlı’nın Bulgaristan’ı fethettiği zamanki başkent olan Tırnova. Hâlâ tarihi hüviyetini koruyor. Sonra Koca Balkan Dağları’nın kuzey eteklerinde, bizin Safranbolu’muza benzeyen tarihi Etır şehrini ziyaret. Ve başkent Sofya elbette. Sonra Bulgaristan’ın İstanbul’u dedikleri, hem tarihi hüviyeti hem turizm ve modanın başkenti Filibe. Özellikle kale etrafındaki Türk mahallesi ve hâlâ muhteşem altı asırlık Muradiye Camii. Sırada, tüm Rumeli’de tek şehir belediye başkanının Türk olduğu, adının hâla Türk olduğu tek şehir, Kırcaali var. Ki o Kırcaali, Sultan II. Murat döneminde inşa edilen Yedi Kızlar Camii’inin, efsane halterci Naim Süleymanoğlu’nun şehridir. Ki o Kırcaali, tüm ilçelerinin; Mestanlı, Eğridere, Koşukavak, Cebel, Karagözler, belediye başkanları da Türk’tür. Bulgaristan’un en yoğun Türk şehridir Kırcaali. Sonra Hasköy’den Edirne. Ardından İstanbul.
Balkan seyahatleriniz içinde unutamadığınız biri var mı ve Balkan coğrafyasında “beni kalbimden yakaladı” burası dediğiniz sizi çok etkileyen bir yer/şehir/mekân?
Üsküp en başta. Kendimden geçiyorum orada. Gostivar’da köyümde gibiyim. Gül kokulu şehir Prizren, huzurun başkentidir benim için. İşkodra’yı çok severim. Kotor, bizim mimarimiz ve izlerimiz olmasa da müthiş egzotik ve özgün bir şehir. Tarih kokulu Budva da hoştur. Rumeli’nin gerdanlığı Mostar’a bayılırım. Buna Nehri’nin çıkış kaynağı/noktası Sarı Saltuk Tekkesi (Blagay) muhteşemdir. Hoca Ahmed Yesevi’nin ayak ve ruh izlerini yaşarsınız doya doya. Saraybosna Aliacity benim için. Haza şehirdir Saraybosna. Türk mührüdür. Filibe muhteşem bir şehirdir. Kırcaali’nin adı ve Müzekki Ahmed’i yeter. Yanık bir türkü olan Şumnu’yu da çok severim. Tuna Nehri kıyısından bana hep el sallayan Rusçuk ve Silistre şahanedir. Gagauz Yeri’ndeki Oğuz Türklerinin safiyetine doğallığına bizim unuttuğumuz özbeöz, en has Türkçe kelimelerine doyamadım. Ah be Necla, bir Balkan âşığına sorulacak soru mu bu. Nasıl ayrım yapayım. İnsan evlatları, ailesi arasında ayırım yapabilir mi… Unutamadığım o kadar çok gezi, olay ve kişi var ki. Onlarca sayfa anlatmam lazım. Bir tanecik anlatayım madem: 2006 yılı. Prizren’de Akdere kıyısında kafilece geziyoruz. Bizim Mudurnu, Beypazarı gibi tek katlı dükkânlar var, sıra sıra. Feta Emin diye bir tabela gördüm. Fettah Emin Abimiz yani. (H harfi attaya gitmiş, gelmemiş dedim ya.) Benden şöyle böyle beş altı yaş büyük biri kapıda. Selam verdik. Kırık bir Prizren Türkçesiyle anlattı. Arnavut’tu muhtemelen. Büyük büyük dedesi (dedesinin babası) çok yaşlı, vefat ederken, torunlarını toplamış, bir vasiyet vermiş: Unutmayın; İstanbul baş, Prizren kuyruk. Fettah Emin Abimiz, aslında Rumeli’deki altı buçuk asırlık medeniyetimizin şifrelerini halırlatıyordu bize. Ve tüm dünyaya.
Sizin iki evladınız ve bir torununuz var. Çocuklarınızda ve bunun uzantısı olarak torununuza Balkanlarla ilgili nasıl bir öğüt veya gelecek yaşamları için tavsiyede bulunursunuz?
Kızım Ayşenur’u defalarca götürdüm zaten Rumeli’ye. Çok arkadaşı dostu var onun da. (Kızım dokuz aylık bebeğiyle uçağa atlayıp Karadağ ve Bosna’yı gezme hevesi ve arzusunda.) Eşim Gülseren de defalarca gitti benimle. Balkanlı dostlar, bizim eve geldiler kaldılar şereflendirdiler. Oğlum Ahmet Arif ve gelinim Dilek de severler Rumeli’yi. Dokuz aylık torunum Mehmet Selim, beş altı yaşına gelsin de, anne babasını da alıp Ave B güzergahlarını gezdireceğim ona. Vekilim, veliahtım o benim. Ailemde bayrağı Selim’e devredeceğim inşallah.
“Balkan Türkçesi” diye bir realite var. Bir Balkan sevdalısı olarak bize Balkan Türkçesi‘nin özelliklerinden bahseder misiniz?
Balkan Türkçesi demeyelim de ona, Rumeli ağzı diyelim. Başta Gagauzlar, Bulgaristan, Batı Trakya, Makedonya ve Kosova Türkçesi, bizden (Adaapzarı yerlileri biz Manav köylerinden dahi) daha saf ve duru bir Türkçeyle konuşuyorlar. Sofaya hayat diyorlar mesela. (Çocukluğumuzda bizim köyde de hayat derlerdi.) Ana diyorlar. Nine diyorlar. Daha doğrusu, benim altmış yıl önceki çocukluğumun Türkçesiyle konuşuyorlar. Ne güzel. Ağız özelliklerine gelince, Rumeli Türkleri, h harfini attaya göndermişler, olsun, ne mahsuru var. Şar Dağının iki yakasındaki şehirlerde, k harfi ç’ye, g harfi de c’ye dönüşüyor. Köfte çüfte, tekke teççe oluyor. Gün cün, gece cece oluyor. Hafif bir Rize havası seziliyor. İyi kelimesi ısla oluyor. İyi misin yerine Isla misın? Oluyor. Olsun. Can kurban. Bir de ğ sesi g’ye dönüşüyor. Yağmur yerine yagmur, yağdı yerine yagdi diyorlar. Cümlelerinde yüklem genellikle başa geliyor, özne sona. Bu arada Batı Trakya Türklerinin, İstanbul ve Marmara Türkçesiyle neredeyse aynı konuştuğunu da gözlemiş bulunuyorum.
Biriyle tanıştığınızda Balkan göçmeni olduğunu anlayabilir misiniz? Nasıl?
Tabii ki. Biz Adapazarlılar on sekiz etnik köken birlikte yaşıyoruz. Hepsinin anatomik şifreleri zihnimizde yazılı zaten. Yüzde seksen biliriz, yanıldığımız azdır. Balkanlar’dan gelen Boşnak, Sancaklı, Arnavut, Makedon (Torbeş), Pomak (Bulgarca konuşan) Müslüman topluluklar var. Sonra Muhacir dediğimiz - bu arada Adapazarı Türkçesinde Muhacir, Balkanlar’dan gelen Türklere denir sadece - Türkler de, Kosova’dan gelenler, Makedonya’dan gelenler, Selanik’ten gelenler, Bulgaristan’dan gelenler, Romanya’dan göçenler ve Kırım Tatarları diye kendi aralarından ayrılırlar. Biz bu on bir topluluğu da yüz rengi, göz rengi, burun yapısı, fiziki özellikleri ve şivelerinden anlarız. Boşnaklar, fiziki olarak Sırplara benzerler, çok uzun boylu ve açık tenli. Kibar ve yumuşak huyludurlar. Şehirlidirler. Arnavutlar, fizik olarak Türk kökenlilere oranşa daha iri kıyımdırlar. Psikolojik olarak bizim Trabzonlu - Rizelilere benzerler. Onlar gibi çok zor coğrafi koşullarda yaşamışlardır. Dağlık arazi insanlarıdır. Kavgaya, mücadeleye, silaha düşkündürler. Sancaklılar, daha çok Boşnaklara yakındırlar. Torbeşlerle Pomaklar, yakın dili konuşurlar. Fizik olarak orta boyludurlar. Bizim Balkan Türklerinin biraz açık tonlu halindedirler. Ruhen de yakındırlar. Uyumlu sakin insanlardır. Balkan Türkleri de şivelerinden hemen ayırabiliz: Mesela Bulgaristan’da, Sofya’dan Burgaz’a uzanan 450 kmlik Koca Balkan sıradağlarının güneyi (Hasköy, Kırcaali, Filibe, Eski Zağra) geleorum der, Koca Balkan sırdağlarının kuzeyi (Burgaz, Varna, Şumnu, Eski Cuma, Razgrad, Dobriç, Silistre, Rusçuk, Tırnova) geliyerim der. Kuzey Bulgaristan, Romanya ve Gagauz Yeri Türkçesi çok birbirine benzer. Cümlerin en az yarı te ile başlar, beh ile biter. Genelde Balkanlar, geldim beya, kalıbını kullanırlar. Cümle başında yüklem, ardından da beya. Tatlı, sevimli, hoş bir Türkçedir Balkan Ağzı. Yumuşaktır. Uyumludur. Sessizdir. Derindir. Daha insanidir. Çok severim.
Balkan mutfağı denilince aklınıza neler geliyor? En sevdiğiniz balkan yemeği hangisi?
Rumeli için sorduysanız: Kırcaali’de kuzu pirzola, Resne’de elma ve köfte, Ohri’de balık, Gostivar’da köfte ve kırk çeşit dondurma, Üsküp’te köfteli kuru fasulye, kebap ve trileçe, Prizren’de kaşarlı çüfte (köfte) ve çocuk bileği kalınlığında tulumba. Şahanedir. Şadırvan’ın tadına doyulmaz suyu, muhteşemdir. Şükran Celina Abla’mın enfes Şar Dağı kahvaltısı: Şar peyniri, çeşit çeşit Şar reçelleri, pideykası. Mamuşa’nın harika börekleri ve nefis karpuzu. Saraybosna’nın harika Çevabisi… Burgaz’da Fatme Muhtar’ın ev yapımı kabak tatlısı, çıtır çıtır harikaydı. Dobriç Tervel’de Hacı Remziye Teyze’nin yer sofrasında yediğimiz içtiğimiz enfes çorbanın ve koyun eti yahninin tadını, Gostivar Banisa’da beş hanenin imece ile bir otobüs bizm kafileye ikrem ettikleri muhteşem lezzetleri de unutamıyorum. Adapazarı için sorduysanız: Islama köfte. Boza. Tulumba tatlısı, Boşnak böreği, Arnavut ciğeri, Düğün (dana) çorbası, rengarenk dondurmalar. Etle sebzeyi bu kadar güzel kaynaştıran Rumeli Mutfağı dışından bir mutfak görmedim ben.
Balkan müziklerini dinliyor musunuz? En sevdiğiniz Balkan şarkısı hangisi?
Dinlemez olur muyuz. Bayılırım. Yürek yakan, hüzün fışkıran türkülerdir onlar. Çalın davulları çaydan aşağı / Mezarımı kazın belden aşağı / Suyumu da dökün boydan aşağı / Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver / Al başımdan bu sevdayı, götür yare ver. Ruhumu adeta donduran, hüzün yumağına döndüren bu enfes türküyü sevmeyenin insanlığından da Türklüğünden de şüphe ederim ben. Bin kere dinlemişimdir. Bin kere daha dinlerim. Alişim’in kaşları kare, Arda boylarına ben kendim gittim (Kırcaali türküsü), Vardar Ovası Vardar Ovası / Kazanamadım sıla parası (Üsküp türküsü), Manastır’ın ortasında vardır çeşme (Manastır türküsü), Aman bre deryalar biz nişanlıyız (Kumanova türküsü), Kırım’dan gelirim adım da Sinan’dır (Kırım türküsü), Estergon Kalesi bre dilber aman, su başı durak (Budapeşte türküsü). Tuna Nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Şanı büyük Osman Paşa / Plevne’den çıkmam diyor. Bu harika marşı her söyleyişimde kahramanlıkla hüzün atbaşı yarışır içimde. En önemli türküyü, Prizren türküsünü en sona bıraktım: Yandi Kumonova / Tutuşti Preşova / Prizran içinde / Halil Beg hovarda. En sevdiğim Prizren türküsüdür, bu türkü. 2006 yılında Sakarya Büyükşehir Belediyesi olarak K.Makedonya Gostivar’dan Genç Yıldızlar adından bir grup getirdik. Ülke birincisi olmuş bir halk oyunları ekibi. Hepsi Türk. On iki lise öğrencisi kızdan oluşuyor esas grup. Bir de Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü şiirini çok güzel okuyan Gülcan diye bir kız daha var. Etti on üç. Başlarında Abdülmecit Nurettin (şimdi Gostivar merkezli Vizyon Üniversitesi rektör yardımcısı, uluslararası ilişkiler profesörü) kardeşim var. Fizik öğretmeni Kazım Kazım da var. Müzisyenler İka ile Ebrar Mazhar. Yedi gün boyunca Adapazarı, Bolu, Ankara Polatlı, Eskişehir Odunpazarı, Bilecik, Taraklı, Serdivan ve Söğütlü’de Türk kınası canlandırıp halk oyunları gösterisi yaptılar. Gülcan kızımız da Sakarya Türküsü’nü şahane okuyup hep ağlattı izleyicileri. Biz Sakarya Büyükşehir olarak ev sahibiyiz. Ben de SBB Kültür Dairesi Başkanı olarak kafileyle yakından ilgileniyorum. Eşim Gülseren Hanım, o zaman on dört yaşında olan kızım Ayşenur (şimdilerde yazar ve Ankara’da Türk dili ve edebiyatı öğretmeni) ve on beş yaşında olan yeğenim Nisa da (şimdilerde Hatay’da sınıf öğretmeni) var bizim kafilede. Gündüzleri yol alıyoruz. Akşamları şehir şehir gösteri. Gençler çok neşeliler. Beni çok sevdiler. Ben de onları. Hepsi birer Ayşenur ve Nisa oldular benim için. Yolculuk sırasında beni mutlu etmek, bana jest yapmak için hep bir ağızdan türkü söylüyorlar: Yandi Kumonova / Tutuşti Preşova / Adabazar içinda / Fahri Beg hovarda. Ardından da bana bakarak güçlü bir alkış tutuyorlar. Ben renkten renge giriyorum. Eşim kızım yeğenimin yanında bana hovarda deyip gülüyorlar. Ben yerin dibine geçiyorum. Malum, bizim Anadolu Türkçesinde hovarda, gözü başkasının karısında kızında olan demek. Hangi hatunla yatıp kalktığı belli olmayan demek. O taraklarda hiç bezi olmayan biri olarak gençler hep bu şarkıyı söyleyip alkışlayarak bana baktıklarında, küçülüp küçülüp toplu iğne ucu kadar kalıyorum. Yüzüm kıpkırmızı kesiliyor. Eşime bakıyorum göz ucuyla. O da üzülüyor, benim gibi belli ki, içten içe. Her gün en az beş altı belki sekiz defa yaşanıyor bu komik ve dramatik durum. Bir çözüm arayıp duruyorum. Beşinci gün artık dayanamadım, misafir ekibin kafile başkanı Abdülmecit Nureddin’i çektim kenara. Durumu izah etmeye başladım. Abdülmecit’te gülmeye başladı.
- Ne var ki bunda Fahri Abi. Biz senin için iyi şeyler söylüyoruz. İltifat ediyoruz.
- Ne iltifatı Abdülmecit. Beni yerin dibine sokuyorsunuz. Lütfen bir daha söylemeyin bu türküyü!
- Nedenmiş Fahri Abi?
- Hovarda bizde başkasının karısıyla kızıyla düşüp kalkan ahlaksız adam demek yahu!
- Ne diyorsun sen? Bizim Makedonya’da, Kosova’da hovarda, cömert, yediren içiren, babacan, abilik yapan iyi insan demek. Sen de öyle birisin bizim için. Kaç gündür bizim için çırpınp duruyorsun.
Bu sefer gülme sırası bana gelmişti.
- O zaman gel şunu Gülseren Yenge’ne de izah et, vaziyeti kurtaralım, dedim. O da öyle yaptı. Yüzümün kızarmasından kurtulmuş olduk. Meğer hovarda kelimesinde, Anadolu Türkçesiyle Rumeli Türkçesi arasından ciddi bir anlam kayması varmış. Unutulmaz bir anıya dönüştü bu türkü, anlayacağınız.
Devam eden yahut gelecekte yapmayı planladığınız Balkanlarla ilgili projeniz bulunuyor mu?
Genel yayın yönetmenliğimde, 2013-14’te, iki yıl sekiz sayı çıkan ve sekiz Balkan ülkesindeki yetenekli Türk gençlerinin şiir, öykü, deneme, porter, araştırma ve türkülerinin yer aldığı, üç aylık edebiyat dergisi Balkan Türküsü’nü devam ettirmeyi çok istiyorum. Zira sekiz Balkan ülkesindeki şair ve yazarlarla iletişimim aynen devam ediyor. Balkanlar’da Türkçeyi yaşatmamız şart. Bunun yolu da edebiyattan, dergilerden geçiyor. Kaynak arayıp duruyorum. Yıllardır Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yaptığım yazarlık mekteplerinde yakaladığım kırk genci, Rumeli’de geçmişte yakaladığım kırk gençle birlikte, örneğin Prizren’de veya Üsküp’te, on gün süreyle bir araya getirip bir Balkan Yazarlık Akademisi gerçekleştirmek istiyorum. On şair ve yazarla gideceğim tabii ki. Bunu başarabilirsek Balkanlar’da Türkçenin ömrünü kırk yıl daha uzatabiliriz, diye düşünüyorum. Bir de ölmeden gerçekleştirmek istediğim bir projem daha var: Türkçeyi Yaşatanlar. Yaşları Rumeli’de yetmiş - doksan arası olan, geçmişte Türkçe yazdıkları şiir, öykü, roman, araştırmalarla dilimizi yaşatan veya besteleri türküleri tiyatroları ile Türkçeyi yaşatan, çok sayıda kahramanımız var. Ve bir ayakları çukurda, bizler gibi. Her sene bir kaçını da Rahmeti Rahman’a uğurluyoruz. Alalh uzun ömürler versin, Prizren’de Zeynel Beksaç gibi, Sofya’da Sabri Alagöz gibi, Varna’da Rüstem Aziz gibi, Gümülcine’de Rahmi Ali gibi, toplasan tüm Bakanlar’da yirmi beş - otuz kahramanmız kaldı. Bu isimsiz kahramanların belgesellerini çekmek istiyorum. Başka birkaç projem daha var. Nasip bakalım…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.