• İstanbul 9 °C
  • Ankara 8 °C
  • İzmir 16 °C
  • Konya 10 °C
  • Sakarya 9 °C
  • Şanlıurfa 14 °C
  • Trabzon 11 °C
  • Gaziantep 14 °C
  • Bolu 4 °C
  • Bursa 11 °C

Adapazarı'ndan Neden ve Nasıl 16 Öykücü Yetişti?

Fahri TUNA

Adalı Genç Öykücüler

Türk edebiyatına 81 ilin de değerli katkıları vardır elbette. Yadsınamaz katkıları.

İstanbul’u değerlendirme dışı tutalım. 470 yıllık başkentliği var. Diğer 80 il arasında, yetiştirdiği şair ve yazarlar arasında ilk beşi, herhalde Maraş, Bursa, Konya, Ankara, Urfa paylaşır.

1954’te Kocaeli’den ayrılarak vilayet olan Sakarya’mız ise, ulusala mal olmuş, ulusal edebiyat dergilerinde yazan otuz iki şair ve yazarıyla, inanıyorum ki, ilk on il arasında - rahatlıkla - yer alır. Şeksiz şüphesiz öyledir bu. İnanıyorum.

1520’de vefat eden ve atasözlerini şiire adapte etmesiyle ünlü Geyveli hemşerimiz Mehmed Süreyya Güvahi’den, daha otuzuna girmediği hâlde, birçok ödüller alan ve kitabı Dergâh’tan çıkan Sinem Torun’a… Otuz iki şair ve yazarımız var bizim. Bu alanda, edebiyatın başkentlerinden biri değilsek de uç beyliği sayılırız, kanaatimce.

Unutmadan: Benim için Sakaryalı yazarlar üçe ayrılır; ama üçü de benim kalbimce özbeöz Sakaryalı, hatta Adapazarlı, hatta hatta Adalıdır: Bu şehirde doğup bu şehirde yaşayan, bu şehirde doğup başka şehirlerde yaşayan, başka şehirlerde doğup bizim şehrimizde yaşayan. Hepsi de bizimdir, bizdendir, bizcedir.

Doğum tarihlerine göre sayıyorum:

Güvahi (ölümü 1524, şair), Osman Adapazari (18. Yüzyıl, şair), Sait Faik (1906, öykücü), Kerim Korcan (1918, öykücü), Faik Baysal (1922, öykücü), Mustafa Teymur Ateşli (1923, Bakü), Halit Çelikoğlu (1934, şarkı sözü yazarı), Necati Mert (1945, öykücü), Cüneyd Suavi (1948, hikâyeci), Yılmaz Güney (1949, şair), Hatice Bilen Buğra (1951, öykücü), M. Selahaddin Şimşek (1953, özdeyiş yazarı), Selim Gündüzalp (1954, deneme yazarı), Fahri Tuna (1959, biyografi-portre yazarı), Akgün Akova (1962, şair), Ayfer Tunç (1962, öykücü), Yılmaz Daşçıoğlu (1963, şair), Nevzat Sazak (1967, öykücü), Cihat Zafer (1971, deneme yazarı), Mustafa Uçurum (1973, öykücü), Zeynep Arkan (1975, şair), Leyla Yıldız (1975, biyografi yazarı), Fatma Çolak, (1977, şair), Ercan Yılmaz (1977, şair), İbrahim Gürel (1977, öykü yazarı), Arzu Özdemir (1979, küçürek öykü yazarı), Vildan Külahlı Tanış (1980, öykücü), Hande Ortaç (1980, öykücü), Serhat Demirel (1980, deneme yazarı), Mustafa Furkan Özren (1985, romancı), Kadir Korkut (1989, şair), Ayşenur Gülsüm (1992, öykücü), Cengizhan Genç (1992, şair), Sinem Torun (1994, öykücü). Bilmediklerimiz, duymadıklarımız, unuttuklarımız da vardır elbette. Sayı kırkı da bulabilir, geçebilir.

On bir şair yetiştirmiş Sakarya’mız. Üç deneme yazarı, bir biyografi yazarı, bir portre yazarı,  bir romancı, bir özdeyiş yazarı, bir şarkı sözü yazarı. Geriye kalan on altısı ise öykü yazarı.

Evet, ilginçtir, ulusallaşmış Sakaryalı yazarların yarısı öykücü. Bunun bir, belki birçok sebebi olmalı. Benim ilk aklıma gelen, vilayetimizin, sokaklarından on sekiz lisanın konuşulduğu, göçlerle oluşmuş bir şehir olması.

Bu konuda akademik bir araştırma yapılmalı derim.  

14 Şubat Dünya Öykü Günü.

İki gün süreyle size Adalı dört genç öykücünün birer eserini paylaşmak isterim. Siz de onlar hakkın bilgi ve fikir sahibi olasınız istiyorum.

İyi okumalar efendim. Ve iyi öyküler.

Arzu Özdemir

(Küçürek Öykü Yazarı)

1979’da Elazığ’da doğdu. Üniversitede edebiyat okudu. Bitirme tezleri psikolojik tahliller üzerineydi. Lisans bitirme tezi Matmazel Noraliya’nın Koltuğu'ndaki Karakterlerin Psikolojik İncelenmesi, yüksek lisans tezi ise Yusuf Atılgan’ın Romanlarının Psikanalitik İncelenmesi’di. 2016 yılında Karasu’ya taşındı. Şair Cengizhan Genç’in ısrarıyla küçürek öykülere dönüş yaptı. İlk kitabı Dil Sürçmesi çıktı. Özdemir, İzdiham dışında Karabatak, Hece Öykü, Hece, Muhayyel, Barbar, Mahalle Mektebi, Aksi Sanat, Adalya, Kanon 2010, Dergâh isimli matbu dergilerde Edebiyat Daima ve Edebiyat Burada isimli e-dergilerde hem küçürek öykülerini hem eleştirilerini yayımlattı. İkinci küçürek öykü kitabı Kısa Devre 2021 yılında Hece Yayınlarından çıktı.  Bunun dışında Nurullah Genç’in Yağmur isimli naatına bir şerh yazdı.

 

Avuntu   

Küçük kız annesine, Yeniden evlensene! dedi.                                                                                     

Evlen ve bana bir kardeş yap, erkek olsun ama adını ben koyayım.                                                       

Annesi, Ne koyacaksın? diye sordu.                                                                    

Kız, buruk bir gülümseme ile cevap verdi: Babamın adını.

Çat

Böyle kukumav kuşu gibi ne düşündüğümü sordu.

Söyledim:

-Bir insan kurtulacaksa eğer, sembolik de olsa bir rahimden tekrar çıkar.

Yunus balıktan, Yusuf kuyudan, Efendimiz de mağaradan…

Kahkaha atmasaydı gözüm kesmeyecekti belki.

Kapıdan çıktım.

Pat

Kapıyı çarpıp gidişinin beni bir gün böyle yere sereceğini tahmin edemezdim.

Bu depresif hali bir an önce üzerimden atmak için birçok kadınla oldum. Ama her birinde yalnızlığıma biraz daha gömüldüm.

Çıkan kurtulur, demişti.

Çatıya çıktım.

Enkaz

Annesinin sağ salim çıkarılmasını bekleyen çocuğa müjdeyi verdiler:

-Üzülme torbadaki senin annen değil.

Hayalperest

Bu kadar hayal kurmak insanı canından eder, dedim ona.

-Nasıl yani? dedi.

Kanatları balmumuyla yapıştırılan İkaros'u hatırla. Güneşe yaklaştığı için denize çakıldı, diyerek misal verdim.

Gözlerini kapadı, yüzüne bir tebessüm yayıldı.

-Aaa sen bilmiyorsun, dedi. Onu orada bir denizkızı karşıladı. Evlendiler, çocukları oldu.

Ayşenur Gülsüm (Öykü Yazarı)

1992 yılında Adapazarı’nda doğdu. 2016 yılında Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde lisans öğreniminden onur derecesi ile mezun oldu.  İstanbul Üniversitesi Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesinde pedagojik formasyonunu tamamladı. İş hayatına editörlük ve içerik üreticiliği ile başlayan Ayşenur Gülsüm, çocuk edebiyatı alanında her ay makale ve söyleşiler yayımladı. Ayşenur Gülsüm’ün kısa öykü türündeki ilk öyküleri Irmak, Dergâh, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı, ulusal hikâye yarışmalarında derece sahibi oldu, öyküleri 2011 yılında kitaplaşarak Kuşlu Dualar ismiyle okurla buluştu. Uluslararası Bakalorya Diploma Programı Turkish A: Literature dersi öğretmeni olan Ayşenur Gülsüm, ulusal dergilerde kurmaca ve makale yayınlarına devam etmekte ve Ankara’da yaşamaktadır.

Dize Gelir Önünde Güllerin En Yabanı[1] 

Ayşenur Gülsüm

Bakmak bir dildir, Mediha’nın yurdunda. Hepi topu iki harften ibaret alfabesiyle çeşit çeşit susar o. Bir şiir kitabından mülhem, bakış kuşu diyordum ona. İyi ki de diyordum, en azından “bu”, “deli Mediha” ya da hişt hiştten öte bir isme sahip olmuştu sonunda.

Onun vahşiliğindeki soyluluktan ürküyordu çocuklar. Haksız da sayılmazlardı; Mediha kimseyi kendisiyle bakışmaya değer görmezdi, daima yalnız gezer, başını kaldırmaz, kaldırsa gülmez, gülse uzun sürmezdi. Bu yaştaki bir çocuk için yalnızlık nasıl mekân, nasıl zaman olur, aklım almazdı. Onun kendine yettiğini görmek, bırakın çocukları, kendine yetemeyen yetişkinler için dahi kıskançlık sebebiydi.

Mediha’yı tanıdığımdan beri ben de onun diliyle konuşmaya başladım sanki. Gözlerimle binayı işaret ederek sınıflara dönme vaktinin geldiğini söyledim çocuklara. Bir bakışla boşalıverdi bahçe, herkes defterlerini kitaplarını çıkardı, kendi isimlerine bir yankı gibi “burada” dedi. Burada! Ben bir süre içeri girmedim, tek başıma, öylece, ayakta durdum. Mediha’nın kalbinin kapısını boş bahçelerde aradım. Tastamam üç yıldır girememiştim oradan içeri. Tek tesellim; geçen yıl bir aralık, koridorun sonundan, çok uzaktan onun da beni seyrettiğini yakalamamdı. Hepsi bu.

Kimdi, bilmezdim; nereden gelmişti, bilmezdim; niye bu kadar gecem gündüzüm olmuştu, onu da bilmezdim. İşin kötüsü bunların cevabını o da bilmezdi. Bazı hafta sonları, evci çıkardı Mediha. Küçük bir ilçedeki küçük bir evin adresini yazardı yoklama defterine. Yazısındaki incecik çizgiler bile, bu evin kendi evi olmadığını hissettirirdi; y’lerin, g’lerin kuyrukları o kadar uzardı ki uzak bir akrabama gidiyorum derdi bakana. Mutlu da dönmezdi pazar akşamları oradan. Onun evi kendisiydi ve artık bir kapısı olduğundan bile şüphe ediyordum.

Son dersin bitmesine yirmi dakika kalmıştı; kitaplarımı, notlarımı, her biri ayrı bir çocuk olan kâğıtları, okunacak ödevleri topladım, bez çantamın içerisine koydum. Kalmam için gösterdikleri oda şu bez çantadan azıcık daha büyüktü, fakat iki güzel penceresi vardı; biri uçsuz bucaksız üzüm bağlarına, diğeri ise perdeyi çeker çekmez kızların yataklarına bakıyordu. Neşeli ve olaysız gecelerde kızları bağlara tercih ederdim, bu gece de öyle olmasını umut ediyordum.

Etüt saatinin bittiğini kızların içeriye dolan kahkahası haber verdi bana da, derin bir oh çektim, keyifleri yerindeydi. Pijama giymek, diş fırçalamak niçin bu kadar gülünçtü onlar için anlamıyordum ama olsun, insanın içini açıyorlardı. Odadan çıktım: “Bizim gızlaaa! Beni bak biyo!” dedim en ciddi ifademle, benim ciddiyetim kahkahaları daha da büyüttü: “Herkeslee uyupdursun gari, gapetçem lambeleri!” İçlerinden birinin; “Tam omuyo emme” cümlesini, bir başkasının “Allah vaa, çalışıpduru.” diye tamamladığını duydum. “Hele şunlara bak!” diye yalandan kızarken ışıkları söndürdüm, kıkırtıları azala azala sessizliğe döndü. Göz ucuyla Mediha’ya baktım, yine eğlenmiyordu.

Kızları ışığımla rahatsız etmemek için ben de daha fazla çalışmadan yatağa geçtim. Odama kadar gelen fısıltılar, gülmemek için kendini tutmaya çalışmanın kaçak sesleri arasında uyuyakalmışım. Ancak her şey bölük pörçüktü, kendimi bir türlü uykunun genişliğine bırakamıyordum. Niçin huzursuz olduğumu tam ayırt edemiyor, sebebini bulmak için kendi kuytularıma indikçe panikleyip uyanıyor, yeniden dalmaya çalışıyordum. Sanırım dördüncü ya da beşinci kalkışımdı ki kapıda bir karaltı fark ettim, irkilip doğruldum. Karaltı hiç hareket etmedi, fakat yavaş yavaş aydınlanmaya başladı: Mediha gözlerini dikmiş beni seyrediyordu kapıdan.

“Mediha?” diye fısıldadım korkuyla; “Bir şey mi oldu?” 

“Ağaç kovuğu.” dedi bakışlarını bir an olsun ayırmadan.

“Efendim?”

“Ben bakış kuşu olamam. Ağaç kovuğunda yetişmedim ben. Bir annem var benim.”

Yavaşça doğruldum, sanki az evvel irkilerek uyanan ben değilmişim de oymuş gibi korkutmamaya özen göstererek yatağa, yanıma davet ettim: “Tabii var.”

“Nerede?”

Ben hayatımda hiç daha net bir soruyla karşılaşmamıştım.

“Nerede?” dedim.

“Kuş değilim ki kovukta yetişeyim, üzüm değilim ki daldan sarkayım. Kediler, köpekler bile analarının memelerinden süt emer. Beni de elbet bir ana doğurmadı mı?”

“Doğurdu.” dedim, dedim ama kendim bile duymadım.

“Nasıl aramaz beni? Nasıl hiç bilmediğim bu yere, tanımadığım bu insanlara bırakır da gider? Hadi gitti, nasıl senelerdir gelmez?”

Mediha’nın yaşı, benim korkum kadar uzun bir sessizliğin ardından yutkundum, ağzımı açtım, kapatıp tekrar yutkundum: “Hiç... Hiç ölmüş olabileceğini düşündün mü?” dedim incitmeye korkarak. Mediha’nın gözlerindeki kara alfabeyle parlak bir cümle kuruldu, dudakları ışıldamaya, belli belirsiz gülümsemeye başladı. “Tabii” dedi boşluğa bakarak ama aklındakinden emin, “Tabii ya, tabii.” Sevinçle yüzüme baktı: “Benim annem ölmüş olmalı.”

Annesinin muhtemel ölümü, ihmali kadar canını yakmayan bu çocuk beni hiç ürkütmedi o gece. Birbirine değen dizlerimizden bir sıcaklık yayıldı odaya, uzun uzun birbirimize baktık.

Bir kapı kapanma sesi duyuldu.

Sinem Torun Kara  (Öykü Yazarı)

1994 yılında Sakarya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sakarya’da tamamladı. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 2018 yılında lisans, 2022 yılında yüksek lisans eğitimini tamamlayarak mezun oldu. 2011 yılında Varlık Yayınlarının düzenlediği Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri kapsamında öykü dalında Kuş Üzümü adlı dosyasıyla dikkate değer ödülü aldı. VarlıkHece-ÖyküDergâh gibi çeşitli dergilerde yayımlanan öyküleri, 2017 yılında Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar ismiyle kitaplaştı. 2017-2021 yılları arasında Dergâh Yayınları bünyesinde editörlük yaptı. İstanbul'da yaşamakta olan yazar,  bir yandan öykü ve makale yayınlarına, diğer yandan editörlüğe evden devam etmektedir.

Yırtılan Şeyler Sinem Torun Kara

Ellerim yırtılıyor. Bir fermuar gibi açılıyor derim.

Ölüverseydim ne olurdu.

Kar ortasında uyandım.

Kar kanımı emiyordu. Bir bebeğin annesinin memesinden sütü doğuştan gelen bir aşkla, bırakmamacasına emmesi gibi... Kar beni bırakmıyordu. Bir türlü içinden çıkamıyordum.

Bir arabadan düşmüştüm buraya. Arabacı düştüğümü fark etmemişti. Kimse fark etmemişti. Kar üstüme yağmıştı. Günlerce yağmıştı. Aylarca yağmıştı. Yıllarca. Beni sarıp sarmalamıştı. Parmaklarımı hissetmiyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Sadece nefesim vardı. Nefesim çok gürültülü çıkıyordu. Nefesimin gürültüsü başımı ağrıtıyordu.

Beyaz bir fare kulağımı kemirmeye başlamıştı bile. Hâlbuki ben henüz ölmemiştim. Ama ona ölmediğimi söyleyecek kadar bile hareket edemiyordum. Sadece gözümü açabilmiştim. Bu yeterdi. Yeter miydi? Fare kulağımı kemiriyordu, acımıyordu, hissetmiyordum.

Kirpik köklerim kızarmıştı. Kızarmış mıydı? Görmüyordum. Hayır görüyordum. Gök berraktı. Kendimi görebiliyordum. Kendimi oradan seyrediyordum. Gökte kendimi görüyordum çünkü gök bir ayna kadar berraktı. Her şey benim için vardı. Fare kulağımı kemirmek, gök beni bana göstermek, kar bedenimi emmek için. Ben benim için vardım.

Ceketimin cebinde bir şey vardı. Sadece orası sıcaktı. Onun sıcaklığı beni hayatta tutmuştu. O neydi?

Cebime bir şey girmişti. Orası sıcaktı. Nedendi? Ne vardı? Hareket ediyordu.

Ellerim de benimle birlikte düşmüştü arabadan. Kafam da benimle düşmüştü. Başım da. Bacağım da. Düşmüştük. Bir süre gidiyor hissi devam etmişti. Sonra artık gitmediğimizi, durduğumuzu, kar bize doğru değil de üstümüze üstümüze yağınca anlamıştık.

Cebimdeki şey artık hareket etmiyordu. Ama hala sıcaktı. Neydi? Kimdi cebimdeki? Lenny’nin farelerinden biri miydi? Ben kötü bir şey yaptım George. Ne güzel kitaptı. Sevmiştim. Sonunda şaşmıştım. Kurşun benim kafama girmiş gibi sarsılmıştım. Şimdi o kitaptan ne kadar uzaktaydım. Kitabım neredeydi? Odamdaydı. Peki odam neredeydi? Neresindeydim dünyanın?

Kanım iyice emilince yan dönecek karın üstüne çıkacaktım. Çok acım vardı. Biliyordum. Ama hissetmiyordum. Karın kaldırma kuvveti yoktur. Kandırma kuvveti vardır karın. Yine de bir balığın ölüp su üstüne çıkması gibi, bir balığın yan dönmesi gibi yan dönecektim.

Bir masanın üzerine çıkarmışlardı beni. Boyum çok kısaydı. Unutmuştum. Kelimeleri unutmuştum. Kenardan fısıldamıştı kadın. “Tamam, önce adını söyle” demişti. Adımı unutmuştum. Tek kelimeyi hatırlıyordum. “Ey..” Söyledim. “E-e-e-ey.” Kekeledim. “E-ee-ey-y…” Ey diyemiyordum. Pazartesiydi. Sabah güneşi karşıdakilerin yüzüne vuruyordu. Güneş yüzlerine vurmasın diye ellerini gözlerinin üzerine gölgelik yapmıştı çoğu. Güneşten gözleri kamaşmıştı herkesin. Suratları gerilmişti. Güneş yüzlerini değişik şekle sokmuştu. Kimse yüzünü kontrol edemiyordu. Bana yüz ekşiterek bakmışlardı. Güneşten miydi? Değildi. Bana yüz ekşitmişlerdi. Son gücümle “E-e-eeey…” dedim. Hitap eder gibi yapabilmiştim. Ablam kafasını öne eğmiş umutsuzca sallıyordu. Ofluyordu. “Abla,” dedim içimden, “abla gel ikinci kelimeyi söyle.” Yüzüme bakmıyordu. Ablamın kafasını kontrol edemiyordum. Ellerim. Ellerim hareket etmeye başlamıştı. Diğer parmaklarımı hızlıca başparmağıma sürmeye başlamıştım. Bu iyi değildi. Bu hiç iyi değildi. Hırkam parmaklarımın arasına sıkışıyordu. Hırkamı parmaklarımın arasından çıkaramıyordum, dolanmıştı. Birbirlerine dolanmışlardı. Masanın üstündeydim. Herkes bana bakıyordu. Güneşten kısılmış gözlerinin arasından belki de sadece göğsümden dizlerime kadar görüyorlardı. Hayır, boyu uzun olanlar başımdan kalçama kadar, boyu kısa olanlar belimden dizime kadar görüyordu. Ellerimi, parmaklarımı, durmadan hareket eden, durmadan gidip gelen parmaklarımı, parmaklarımın arasına dolanan hırkamı görüyorlardı. Uzun olanlar da kısa olanlar da, her halükarda ellerim görünüyordu. Parmaklarım bir gidiyor bir geliyordu. Gidiyordu. Geliyordu. Gidiyordu. Kelime gelmiyordu. Üşüyordum. Çenem titriyordu. Üstüme kar yağıyordu.

kar bize doğru değil de üstümüze üstümüze yağınca anlamıştık. Durduğumuzu. Artık gitmediğimizi.

Ben de insandım. Ayaklarımdan birini, ikinci ayağımı öfkeyle yere vurduğum olmuştu. Ayağımı yere vurduğum. Kahretsin dediğim. Lanet olsun dediğim. Kahretsin

dediğim

dediğim

dediğim

dişlerim vuruyor birbirine. Hızlıca soluyan bir şeyin sesini duyuyorum. Bu benim nefesim mi. Hayır bu benim nefesim değildi. Artık dişlerim bile vurmuyor.

İnsan başka nerede yaşayabilirdi. İnsan cebindeki sıcaklıktan başka neyin içinde yaşayabilirdi. Simitten dökülen susamlar mıydı? Susamlarını temizle, derdi hep, nimete saygısızlık etme, çarpılırsın, derdi. Ben cebimde susam olmasını severdim. Canım sıkılınca cebimden birkaç tane çıkarır, peçete parçalarını ayıklar susamları ön dişlerimin arasında ezerdim. Sıkılınca. Susamlar mıydı? Neydi?

Nefes yaklaşıyordu. Fare kemiriyordu. Kafamı çevirip bakamıyordum. Farenin kemirme sesi. Yaklaşan nefes sesi. Benimki değil, başka bir şeyin nefes sesi. Fare kemirmeyi bıraktı. Arka ayakları üzerine kalkıp ince bir ses çıkardı, hızlı hızlı gitti. Tıpır tıpır, bağıra bağıra gitti. Kar, sesi büyütüyordu, çok iletiyordu. Farenin ayak tıpırtısı çok gürültülü geliyordu. Kafama kafama vuruyordu. Kalp gümbürtüme karışıyordu.

Kokladı. Kokladı. Yüzümü yaladı. Dili sıcaktı. Yumuşacıktı. Gözlerimi kapattım.

Bir köpekti. Cebimi koklamaya başlamıştı. Sıcak olan cebimi… Burnunu cebime sokmaya çalışıyordu. Başardı. Sıcak şeyi oradan çıkardı. Yere bıraktı. Ayağıyla oraya buraya ittirdi. Sonra ağzına aldı. Gitti. Görmüştüm. Cebimden çıkardığı şey benim embriyomdu. Bendim. Susamdan hallice büyüktüm. Beni dişlerinin arasında sıkmıştı.

Köpek. Gördüm. Cebimden sıcak şeyi, embriyomu, benim embriyomu ağzına alıp gitti. Tıpır tıpır. Kar, sesi büyütüyordu. Köpeğin ayak sesi çok gürültülü geliyordu. Kafama kafama vuruyordu. Embriyom sallanıyordu dişlerinin arasında, bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Parmaklarım gibi. Odamdan uzaktaydım. Embriyomdan da. Neredeydim?

Vildan Külahlı Tanış (Öykü Yazarı)

1980 yılında Ankara'da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da tamamladı. Gazi Üniversitesi Fen Bilgisi Öğretmenliği Bölümünden mezun oldu. Öyküleri Notos, Sözcükler, Öykü Gazetesi, Hece Öykü, Ecinniler gibi dergilerde yayımlandı; çeşitli dergi ve sitelerde yazar ve metin odaklı incelemeleriyle yer aldı. 2020 Fakir Baykurt Öykü Yarışması, 2021 Berlin Gökkuşağı Kitabevi Öykü Yarışması, 2021 Halide Edip Adıvar Öykü Yarışması, 2021 Edremit Kent Konseyi Öykü Yarışmasında birincilik kazandı. 2020 Uluslararası Yazarlar Birliği (Pen International) İlkyaz Genç Yazarlar Öykü Yarışması’nda dereceye girmeye hak kazandı. Maydanoz öyküsü İngilizceye çevrilerek on dört ülkede dünya kamuoyuyla paylaşıldı. Halen Adapazarı'nda öğretmenlik yapmakta, kurucusu olduğu İshak Edebiyat'ta editörlük çalışmalarına devam etmektedir.

Bir Beyaz Kâğıt ve Şaziye  Vildan Külahlı Tanış

Şaziye’yi sattım,” diyor. Köşedeki metruk dükkânı anlatıyor. Uğraşırsak çiçek gibi olacağından bahsediyor. Sesinde Şaziye’nin acısını örtmeye çalışan bir hava mı var anlamıyorum. Masaların pötikareli örtülerle ne hoş duracağına geliyor sıra. Mırıldanır gibi konuşuyor. “Hanımeli Ev Yemekleri. Çok klasik. Daha havalı bir şeyler düşünürüz sonra.” “Şen kızlar nasıl?” Kahkaha atıyor. “Kızlığımız mı kaldı ayol?”

Nefes almadan konuşuyor. Araya girerim diye es bile vermiyor. “Kanaviçelerden perdeler yaparız,” diyor. Şaziye’yi satmamış gibi sıralıyor. Tek nefeste anlatmak istiyor. Olan biten ve olacak olan ne varsa saniyenin binde birine sığdırmak... Bir an bile kaybetmez. “O boktan işime devam edemem artık,” diyor, “patronun suratına daha fazla katlanamam.” Sesindeki titremeyi, saksıları cam önlerine nasıl dizeceğimizi anlatarak bastırıyor. Her sabah masalara koyacağımız nergisler, begonviller… “İnsanların içi açılır ayol.” Uzun uzun anlatıyor. “Elinden büyümeyecek çiçek mi var senin?” Bana pay biçmeyi ihmal etmiyor. Boy veren bir çiçeğin yanına takılmış destek çubuğu olmamı bekliyor benden.

“Zeytinyağlılar bende olur,” diyor. Enginarlar, barbunya pilakiler hikâyemizin başkahramanları. İşe girişmeden püf noktalarına girişiyoruz. Sütü köylülerden, yağı kıyıda tanıdık birinden… Bankacı kısmı kaliteden anlar şekerim. Sesindeki heyecan hep aynı noktada. Şaziye’nin adını anmıyor. Basılınca her şey tamam olacak gibi el broşürünün önemiyle devam ediyor. “Civardaki bankalara, esnaflara dağıtır, tanışır simamızı gösteririz. İnsanlar yiyip içeceği şeylerin kimlerin elinden çıktığını bilirse tereddüt etmeden gelir.” Yarın erkenden gelip beni alacağını söyleyerek telefonu kapatıyor.

Ocaktaki enginarın kokusu doluyor salona. Ayla’nın olmadığı günler mutfağa geçebilirim aslında. Kendimi bir hayalin peşinde yakalıyorum. Pencerenin tek kanadı rüzgârdan gidip geliyor. Sokağın bütün sesi içeride. Çocuk gürültüleri, bir eskicinin bağırışları… Camın önündeki masada uçuşmaya başlayan arkası boş kâğıtlardan biri yere süzülüyor. O beyaz kâğıt ben oluyorum. Masayla zemin arasındaki mesafede uzun uzun süzülüyorum. Sandalyenin dört bacağı arasına girip sığınıyorum. Beni oradan çekip çıkaracak gücün yine kendimde olduğunu söylüyor herkes. Eğilip alıyorum kâğıdı. Masanın üzerine koymadan bir daha baksam. Bakamam. Bu kâğıdı sandalyenin kısa kalmış bacağına koymalıyım. Bir beyaz kâğıt çok fazla şey olabilir. Ayla’nın haberi olmaz bunlardan. Üzerinde bilgisayarın bilmem hangi karakterinde alt alta yazılan onca şeyden de. Kâğıdı katlıyorum. Bulduğum son gücü katladığım yerlerde gezdirerek harcıyorum. Pencereden atılan bir uçak olmalı bu kâğıt. Ucunu

iyice sivriltmeli. Uçağın kanadında beraber oturup havalandığımızı düşlemek güzel. Bulutların şekillerini bir şeylere yormalı. İnsanın kırkında çocukluğuna dönmesi kolay değil. Salıyorum pencereden uçağı. Süzülüyor havada. Çok geçmeden yeri boyluyor. Sen çiçekler, masa örtüleri, diyorsun.” Onu aramayı düşünüyorum. Camdan attığım uçak yere çakıldı, demek…

Beklediğim günlerle beraber beklemediğim şeylerin bana misafir olduğundan haberi yok. Söylesem… Bunca zaman ördüğü kozasından bir daha çıkamaz. Kâğıtlar, gece gündüz ördüğüm masa örtüsünün üzerinde uçuşmaya devam ediyor. Sık iğne. Dört zincir çek, dibine batır. Tam iki yüz kırk motif. Bir hayatı inşa eder gibi birleştirmişim hepsini. Yıllar evvel elimden alıp fırlatmamış mıydı? “Şu ince işlerle ne diye uğraşıyorsun, kanser eder bunlar insanı.”

Sabah. Bir korna sesi kulaklarımda. Pencereye koşuyorum. Şaziye’nin yerinde sarı bir taksi. Camı yarıya kadar inmiş. Başını çıkarıp el sallıyor. “Hadi ama, geç kalıyoruz.” Kontratı imzalamadan konuşmalı. Bir hastalığın bilmem kaçıncı evreleri arasında gidip geldiğimi anlatmalıyım. Tam o noktada sarılırım boynuna. Yok. Böyle yapmamalıyım. Sesimde kararlı bir ton olmalı. Bana güvenerek bir işe kalkışma, demeliyim. Belki başka birini bulmalısın yanına. Kararlı, yumuşak bir ton. Küçük şakalar serpiştirmeliyim belki de araya.

Taksinin kapısını açıp yanına oturuyorum. Üzerinde siyah bluzu. Önemli günlerde hep bunu giyer. Geçenlerde bir adamla görüşmeye gitmişti. Yine bu vardı üzerinde. İnce falan gösteriyor ama bluz da kurtarmadı, diye gülüşmüştük. İnsan şu hayatta hem bu kadar kederli hem bu kadar neşeli nasıl olabilir? Müjgan teyzenin vefat ettiği günü hatırlıyorum... On altımızda çocuktuk. Ben günün birinde soğuk bir hastane odasında birden büyüyeceğimden habersiz çocuk kalmaya devam ederken Ayla, koca evin yükünü çoktan sırtlamıştı.

“Çok bekletmedim ya.”

“Azıcık erken aldım seni. Dükkân sahibi gelene kadar alıcı gözle tekrar bakarsın.” Bakarız. Bu kadar zamandır neden anlatmadın dediğinde, ne diyeceğim? Seni üzmek istemedim… Böyle dümdüz mü?

Taksici radyonun frekansını ayarlıyor. Kederli bir şarkıda sabitliyor. Camı aralıyorum. Ayla’nın şarkının üzerimde yarattığı dalgalanmadan haberi yok. O yeni hayatımızın derdinde. “Şöyle neşeli bir şeyler yok mu arkadaşım,” diyor. “Emret abla,” diyor taksici.

Köşeyi dönünce iniyoruz. “Şaziye’nin yerini tutmadı tabii ama yine de rahat geldik,” diyor. Şaziye bir gölge, geziyor yanımızda. Kontrat yapılacak, el sıkışılacak. Açıyor kilidi. Rafları nereye koyacağımızı anlatıyor. Pencereye koşuyor. Kabadan ölçü alıyor. Heyecan parmaklarının ucunda “Sık pile yapsak bire üç...”

Çıkıyoruz dükkândan. Bir sigara çıkarıyor. Karşılıklı içerdik önceleri. Ciğerlerinin en derinine yolluyor dumanı. Çantasına atıyor elini. “Bunun ucunu biraz daha sivriltmeliydin,” diyor. Ben başlamadan devam ediyor. “Ben bu uçağı havalandırmasını bilirim.” Dükkânın anahtarını çıkarıp yüzüme doğru sallıyor. “Hem sen neden bana neden anlatmıyorsun?” Telefonunu gösteriyor. Doktor Selim Bey… “ Senin yakışıklı doktorla arayı iyi tutmasam haberimiz olmayacak.” Gülüyoruz. Köşeden bir egzoz sesi yükseliyor. Şaziye’nin koltukta gençten bir delikanlı. Müziğin sesi köklenmiş. Şaziye, Şaziyeliğinden bir şey kaybetmemiş. Kırmızı. Alev alev yanıyor. Uçak Ayla’nın elinde. Beyaz. Kâğıttan. “Sendeki ticaret zekâsı bu kadar işte. Kâğıttan bir uçağa, Şaziye…” Gülümsüyoruz. “Neyin, neyi dengeleyeceğini kimse bilemez,” diyor.

[1] Başlık Hilmi Yavuz’un Bakış Kuşu’ndan; öykü Halide Nusret Zorlutuna’nın Benim Küçük Dostlarım kitabından mülhem kaleme alındı, Hece Öykü dergisinin Şubat - Mart 2023 tarihli 115. sayısında yayımlandı.

5b5595dc-bf00-4bd0-94c6-7215af014a4f.jpg8eb01a6b-3dfa-4a6a-a917-802cf75f7b54.jpg41890297-8532-4043-94aa-e312689e4dba.jpgf966449c-cb8b-475c-bc2b-10b376f153f2.jpg
Bu yazı toplam 764 defa okunmuştur.
  • Yorumlar 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
    Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Bu yazıya henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Türkiye Yazarlar Birliği | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz. Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tel : 0312 232 05 71 - 72 | Faks : 0312 232 05 71-72 | Haber Scripti: CM Bilişim