Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı Devleti’nin işgal edilen üç stratejik bölgesinden biri İskenderun idi[1]. Bilindiği gibi İskenderun, 9 Kasım 1918’de, İngilizler tarafından işgal edilmişti. Aslında, Sykes-Picot gizli anlaşmasına göre bu bölge, Fransızların hissesine düşmüştü. Ne var ki İngilizler, Eylül 1918’de Filistin’den itibaren Anadolu’ya doğru başlattıkları askerî harekât sonucunda Osmanlı Yıldırım Orduları’nı ricata zorlayarak İskenderun’u işgal etmişler ve Fransızlara karşı büyük bir askerî avantaj elde etmişlerdi.
İngilizlerin İskenderun’u mütarekenin hemen ardından işgal etmeleri sebepsiz değildi. Çünkü İskenderun, eski çağlardan beri Doğu Akdeniz’in en önemli ticaret limanlarından biridir. Aynı zamanda Amanos Dağlarını Belen Geçidiyle aşan Halep-Antakya ve İskenderun yolunun denize açılan kapısıdır[2]. En önemlisi, 19.yüzyılın son çeyreğinden itibaren değer kazanmış olan petrol kaynaklarına[3] ulaşmayı sağlayan hinterlandı bakımından Doğu Akdeniz’in en stratejik limanıdır. Bundan dolayı İskenderun, XIX. Yüzyıldan itibaren Avrupalı devletlerin Ortadoğu planları açısından elde etmeye çalıştıkları en önemli rekabet bölgesi olmuştur[4].
Osmanlı Devleti’nin Almanya yanında I. Dünya Savaşı’na girmesi üzerine İngiltere, Mısır ve Süveyş kanalını elinde bulundurmasının avantajıyla Arap topraklarıyla Anadolu’nun irtibatını kesmeye yönelik bir siyaset izlemeye başladı. Bu işle, İngiltere’nin Kahire Haber alma Bürosu görevlendirildi. Bu büronun ilk işi, söz konusu siyaseti uygulayabilmek için İskenderun’a bir çıkarma planı hazırlamak oldu. Bu plan, 4 Aralık 1914’de, Mısır’daki İngiliz General Maxvel tarafından İngiliz Harbiye Bakanı Lord Kitchener’e sunuldu. Buna göre, Suriye, Mezopotamya ve Arap yarımadası ile bağlantıyı kesebilecek en önemli yer İskenderun idi. İskenderun’a yapılacak bir çıkarma ile Osmanlı demiryollarına da darbe vurulacak ve dolayısıyla Alman çıkarları da darbe yiyecekti. Hatta bu çıkarma gerçekleşirse, Suriye Arapları genel ayaklanmayı ilan edebileceklerdi. Ancak, 18 Mart 1915’de Çanakkale’deki Osmanlı deniz zaferi, bu İngiliz planının uygulanma imkanını ortadan kaldırdı. Bu başarısızlıkta, İstanbul ve Boğazları ele geçirecek Rusya ile Suriye’yi isteyen Fransa’nın gelecekte İngiltere’nin düşmanları olabileceği düşüncesi de etkiliydi[5].
Buna rağmen İngilizler, özellikle Eylül 1918’den itibaren Filistin’den itibaren 7.Osmanlı Ordusu’na karşı başlattığı ileri harekât sonucunda 20-21 Eylül gecesi Nablus’u, 25 Eylül’de Amman’ı ve sonunda Arap isyancıların da desteğiyle 1 Ekim’de Şam’ı ele geçirdiler. Burada durmayan İngiliz ve Arap kuvvetleri, 19 Ekim’de Lazkiye ve Hama’ya girdiler. Bu sırada Arap isyancılar, Hama-Halep arasındaki demiryolu güzergahının bazı kısımlarında toplanarak geçen trenlere ateş açmışlardı. Bunu gören, Yıldırım Ordular Grubu ile 7. Ordu, Halep’i Anadolu’ya bağlayan yol istikametinde bir savunma hattı kurdular. Buna rağmen 20 Ekim’den beri Arapların Halep ve civarında yaptıkları baskınlar Osmanlı ordusunu zor durumda bıraktı. Sonunda, İngiliz ve Arap kuvvetleri, 26 Ekim’de Halep’i ele geçirdiler. Böylece Osmanlı kuvvetleri, Halep’in kuzeyine çekilmek zorunda kalmıştır[6].
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı kuvvetleri, Müslimiye-Ahterin-Çobanbey hattında bulunmaktaydılar. Tabiatıyla bu hattın içinde İskenderun-Beylan-Antakya-Der Cemal-Tel Rıfat-Azez-Katma-Ahterin de mevcuttu[7]. Aslında bu ricat, Mustafa Kemal Paşa’ya göre bir zorunluluktu. Nitekim, mütarekeden sonra Suriye’nin kuzeyinde düşmana direnme şartlarını soran Osmanlı Genelkurmayı’na gönderdiği cevabî telgrafında, bunun maddi imkansızlığını gözler önüne sermekteydi. Halep’ten gönderdiği bu telgrafında Mustafa Kemal Paşa, Gavur dağlarında tutunarak savunma imkanı varsa da meydanda toplanacak bir ordu kalmadığını, zapt ve rabtdan yoksun kalan askerin kaçmakta olduğunu ve kendisinin de mecburen Katma-Kurtkulak ve Raco istikametine doğru çekilmeye çalıştığını bildirmekteydi[8].
Hemen belirtelim ki, Mondros Mütarekesi’nde İskenderun ile ilgili doğrudan bir hüküm bulunmuyordu. Ancak İngilizler, mütarekenin “müttefikler emniyetlerini tehdit edecek bir vaziyetin zuhurunda herhangi bir sevkülceyş noktasını işgal hakkını haiz olacaklardır” şeklindeki yedinci maddesine[9] dayanarak 9 Kasım 1918’de, on-on beş kişilik bir müfreze ile İskenderun’u işgal ettiler. Aynı gün, Osmanlı memurlarıyla İskenderun’un Osmanlı askerlerince tahliyesi hakkında bir protokol imzaladılar. Bunun üzerine 10 Kasım’dan itibaren de güney ve batıdan Amanos Dağları ile batı ve kuzeyden İskenderun Körfeziyle Payas’a kadar olan bölge, Osmanlı birlikleri tarafından tahliye edildi[10]. Daha somut olarak belirtirsek, Osmanlı birlikleri, Payas-Kilis hattının kuzeyine çekildiler.
Her ne kadar bu bilgileri, o sıralarda, Yıldırım Orduları Grup Komutanı olan M. Kemal Paşa’nın şifre telgrafından öğreniyor isek de Mustafa Kemal Paşa, İskenderun’un işgaline karşıydı ve İngilizlerin stratejik amacının farkındaydı. Bunu, M. Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği 6 Kasım 1918 tarihli cevabî şifresinde ortaya koymuştu[11]:
“…maksat, Halep’deki İngiliz ordusu’na iâşe te’mîn etmek olmayıp İskenderun’u işgal, İskenderun-Kırıkhan-Katma yolu hareket ederek Antakya-Dircemal-Ahterin hattında bulunan 7. Ordunun hatt-ı ric’atını kesmek ve bu orduyu 6.Ordu’ya Musul’da yaptığı gibi teslimden ictinab edilemeyecek bir vaz’iyyete sokmakdır.”
Ne var ki, Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözleri, İskenderun’un işgalini önleyemedi. Nitekim, İngilizlerden sonra, 12 Kasım’da, Fransızlar da bir gemi dolusu askeri İskenderun’a çıkardılar. 3 Aralık’da bir İngiliz birliği, Antakya’yı işgal etti. 7 Aralık’ta ise, İskenderun’dan gelen bir Fransız birliği, Antakya’nın işgal sorumluluğunu üstlendi[12]. 11 Aralık 1918’de de, Fransız subaylar komutasında 400 yerli Ermeni’nin yer aldığı bir Fransız taburu, Dörtyol’u işgal etti[13]. Sonunda, Osmanlı orduları, 27 Aralık 1918’de, Toros Dağlarının kuzey kesiminde kalan Pozantı’ya kadar çekildiler.
Aslında bu dönemde önemli olan husus, Osmanlıların yaptıkları eylemler değil İtilaf güçlerinin faaliyetleri idi. Yaklaşık bir yıllık süre içinde İskenderun ve Antakya havalisi İngiliz ve Fransızların ortak işgali altında kaldı. Ancak, 15 Eylül 1919 tarihinde imzalanan Suriye itilafnamesi ile İngilizler, Musul petrollerinde Fransızların sahip oldukları %25 payı alma karşılığında, Sykes-Picot gizli anlaşmasında Fransızlara bırakılmış olan Suriye ile Güneydoğu Anadolu bölgesinden çekilmeyi kabul ettiler. Fransızlar ise vakit kaybetmeden işgal ettikleri topraklarda yeni idari düzenlemeye gittiler. Bunun sonucunda Fransızlar, 27 Kasım 1919’da, İskenderun, Antakya, Harim (eski Reyhaniye) ve Belen kazalarını “Özerk İskenderun Sancağı” şeklinde birleştirdiler[14].
Söz konusu idari yapı, 1 Eylül 1920’ye kadar devam etti. Bu tarihte Fransızlar, Suriye ve dolayısıyla İskenderun Sancağı’nda da etkili olan Faysalcı Arap direnişi’ni kontrol altına almış olmalarının tesiriyle yeni bir idarî düzenleme yaptılar. Buna göre, Sykes-Picot anlaşmasında öngörülmüş olan doğu ve batı bölgeleri ortadan kaldırılarak Şam, Halep, Alevi Bölgesi ve Büyük Lübnan şeklinde dört yeni idari birim kuruldu. Bu yeni idari düzenlemede, İskenderun sancağı idarî özerkliğini korumakla birlikte Halep yönetimine bağlanacaktı. Fakat, İskenderun Sancağı, Cisr-i Sugur kazası ile bugünkü Türkiye sınırlarının dışında kalmış olan Bucak, Bayır ve Cebel-i Akra nahiyelerinin bağlanmasıyla genişleyecekti[15]. Olumlu gibi görünen bu düzenleme, Suriye’nin iç bölgeleriyle, kuzeyden güneye doğru, İskenderun Sancağı’nın, Alevi bölgesinin ve Büyük Lübnan’ın sıralandığı kıyı şeridi birbirinden ayrılmakta iken bir taraftan da sancak, güneye doğru genişlemek suretiyle Türk nüfus, Arap nüfus içinde biraz daha eritilmekteydi ki, bu durum, S. Yerasimos’a göre, Çukurova ve Güneydoğu’da Türk direnişi karşısında sıkışan Fransızların bir çeşit tehdidiydi[16].
20 Ekim 1921 tarihli Ankara anlaşması öncesinde Fransızların gerçekleştirdikleri İskenderun Sancağı ile ilgili üçüncü düzenleme ise Eylül 1921 tarihlidir. Bu tarihte, Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiserliği aldığı bir kararla, 1920’de bağlanan topraklar ile Harim’i İskenderun Sancağı’ndan ayırmakta ve Suriye’de kalmış olan Payas ile Hassa nahiyelerinin güney kısımlarını ise sancağa bağlamaktaydı. Böylece, sancağın Türk nüfus oranı, %28’den %38’e yükseltilmiş oluyordu[17]. Daha da önemlisi, bir an önce Anadolu’dan çıkmak isteyen Fransızların, bir taraftan Ankara’daki TBMM hükümetinin hoşuna gidecek kararlar alırken diğer taraftan da onların Suriye üzerindeki taleplerini sınırlandırmaktaydı.
Mondros’tan Misak-ı Millî’ye İskenderun Sancağı
Görüldüğü gibi, İskenderun Sancağı adıyla bir idari birimin oluşturulması Fransızların eseridir. Nitekim, Mondros mütarekesi imzalandığı sırada, İskenderun; Antakya, Belen, İdlip Cisr-i Şugûr, Harim, Bab, Cebelü Sem’an, Ma’ratu’n-nu’man, Menbiç ve Halep (merkez kaza) gibi bir kaza olarak Halep Vilayeti’ne bağlı idi[18]. 9 Kasım 1918’den itibaren İskenderun başta olmak üzere bölgenin işgal edilmeye başlanmasıyla birlikte, ilk önce Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921)’na ve daha sonra da Lozan Barış Antlaşmasına kadar geçen dönem içinde sürekli sınır ve statü tartışmaları yaşanmıştır.Bugün de, özellikle Misak-ı Millî tartışmaları içinde Türkiye’nin güney sınırı (Suriye ve Irak) sözkonusu olduğunda, İskenderun Sancağı (Hatay) ve onun sınırları gündeme gelmektedir.
Bu makalenin iki amacı vardır: Birincisi, dönemin siyasi tarih metinlerinde (telgraf, muhtıra, beyanname ve antlaşma gibi) İskenderun Sancağı’nın sınırları ve statüsünün dönemin siyasi tarih metinlerinde (resmi telgraf, muhtıra, beyanname ve antlaşma gibi) nasıl geçtiğini ortaya koymaktır. İkincisi ise I. TBMM’nde, Lozan antlaşması’nın onay aşaması dâhil İskenderun sancağı ile ilgili yapılan tartışmaları değerlendirmektir.
Şurası bir gerçek ki, Mondros Mütarekesi’nde belirlenmiş hiçbir sınır tespiti bulunmamaktadır. Buna rağmen, sanki Mondros mütarekesi’nde belirlenmiş sınırlar var imiş gibi halihazırda özellikle Misak-ı Milli tartışmaları içinde bir “Mondros Sınırı”ndan söz edilmekte ve buna dayanarak hükümler verilmektedir. Esas mesele, belirlenmiş bir “Mondros Sınırı”ndan daha ziyade Mondros Mütarekesinden sonra Osmanlı ve İngiliz ordularının bulunduğu hat meselesidir.
Bu konuda, Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada, Yıldırım Orduları Grup Komutanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın sözleri önem kazanmaktadır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, 2 Kasım 1918’de, Başkumandanlık Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne gönderdiği durum raporunda mütareke imzalandığı sıradaki Osmanlı Yıldırım Orduları Grubu’nun güney bölgesindeki askeri kuvvetlerinin bulundukları genel hatta işaret etmekteydi. Bu hat ise şöyleydi[19]:
“Kışlaçayı güneyi-Küçükovare-Reyhaniye-Diribalut (Deyr-i Balut)- Basut-Ukbiye(Akbiye)-Diricemal (Deyr-i cemal)- Telrifât-Defterdar-Ahterin istasyonu.”
Ancak, Mustafa Kemal Paşa’nın sınırla ilgili açıklamaları bundan ibaret değildi. Mustafa Kemal Paşa, 3 Kasım 1918’de, Başkumandanlık Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne gönderdiği bir şifre telgrafta, mütarekenin 10. maddesini değerlendirirken Suriye sınırına temas etmiş ve bu sınırın “Suriye vilayetimizin hudûd-ı şimâlîsi” olduğunu belirtmişti[20]. Aynı gün, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’na bağlı askerî birimlere gönderdiği bir şifrede ise aynı tanımı yaptıktan sonra Suriye vilayetinin[21] kuzey sınırının “Lazkiye şimalinden Hanşeyhun’un cenubundan geçerek şarka doğru imtidat ettiğini” bildirmişti[22]. Daha açık deyimle bu sınır, Osmanlı Devleti’nin Halep vilayetinin güney sınırı idi. Bununla birlikte Mustafa Kemal Paşa, İskenderun, Antakya, Cebelsem’an, Katma ve Kilis havalisinde Türklerin yaşadıklarını ve Halep halkının dörtte üçünün “Arapça tekellüm eder Türk” olduğu gerçeğinin altına çizerek Suriye sınırı tartışmalarında bunun esas kabul edilmesini gerekli görmüştü[23]. S.Yerasimos’a göre bunun anlamı, yeni sınırın Halep’in yüz kilometre güneyinden geçtiği ve dolayısıyla Halep’i de içine aldığı hususuydu[24].
Aslında, bu bir uyarı idi. Çünkü İngilizler, mütarekenin 16. maddesini-ki, Hicaz, Asir, Yemen, Irak ve Suriye’deki Osmanlı birlikleri teslim edilecekti- gerekçe göstererek ve de Suriye sınırını kendine göre yorumlayarak Adana bölgesine çekilmiş olan 7.Ordu’yu “Suriye kıtasında bulunuyor diye” teslimini teklif etmişlerdi. Buna sebep, İngilizlerin, Suriye kuzey sınırının Maraş’ın kuzeyinden geçtiğini düşünmeleriydi. Bu dönemde İngilizler gerek Irak’ta ve gerekse Suriye’de o günkü idari yapılarla örtüşmeyen ve daha geniş alanı kapsayan eski çağlara ait haritalara itibar etmeleriydi. Bundan dolayı Mustafa Kemal Paşa, Başkumandanlık Erkan-ı Harbiye Riyasetine 6 Kasım 1918 tarihinde gönderdiği şifresinde Kilikya ve Suriye sınırlarının nereden geçtiğini sormuş ve İngilizlerin maksatlı olarak Adana yerine Kilikya tarihî ismini kullanarak Suriye sınırının tarihi Kilikya’nın kuzey sınırının doğuya doğru giden bir hat olduğunu düşündüklerini bildirmişti[25].
Bütün bu tartışmalar, daha öncede belirttiğimiz gibi Osmanlı ordularının 27 Aralık’ta, Toros Dağlarının gerisine çekilmelerini engelleyemedi. Ancak, Anadolu’da Millî Mücadele Hareketi’nin güçlenmesi ve Mustafa Kemal Paşa’nın da liderliğini perçinlemesiyle birlikte “hudud-ı milliye” tartışmaları yeniden alevlendi. Erzurum ve özellikle Sivas Kongre beyannameleri, Mondros mütarekesi’ne atfen “hatt-ı mütareke dahilinde” tanımını ortaya çıkardı. Bu tanım, Suriye sınırı ile İskenderun ve havalisi söz konusu olduğunda pek bir problem teşkil etmemişti. Esas problem Irak sınırında gözükmekteydi. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya geldiği 27 Aralık 1919’un ertesi günü şehrin ileri gelenlerine yaptığı konuşmada, Suriye ve Irak sınırlarını kapsayacak şekilde “yeni Türkiye’nin güney sınırları”nı çizmekten geri durmadığı gibi bu sınırlar içinde yaşayacak insan unsuruna da değinmişti[26]:
“Mütareke akdolunduğu gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu hudut, İskenderun körfezi cenubundan Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü cenubunda Fırat nehrine mülâki olur, oradan Deyr-i Zor’a iner; ba’dehu şarka temdit edilerek, Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu hudut, ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasıriyle meskûn aksâm-ı vatanımızı tahdit eder. Bunun cenub aksamında Arapça mütekellim dindaşlarımız vardır. Bu hudut dahilinde kalan aksamı memalikimiz camia-yı Osmaniyyeden lâyenfek bir küldür.”
Bu arada, mutlaka hatırlanması gereken bir husus da Erzurum ve Sivas Kongrelerini önceleyen Paris Barış Konferansı’na Osmanlı Devleti’nin sunmuş olduğu 23 Haziran 1919 tarihli muhtıradır. Hemen belirtelim ki bu muhtıra, resmi Millî Mücadele tarih anlatısında pek bilinmemektedir. Daha ziyade Damad Ferid Paşa’nın 17 Haziran 1919’da Paris’te Dörtler Meclisi’nde yaptığı konuşmasından alaycı bir şekilde bahsedilmektedir. Oysa 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra, Damad Ferid Paşa tarafından sunulmuş olmasına rağmen gerek Ahmed Tevfik Paşa gibi değerli bir devlet adamının Paris’e giden Osmanlı heyetinde yer alması ve gerekse konferansın başladığı Ocak 1919 tarihinden itibaren ilgili Osmanlı nezaretlerinde siyasi, iktisadi, mali ve askeri gibi çeşitli meselelerle ilgili çalışmaların sonucunda hazırlanmış bir “devlet muhtırası” idi. Ayrıca sözkonusu muhtıra, “müdafaaname” olarak da adlandırıldığı gibi içerdiği maddeler ve özellikle 11. maddedeki ifadeye göre bir “taahhüdname” idi.
Onbir maddeden oluşan bu muhtıranın konumuz açısından önemi, muhtıranın üçüncü maddesinde “yeni Türkiye’nin sınırları”nın çizilmiş olmasıdır. Tabiatıyla bu çizimde, Suriye sınırı sözkonusu olduğunda Mustafa Kemal Paşa’nın sözünü ettiği sınır, aynen olmasa bile büyük oranda “yeni Türkiye’nin sınırları” içine alındığı görülmektedir. “Türkiye’nin güney sınırı” olarak tanımlanan bu sınır “Kerkük livasından başlayarak Musul, Re’sü’l-ayn ve Haleb’den geçerek Lazkiye’nin şimalinde bulunan İbn-i Hani Burunu’nda Bahr-i Sefid’e mülaki olacakdır.”[27]şeklinde çizilmiştir. Muhtıraya göre sözkonusu sınır, aynı zamanda, “Türk-Arab hatt-ı fasl-ı millîsi”dir.
Görüldüğü gibi devrinin “uluslar arası meşruiyet kaynağı” olan Wilson prensiplerine dayanan 23 Haziran Muhtırası, bizzat Osmanlı Devleti tarafından “Yeni Türkiye’nin sınırları”nı belirlemesi bakımından önemliydi. Aynı zamanda bu muhtıra, Arapların ayrılık talepleri karşısında Osmanlı Devleti’nin Türk olan kısmı üzerindeki hukuk hakimiyetinin sağlanmasının Türklerin yaşadıkları yerlerin “vahdet-i milliye ve istiklal-i siyasiyesi”nin mutlak surette korunmasıyla mümkün olabileceğini ortaya koyması bakımından dikkat çekiciydi. Açıkçası, söz konusu muhtıra, resmen “Türklerin çoğunluk halinde yaşadıkları vatan”dan söz etmekte ve bunun korunmasını istemektedir. En önemlisi, 23 Haziran Muhtırası, gerek amacı itibariyle-barış şartları olması- ve gerekse içerdiği ve kastettiği maddeler bakımından kendisinden yaklaşık sekiz ay sonra ilân edilen Misâk-ı Millî beyannamesi ile büyük benzerlik-aynilik de diyebiliriz- göstermektedir[28]. Konumuz açısından ise 23 Haziran Muhtırasının önemi, yeni Türkiye’nin sınırları içinde dar veya geniş İskenderun Sancağı’nı kapsaması ve hatta, sancağın güneyinde kalan Türklerin yaşadıkları yerleri de “yeni vatan”ın içinde göstermesidir.
Misak-ı Millî ve İskenderun Sancağı
Hiç şüphesiz, son Osmanlı Meclis-i Meb’usânı’nın aldığı ve ilân ettiği en önemli karar, Misâk-ı Millî beyânnamesi’dir. Genellikle, “Millî Bağımsızlık Bildirisi” nitelemesi yapılan Misak-ı Millî, Atatürk’e göre “Milletin amâl ve makasıdını içine alan kısa bir program” idi. Bu niteleme, 1920’lerin başında yapılan bir tanımlama idi. Ayrıca, Misak-ı Millî’nin “sulh imzalamak için en makul ve asgari şartları bir araya getiren bir programdır. Barışa varmak için üzerinde duracağımız esasları Millî Misak ortaya koymuştur.” sözlerini, 1922’de, söyleyen kişi de Mustafa Kemal Atatürk idi. Oysa, Atatürk’ün 1922’de savunduğu görüşleri, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Misâk-ı Millî beyannamesi’ni 17 Şubat 1920’de ilan ederken benimsemişti. Daha doğru ifadeyle, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, Misak-ı Millî Beyannamesi’ni ilan etmekle “Türkiye’nin barış şartları”nı ortaya koymuş oldu. Çünkü, 1920’lerin başında halihazırda, Osmanlı Devleti’nin geleceğinin görüşüldüğü Paris Barış Konferansı süreci devam etmekteydi. Söz konusu beyannamenin ilan edilmesi de bu sürece “Türkiye’nin cevabı” niteliği taşımaktaydı[29].
Altı maddeden oluşan Misak-ı Milli, sınırlar, boğazlar, azınlıklar, kapitülasyonlar ve borçlar konularını kapsamaktaydı. Ancak, Misak-ı Milli’nin bugüne kadar en fazla tartışılan ve halen de tartışılmaya devam eden maddesi birinci maddedir. Şöyle ki[30]:
“Devlet-i Osmaniyye’nin münhasıran Arab ekseriyetiyle meskûn olub 30 Teşrin-i evvel 1918 tarihli mütarekenin hin-i akdinde muhâsım orduların işgali altında kalan aksâmının mukadderâtı ahalisinin serbestçe beyân edecekleri ârâya tevfikân ta’yîn edilmek lâzım geleceğinden mezkûr hatt-ı mütareke dâhil ve hâricinde dinen, ırken, emelen müttehid ve yek-diğerine karşı hürmet-i mütekâbile ve fedâkârlık hissiyâtiyle meşhun ve hukûk-ı ırkiye ve ictimâ’iyyeleriyle şerâit-i muhitiyyelerine tamamiyle ri’âyetkâr Osmanlı-İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın hey’et-i mecmû’ası hakîkaten veya hükmen hiçbir sebeble tefrîk kabul etmek bir küldür.”
Aslında bu maddenin bu kadar tartışılmasının en önemli sebebi, kriter bazında yazılmasıdır. Ayrıca, Mondros Mütarekesi kastedilerek “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” şeklinde orijinal metinde yer alan ibarenin “hatt-ı mütareke dahilinde” biçiminde daha sonraki dönemlerde beyanname metinlerinde yer alması da kafa karışıklığını artıran diğer bir etkendir.
Fakat, ne olursa olsun, Misak-ı Millî’nin birinci maddesi, İskenderun Sancağı için hiçbir sorun oluşturmamaktadır. Çünkü, daha sonra kurulan İskenderun Sancağı’na dahil edilen Yayladağ, Reyhaniye, Belen, Antakya ve İskenderun gibi yerleşim yerlerinin büyük kısmı, Mondros mütarekesi imzalandığı sırada işgal edilmemişti. Bir başka deyişle, söz konusu yerler, “Mondros Hattı”nın içinde kalmaktaydı. En önemlisi ise, Misak-ı Milli’nin birinci maddesinin Araplarla ilgili kısmın dışında kalan “hatt-ı mütareke dahil ve haricinde” ibaresinin öngördüğü “Osmanlı-İslam ekseriyetinin vatanı” içinde yer almaktadır.
Burada şu soru önemlidir: Eğer Misak-ı Millî’nin birinci maddesi sadece kriter nitelikli ise İskenderun Sancağı’nın söz konusu hattın içinde olduğunu nasıl anlıyoruz? Her ne kadar o devirde ve daha sonraları Atatürk başta olmak üzere devrin siyaset ve devlet adamlarının yaptıkları değerlendirmeler, İskenderun Sancağı’nın “Misak-ı Millî sınırları” içinde yer aldığını ortaya koymakta ise de bu konuda asıl açıklayıcı belge, 23 Haziran Muhtırası’dır. Yukarıda ifade edildiği gibi bu muhtıra, yeni Türkiye’nin güney sınırlarının “Osmanlı Devleti’nin Halep ve Musul vilayetlerinin güneyi”ne kadar uzandığını, çok açık bir şekilde göstermektedir. Kanaatimiz odur ki, 23 Haziran Muhtırası kadar Misak-ı Millî’yi açıklayacak bir başka belge bulunmamaktadır. Dolayısıyla ve kesinlikle, İskenderun Sancağı, o devirde yapılan bütün sınır düzenlemelerine rağmen asıl Misak-ı Millî’nin sınırları içindedir.
Buna rağmen İskenderun Sancağı bölgesinde Fransızlara karşı direniş sırasında, sancak bölgesinin Misak-ı Millî sınırları içinde olup olmama hususunda bazı tereddütler yaşandığını bilmekteyiz. Bu tereddütleri yaşayanlardan biri, sancakta Fransızları karşı direnişin önderlerinden Tayfur Bey (Sökmen) idi. İlk önce Antep Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne başvuran ve cevap alamayan Tayfur Bey, 29 Mayıs ve 31 Mayıs 1920 tarihli konuyla ilgili iki telgrafı Mustafa Kemal Paşa’ya göndermiştir. İlkine cevap alamayan ve ikincisine Miralay Recep Bey aracılığıyla karşılık alan Tayfur Bey’in yazdıklarına bakarsak, “İskenderun Sancağı ve havalisi Misak-ı Millî içindedir”[31]. Böylece, bölge halkının ve önderlerinin Misak-ı Milli’ye dahil olup olmadıkları hususundaki tereddütleri ortadan kalkmıştır.
Sevr Antlaşması ve İskenderun Sancağı
Misak-ı Millî’nin ilân edildiği tarihlerde, Londra’da İtilaf devletlerinin temsilcileri Osmanlı Devleti’nin geleceğini görüşmekteydiler. I. Londra Konferansı olarak adlandırılan bu toplantıda, Boğazlar ile İstanbul’un Türklerden tamamen alınması düşüncesinden vazgeçilmiş ve bu iki yerin resmen işgal edilmesi kararlaştırılmıştı. Daha da önemlisi, Osmanlı Devleti ile yapılacak barış antlaşmasının şartlarını görüşmek üzere İtalya’nın San Remo kentinde, İtilaf Devletleri başbakanlarının toplanmasına karar verildi. 18-26 Nisan 1920 tarihlerin arasında toplanan bu konferansta, Suriye, Irak ve Filistin’in statüleri belirlenmiş ve 25 Nisan 1920’de alınan bir kararla mandater devletler belirlenmişti. Buna göre, Irak, Filistin, Suriye ve Lübnan’ın A mandaları olması kabul edildi. Bu bölgelerden Suriye ve Lübnan için Fransa, Irak ve Filistin için İngiltere mandater devlet olarak kabul olundu[32].
Diğer taraftan ise San Remo’da maddeleri belirlenen Sevr antlaşma taslağı, 11 Mayıs 1920’de Paris’te Tevfik Paşa’ya verildi. Paşa, bu taslağın Osmanlı Devleti’nin siyasi varlığını sona erdirmeyi amaçlayan bir antlaşma olduğunu derhal açıkladı. Vakit kaybetmeden ve henüz Paris’ten dönmeden bu taslağa karşı bir muhtıra hazırladı. İstanbul hükümetinin de bazı değişikliklerle resmiyet kazandırdığı bu muhtırada, Suriye ve İskenderun sancağıyla ilgili öneriler bulunmaktadır. İlk önce, barış tasarısında düşünülen Türkiye’nin güney sınırı belirlenirken, Türklerin çoğunluk halinde yaşadıkları toprakların bir bölümünün ayrıldığı hususuna dikkat çekilmiş ve milliyet ilkesinin burada da başka yerlerde olduğu gibi uygulanması talebinde bulunulmuştur. Ayrıca, Suriye ve Irak’a bırakılan yerlerin birlikte değerlendirildiği tasarıda çizilen sınırın bölgenin ekonomik ve ticaret ihtiyaçları dikkate alınmadan belirlendiği ifade edilmiştir. Osmanlı karşı tasarısında İskenderun limanının konumu ve sınırın milliyet esaslarına göre nereden çizilmesi gerektiği şu şekilde belirtilmiştir[33]:
“…Anadolu’nun bu kesiminin denize tek çıkış yeri İskenderun limanıdır. Halep kenti, kendisini İskenderun limanına bağlayan demiryoluna uzunlamasına eşit başka bir demiryoluyla Trablusşam kentine bağlı olduğundan Halep kentinin İskenderun limanına gereksinimi yoktur.”
“… Osmanlı hükümeti ulusal topluluklar (milliyet) ilkesine ve ticaretin gereklerine dayanan görüşler uyarınca sınırın Akdeniz’de Re’sü’l-basit’ten başlayarak Halep kuzeyinde Minbah’dan ve Nusaybin’in güneyi ile Musul kuzeyinden geçerek Hanikin’de sona erecek biçimde çizilmesini ister.”
Tabiatıyla bütün bunlar, 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması maddelerine karşı tekliflerdir. Hemen belirtelim ki, antlaşmanın 27. maddesi, “Türkiye’nin hudutları” başlığını taşımakta olup adı geçen maddenin Suriye ile hudut alt başlığı altında, sınır Karataş Burnu’ndan başlamak üzere Antep, Urfa, Mardin, Ceziretü’l İbn-i Ömer’in de içinde olduğu bir bölge Suriye’ye bırakılmaktaydı[34]. Görüldüğü gibi Sevr taslağında öngörülen Türkiye’nin güney sınırları, milliyet ilkesi ve ekonomik sebeplerden dolayı şiddetle reddedilmiştir.
Şurası bir gerçek ki, Sevr Barış Antlaşması, imzalanmasına rağmen onay prosedürü tamamlanmadığı ve TBMM hükümetince de kabul edilmediği için yürürlüğe girmemişti[35]. Bundan dolayı Sevr uygulanamadı ve İtilaf devletleri, Lozan Konferansı dahil geçen süre içinde Sevr Antlaşmasında bazı değişiklikler yaparak kabulünü sağlamaya çalıştılar. Söz konusu İtilaf girişimlerinden biri de II. Londra Konferansı (21 Şubat-12 Mart 1921)’dır. İstanbul ve Ankara hükümetlerinin de katıldıkları bu konferans, sonuçsuz kalmasına rağmen konferans sonunda, Ankara hükümetinin temsilcisi Bekir Sami Bey’in İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla ayrı ayrı ekonomik nüfuz antlaşmaları imzalaması önemli bir gelişmeydi. 11 Mart 1921’de imzalanan Türk-Fransız anlaşmasına göre, Sevr’de Suriye’ye bırakılmış olan Antep ve Urfa Türkiye’ye bırakılacak, İskenderun Sancağı özel bir rejim halinde Suriye tarafında kalacaktı. Suriye sınırı ise İskenderun körfezinde Payas’ın kuzeyinde bir noktadan hareket ederek tam bir düz çizgi şeklinde Meydan-ı Ekbez’e doğru-köy ve istasyon Suriye’de kalacak şekilde- gidecek, Karnaba ve Kilis Türkiye’de kalacak; buradan güneydoğuya yönelen sınır Nizip ile Tortun- Mahmud Türkiye’ye bırakılacak şekilde Birecik civarında Fırat köprüsüne ulaştıktan sonra Urfa, Mardin ve Midyat Türkiye’de kalacak şekilde düz bir çizgi halinde Azek (Gercüş civarında)’in kuzeyinden Dicle nehrine ulaşacaktı[36]. Böylece, İskenderun Sancağı, ilk kez özel bir statüye kavuşturulmak istendi. Her ne kadar bu statü o zaman geçerlilik kazanmasa ve Bekir Sami Bey’in istifasına sebep olsa da daha sonraki diplomatik süreçler için önemli bir siyasi veri olmuştur.
Gerçekten, 13 Haziran 1921’de Ankara’da yeniden başlayan Türk-Fransız görüşmeleri, bir taraftan Mustafa Kemal Paşa’nın Misak-ı Milli’deki ısrarcı tutumu diğer taraftan Fransız temsilci Franklin Bouillon’un 11 Mart 1921 tarihli Bekir Sami-Briand anlaşmasının temel alınmasını istemesi, en azından Fransızların 11 Mart anlaşmasını bir siyasi veri olarak kabul ettiklerini göstermektedir. Zaten ilk anlaşmazlık konusu da bu olmuştu. Konumuz açısından baktığımızda, Mayıs 1921 ortalarında Ankara hükümetinin Münir Bey ile ilettiği sınır teklifinde- karşı önerilerin 3.maddesi- Türkiye-Suriye sınırının İskenderun Sancağı kısmında, sınır, İskenderun Körfezinde Sarıseki’den başlayacak ve Çalankale, Kırmıtlık, Afrinhan, İbraham (Ahterin’in doğusunda) ve Taşhöyük’den (Elbeyli nahiyesi) geçerek Deliçayı takip edecek ve Sacir Vadisinde Karataşlı Tepe’nin doğusuna varacaktı.. Bu teklif Fransızlar tarafından kabul görmedi. Çünkü, Fransızların Suriye Yüksek Komiseri General Gouraud’un 24 Mayıs 1921’de Beyrut’tan Paris’e gönderdiği telgrafa göre, Türk önerisi kabul edilirse, İskenderun Körfezi’ne Türklerin hakim olacak ve son derece stratejik bir konuma sahip Katma (Afrin’in kuzeydoğusu) bölgesinin Türkiye sınırları içinde kalacaktı. Yine ona göre, Katma bölgesinin çoğunluğu Araplardan oluşmaktaydı[37].
Bunun dışında Fransız kaynaklarına göre M. Kemal Paşa, ikinci bir antlaşma taslağını Fransızlara vermişti. Bu taslakta ise sınır, Payas’dan başlayacak, Çobanbey ile Nusaybin arasında 20 km genişliğinde Bağdat demiryolu imtiyaz bölgesinin güneyinden geçerek Nusaybın’dan sonra Musul vilayetinin sınırlarına ulaşacaktı. Caber Kalesi’ni içine alan bir bölge de Türk idaresinde kalacaktı[38]. Mustafa Kemal Paşa’ya atfedilen bu öneriye en sert tepkiyi Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey göstermiştir. TBMM’nin 27 Haziran 1921 tarihli dördüncü gizli oturumunda konuşan A. Şükrü Bey, bunu “Misak-ı Milli dahilinde olmayan bir itilafname” nitelemesinde bulunarak eleştirmişti[39].
Sonunda 20 Ekim 1921’de Ankara İtilafnamesi/Antlaşması da adı verilen Türk-Fransız Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma, TBMM Hükümeti’nin doğuda kazandığı siyasi bir başarıydı[40].Devrin Fransız gazetelerince “Şark sulhünde atılan ilk adım” olarak değerlendirilen bu anlaşma, Fransızlar için Türkiye hudutlarındaki Fransız askerlerinin çekilmesini sağlayacak ve bu suretle, Fransız maliyesi ağır bir yükten kurtulacaktı.[41]. İngilizlere göre bu anlaşma, Fransa’nın İtilaf devletlerinin müttefikken takip ettikleri siyasetten ayrılması” anlamına gelmekteydi.[42] Şurası bir gerçek ki; bu antlaşma, “iki senedir sallanan Sevr muahedesinin direklerinden birisi”ni yıkmaktaydı[43]. En önemlisi, hepsini sağlayacak ölçüde, Türk-Fransız askeri mücadelesini sona erdirmekteydi.
İşte bu anlaşmanın 7.maddesine göre sancak, özel bir idari rejime kavuşturulacaktı. Bunun anlamı, İskenderun Sancağı’nın Türkiye sınırlarına dahil edilmeyeceği idi. Sancak, Fransız manda idaresindeki Suriye’ye bırakılacaktı. Bu sancağın kuzey sınırı ise 11 Mart 1921 anlaşmasının aksine Payas’ın güneyinden geçecek şekilde düzenlendi. Gerisi ise büyük oranda aynı kaldı[44]. Sonunda İskenderun Sancağı’nı Fransa mandasındaki Suriye’ye bırakan statü, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan antlaşması ile aynen kabul edildi. Bu kabul, aynen Musul vilayetinde olduğu gibi Türkiye’nin feragati sayesinde gerçekleşti. Çünkü Türkiye’nin gücü buna yetmişti.
SONUÇ
I.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte İtilaf devletlerinin ana hedeflerinden biri olan İskenderun, Mondros Mütarekesi’nden sonra, stratejik öneminden dolayı İngilizler tarafından ilk işgal edilen Osmanlı şehirlerinden biriydi. Bir yıl kadar İngiliz işgalinde kalan İskenderun ve çevresi, 12 Eylül 1919 tarihli Suriye İtilafnamesi ile Kasım 1919’dan itibaren Fransızların kontrolüne geçmiş ve sancak haline getirilmiştir. Bu durum, daha önce Halep vilayetinin bir kazası olan İskenderun için yeni bir dönemin başlangıcı idi. Ancak Fransızlar, İskenderun Sancağı’nın sınırlarını, 1919-1922 döneminde bölgedeki siyasi gelişmelerin istikametine göre daraltmak ve genişletmek şeklinde sürekli değiştirmişlerdir.
Buna karşılık, yine aynı dönemde Osmanlı hükümetinin Paris Barış Konferansı’na sunduğu 23 Haziran 1919 tarihli muhtıra ile Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın kabul ve ilan ettiği Misak-ı Milli Beyannamesi’nde de sınırlar konusunda önemli hükümler bulunmaktadır. Sınırlar bağlamında 23 Haziran muhtırası, yeni Türkiye’nin sınırlarını Wilson ilkelerinin milliyet prensibi çerçevesinde çizerken sadece İskenderun Sancağı topraklarını “anavatan”a dahil etmemiş, onun güneyinde yer alan ve İbn-i Hani Burnu’na kadar inen topraklarda da Türklerin-özellikle Bayır Bucak Türkmenlerinin- yaşadıkları düşünülerek oralarda sınırlara dahil etmiştir. Oysa Misak-ı Millî, güney sınırları anlamında sadece kriter koymuş, İskenderun Sancağı ismen zikredilmemiştir. Ancak, kriter olarak da belirlense, çizilen çerçeve ve özellikle, 23 Haziran muhtırasında çizilen sınırlarla birebir örtüşmesi, İskenderun Sancağı’nın tamamıyla-fazlası var- milli sınırlar içinde yer aldığına dair şüphe götürmez bir gerçektir. Daha da önemlisi, Mustafa Kemal Paşa’nın bu çalışmada da belirttiğimiz gibi İskenderun Sancağı’nın milli sınırlar içinde olduğunu birkaç kez zikretmesi, söz konusu gerçeği güçlendiren bir husustur.
Buna rağmen İskenderun Sancağı’nın Lozan Antlaşması’nda anavatana katılamaması da bir başka düşündürücü gerçektir. Bu konuda Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara Antlaşması öncesi, 16 Ekim 1921’de, BMM’nde yaptığı şu konuşma işin gerçeğini açıklayacak niteliktedir[45]:
“Misak-i Milli’de muayyen ve müsbet bir hat yokdur. Kuvvet ve kudretimizle tesbit edeceğimiz hat, hatt-ı hudud olacaktır.”
Ne talih ki, Mustafa Kemal Paşa’nın sözünü ettiği “milletin gücü” II. Dünya Savaşı öncesindeki uluslararası şartların da etkisiyle İskenderun Sancağı’nın Temmuz 1939’da, “Hatay” adıyla anavatana katılmasını sağlamıştır. Unutulmamalıdır ki, İskenderun Sancağı örneği, günümüzde yaşanılan dış politika sorunlarının çözümünde izlenecek “kademeli barışçı yöntem” konusunda yol gösterici niteliktedir.
Son olarak İskenderun sancağı ya da bugünkü adıyla Hatay ve hinterlandı bölge, yüz yıl önce olduğu gibi uluslararası rekabet alanlarından biridir. Aynı zamanda bu bölge, Misak-ı Milli’de öngörülen sınırlar içindedir. Bunun anlamı, söz konusu rekabetin Türkiye’nin Misak-ı Milli coğrafyasında yaşanmakta olmasıdır. Özellikle, Kuzey Suriye’deki siyasi ve askeri gelişmeler, Türkiye’nin milli güvenliğini tehdit edecek nitelik ve ölçektedir. Ayrıca İskenderun, Doğu Akdeniz enerji politiğinde de stratejik bir konuma sahiptir. Bundan dolayı, Kuzey Suriye’deki askeri ve siyasi gelişmeler ile kızışmaya başlayan Doğu Akdeniz’deki enerji mücadeleleri İskenderun ve hinterlandını da kapsayacak bir alanda-deniz ve karada- cereyan etmektedir.
KAYNAKÇA
A. YAYINLANMIŞ ARŞİV BELGELERİ
MERAY, Seha L.-OLCAY, Osman, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması İlgili Belgeler), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1977
B. RESMİ YAYINLAR
Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları, II, Ankara 1985.
Atatürk, Nutuk III, 15.baskı, MEB Yayınları, İstanbul 1987
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III (cilt II), 5. baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997
Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1991
C. SÜRELİ YAYINLAR
Hakimiyet-i Milliye
Harp Tarihli Vesikaları Dergisi , Sayı 27, Mart 1959.
_________, Sayı 28, Haziran 1959
_________, Sayı 29, Eylül 1959.
Tevhid-i Efkar
D. ARAŞTIRMA ESERLERİ
ADA, Serhan, Türk-Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu (1918-1939), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005,
AYDIN,Mesut,Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Sınırları, Malatya 1997
BOSTAN, İdris, “Osmanlı Topraklarında Petrolün Bulunuşu ve İskenderun’da İlk Petrol İşletme Çalışmaları”, Coğrafya Araştırmaları, I/2, Ankara 1990, s.130-135.
BUDAK, Mustafa, İdealden Gerçeğe Misak-ı Millî’den Lozan’a Dış Politika
Küre Yayınları, İstanbul 2002.
________, “Lozan’ın Başarı Ölçütü: Misak-ı Milli mi Sevr mi?”, Taraflarının Bakışıyla Lozan Uluslararası Sempozyumu (9-10 Mayıs 2014) Bildiriler, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü –Türk Ocağı İstanbul Şubesi, İstanbul 2015, s.259-280.
ÇABUK, Vahit “ Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İskenderun’un Stratejik Durumu”, I. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu Bildirileri, Antakya 1991, s.10.
ERİM, Nihat, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri I, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara 1953
İskenderon-Antakya Meselesi, II, Ankara 1936
MELEK, Abdurrahman , Hatay Nasıl Kurtuldu, TTK, Ankara 1966
Memalik-i Osmaniyyenin 1330 Senesi Nüfus İstatistiği,İstanbul 1336
SAKİN, Orhan, Osmanlı’da Etnik Yapı ve 1914 Nüfusu, Ekim Yayınları, İstanbul 2008,
SÖKMEN, Tayfur, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Türk Tarih Kurum Yayınları, Ankara 1978,
Türk İstiklal Harbi Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı I, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1992,
UMAR, Ömer.Osman, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye (1908-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2004, s.314-320.
TUNCEL, Metin “İskenderun”,Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 22,s.580-582
TÜRKMEN, Zekeriya, Mütareke Döneminde Ordunun Durumu ve Yeniden
Yapılanması, Türk Tarihi Kurumu Yayınları, Ankara 2001.
YAVUZ, Bige, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri Fransız Belgeleri Açısından 1919-1922, TTK Yayınları, Ankara 1994
YERASİMOS, Stefenos, Milliyetler ve Sınırlar (Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu), 2. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1995
[1] Diğer ikisi, Musul (3 Kasım 1918) ve İstanbul (13 Kasım 1918) idi.
[2] Metin Tuncel, “İskenderun”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt 22, s.580 (s.580-582)
[3]İskenderun sadece bir liman şehir olmayıp 1889’da, Kabaev nahiyesindeki Çingen (bugünkü adı Kepirce olup Uluçınar nahiyesine bağlıdır) köyünde bulunan ve işletilen petrolüyle de önemliydi. Bkz., İdris Bostan, “Osmanlı Topraklarında Petrolün Bulunuşu ve İskenderun’da İlk Petrol İşletme Çalışmaları”, Coğrafya Araştırmaları, I/2, Ankara 1990, s.130-135.
[4] Vahit Çabuk, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İskenderun’un Stratejik Durumu”, I. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu Bildirileri, Antakya 1991, s.10.
[5] Ali Arslan, İngilizlerin İskenderun’u İşgal Projesi ve Osmanlı Devleti’nin Aldığı Tedbirler”, IV. Hatay Tarih ve Folklor Sempozyumu (18-19 Ekim 1996)Bildirileri, Antakya 1997, s.1-10; Ümmü Gülsüm Polat, “I.Dünya Savaşı’nda Müttefiklerin (İngiltere-Fransa) İskenderun Çıkarma Planı ve İkinci Çanakkale Korkusu”, Akademik Bakış, VII/14, Yaz 2014, s.5-13.
[6] Ömer Osman Umar’a göre M.Kemal Paşa, Osmanlı kuvvetlerini Halep’in kuzeyinde oluşturduğu savunma hattına çekmiştir. Bu hat, İskenderun-Beylan-Der Cemal- Tel Rıfat ve Antakya şeklindedir. İlgi çekicidir ki, İngilizlerin Halep kuşatması sırasında mahsur kalan Mustafa Kemal Paşa, Bedevi Araplara 1000 altın vererek Halep’den ayrılmıştır. Bkz. Ö.O.Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye (1908-1938), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2004, s.314-320.
[7] Ne var ki, 400 kişilik isyancı Arap kuvvetleri, 10 Aralık 1918’de, Çobanbey, Akçakoyunlu ve Cerablus’u işgal ettiler.Bkz., Türk İstiklal Harbi Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı I, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1992, s.105.
[8] Zekeriya Türkmen, Mütareke Döneminde Ordunun Durumu ve Yeniden Yapılanması, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2001, s.46
[9] Nihat Erim, Devletlerarası Hukuku ve Siyasi Tarih Metinleri I, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara 1953, s.520-521.
[10] M. Kemal Paşa’nın Başkumandanlık Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne gönderdiği 10.11.1334 tarihli, 9.11.1334 tarih ve 622 numaralı rapora zeyl şifre, 758 numaralı vesika, Harp Tarihli Vesikaları Dergisi (HTVD), Sayı 29, Eylül 1959, Ankara 1959; Ayrıca bkz., Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı I, s.72-81
[11] 743 numaralı vesika, Harp Tarihi Vesikaları Dergisi (HTVD),Sayı 29, Eylül 1959, Ankara 1959.
[12] Abdurrahman Melek, Hatay Nasıl Kurtuldu, TTK, Ankara 1966, s.2.
[13] Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı I, s.89-99.
[14] Serhan Ada, Türk-Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu (1918-1939), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005, s.82-83; Stefenos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar (Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu), 2. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s.183.
[15] 8 Ağustos 1921’de alınan bir kararla Sancak’ta Arapça’nın yanında Türkçe de resmi dil olacaktı. Ayrıca, Sancak’da 12 üyeli İdare Meclisi kuruldu. Dördü atama, sekizi seçimle gelecekti. Daha da ilgi çekici olanı, seçilen üyeler bile mutasarrıf tarafından atanacaktı. Geniş bilgi için bkz., S.Ada, a.g.e., s.83.
[16] S. Yerasimos, a.g.e., s.185.
[17] S. Yerasimos, a.g.e., s.186.
[18] Halep vilayeti Halep ve Ayıntap sancaklarından meydana gelmekteydi. Bunun için bkz., Memalik-i Osmaniyyenin 1330 Senesi Nüfus İstatistiği,İstanbul 1336, s. ; Bu istatistik, yeni Türk harfleriyle bir kitabın bölümü halinde yayımlanmıştır. Sadece Halep vilayeti için bkz., Orhan Sakin, Osmanlı’da Etnik Yapı ve 1914 Nüfusu, Ekim Yayınları, İstanbul 2008, s.202-205.
[19] Buna karşılık İngiliz birlikleri de Küfrübaş, İnadan, Küfrüsahra mevki’ileri ile Müslimiyye yakınlarında bulunmaktaydı. Bkz.,695 numaralı vesika, HTVD, Sayı 27, Mart 1959.
[20] 714 numaralı vesika, HTVD, Sayı 27, Mart 1959.
[21] 1914 yılı itibariyle Şam ve çevresini içine alan Suriye vilayeti, Şam merkez olmak üzere Havran, Kerek ve Hama sancaklarını kapsamaktaydı.Bkz. O. Sakin, a.g.e., s.221-225.
[22] 715 numaralı vesika, HTVD, Sayı 28, Haziran 1959.
[23] Aynı vesika; Ayrıca bu vesika için bkz., Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1991, s.16-17.
[24] S. Yerasimos, a.g.e., s.181.
[25] 736 numaralı vesika, HTVD, Sayı 28, Eylül 1859; Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, s.18-19.
[26] Bu konuşmanın tam metni için bkz., Atatürk, Nutuk III, 15.baskı, MEB Yayınları, İstanbul 1987, s1178-1190( Vesika 220); Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (ASD) I-III (cilt II), 5. baskı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1997, s.4-15.
[27] Muhtıraya göre yeni Türkiye’nin sınırları şöyledir: Batı’da Gümülcine livası olmak üzere Balkan harbinden önceki Türk-Bulgar sınırı, kuzeyde Karadeniz, doğuda, Poti’nin güneyinden başlamak üzere Elviye-i Selase bölgesi, Ermenistan için tayin olunacak sınır ve eski İran sınırından ibaret olacaktır. Güneyde ise Kerkük livasından başlayarak Musul, Re’sü’l-ayn ve Halep’den geçerek Lazkiye’nin kuzeyinde bulunan İbn-i Hani Burnu’nda Bahr-i Sefid’e ulaşacaktır. Muhtıranın yeni harflerle tam metni ve geniş değerlendirmeler için bkz., Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe, Misak-ı Milli’den Lozan’a Dış Politika, Küre Yayınları, İstanbul 2002, s.75-89.
[28] M. Budak, İdealden Gerçeğe, s. 82-89.
[29] Bu konudaki geniş değerlendirmeler için bkz., M. Budak, a.g.e.,s.159-167.
[30] M. Budak, a.g.e., s.156.
[31] Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Türk Tarih Kurum Yayınları, Ankara 1978, s.32-35.
[32] 24 Temmuz 1922’de çıkan bu manda yasası, 20 Eylül 1923’den itibaren Suriye ve Lübnan’da yürürlüğe girmiştir. Bkz., İskenderon-Antakya Meselesi, II, Ankara 1936, s.13 vd; Mesut Aydın, Misak-ı Milli ve Yeni Türk Devletinin Sınırları, Malatya 1997, s.123.
[33] Seha L. Meray-Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Andlaşması İlgili Belgeler), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1977, s.26-27.
[34] N. Erim, a.g.e., s.540-541.
[35] İngiliz diplomat tarihçi Edward Hallet Carr’a göre Sevr Antlaşması, Versay modeli üzerinde imzalanmış bir dikte antlaşmadır. Yılmaz Altuğ ise Sevr’i onaylanmayan bir antlaşma olarak tanımlamıştır. Şurası bir gerçek ki, sebebi ne olursa olsun, Sevr Antlaşması onaylanmamış bir antlaşmadır. Bu konuda bkz., M.Budak, “Lozan’ın Başarı Ölçütü: Misak-ı Milli mi Sevr mi?”, Taraflarının Bakışıyla Lozan Uluslararası Sempozyumu (9-10 Mayıs 2014) Bildiriler, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü –Türk Ocağı İstanbul Şubesi, İstanbul 2015, s.267-269.
[36] Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri Fransız Belgeleri Açısından 1919-1922, TTK Yayınları, Ankara 1994, s. 111-112(62 no’lu dipnot)
[37] B. Yavuz, a.g.e., s.131-132.
[38] B. Yavuz, a.g.e, s. 136.
[39] TBMMGCZ, II, s.93.
[40] Tevhid-i Efkar, 27 Ekim 1337/1921.
[41] Hakimiyet-i Milliye (HM), 28 Teşrin-i evvel 1337/1921, Cuma.
[42] HM, 22 Teşrin-i sani 1337, Salı.
[43] HM, 30 Teşrin-i evvel 1337.
[44] Bu sınır düzenlenmesi, anlaşmanın 8. maddesinde yazılıdır. İsmail Soysal, Tarihçeleri ve Açıklamalarıyla Türkiye’nin Siyasal Andlaşmaları (1920-1945), I, 2. baskı, TTK Yayınları, Ankara 1989, 51.
[45] Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse Zabıtları, II, Ankara 1985, s.355; Ayrıca bkz.,M. Budak, a.g.e., s.256.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.